DOĞRUNUN ZARARLARI
Birikim’in bu sayısının konusunu öğrenmeden önce doğrusu bir başka yazıya niyet etmiştim. ‘Türkiye Şeriat’le Yönetiliyor’ başlıklı bir yazının muhtelif açılardan maliyetini hesaplıyordum. Biraz pahalı göründü ama yine de “Doğru”nun zararlarını bir kere daha hatırlamak gibi bir kârla çıktım bu hesaptan. Pek çok tahammülsüzlük ve tahakkümün temelinde mütevazı bir “doğru”nun değil ama etrafını doğrultmaya meyyal “Doğru”ların bulunduğunu gördükçe, küresel kapitalizmin yeni söylemi diyerek ona karşı çıkmanın bütün asaletini bir kenara itip bu memleketin bir parça postmodernizme ihtiyaç duyduğunu düşünecek oldum. Zira baştan ayağa “Doğru”ların gölgesinde ve tasarrufunda bulunan memleketimizin o en uzak renklerinin -bir televizyon programında Ömer Çelik’in söylediği üzere mesela Kemalizm ile Taliban cemaatlerinin- bunca uzaklıklarına rağmen bunca akrabalık performansı ortaya koymalarına şaşmamak lazım.
Bir yer düşünün ki bir kutsallar cenneti. Bir ezberler ülkesi, bir “sakın kafamı karıştırma” diyarı. Bir dış mihraklar adası. Bir iç mihraklar tarlası. Böyle bir yer, kuşkusuz, olsa olsa kestirme ve masum adıyla kapalı bir toplum, algılamaları itibariyle de kocaman bir açık cezaevidir. Çünkü bu yerin “Doğru”su vardır.
Halbuki, açık toplumların baş harfi büyük ‘Doğru’ları yoktur. Şüphe ve adem-i itimat üzerine kurulu toplumlardır. Devlet adı verilen örgütlenmede hesap verme ve sorumluluğu, yetki ‘teslim’inin ilk şartı sayarlar. Bu toplumların bir dini de yoktur. Yani ‘bu nihai doğrudur’ diye bağlandıkları bir inançları yoktur. İnançların çokluğuna ve değişebilirliğine inanırlar. Bu nedenle ‘laik’tirler. ‘Doğru’yu bulduğunu düşünen ve bunu herkese kabul ettirmeye çalışan türden eski ‘din esaslı devlet’lere benzemezler. Belli bir doğru veya dine iman etmezler. Doğruların ve dinlerin birbirlerini yok etmeden çeşitlenmelerine olanak tanırlar. Bu yüzden, adı üzerinde ‘açık’ toplumlar içlerinde ‘tazyik’le kıvranan ve bunu hissetmemek için kendisine yalan söyleyen toplumlar değildir. Kendi eleştirilerini ve muhalefetlerini çok önemserler. Hattâ açıklıklarının yegâne kaynağı ve garantisi olarak muhafaza etmeye çalışırlar. Doğrunun birine teslim olup, onun dışındakileri ve -doğru diye bilinen şeyin yanlış olması durumunda- onu ‘doğrultacak’ olan eleştirileri baskılamazlar. Talebi dikkate almadan arz yapmadıkları gibi hiçbir talebe mutlaka ebedi talep muamelesi yapmazlar. Sürekli müşterilerine dönerek sipariş tazelerler. Siparişin ezbere gelmez olduğunu bilir, her seferinde yeniden sorarlar.
Yine açık toplumlara dair rivayetlere göre alınan siparişin ‘takip’i için de adına medya denilen bir iletişim vasatları topluluğunun nezaretine ihtiyaç duyulur. Belli bir etike sahip olması umulan medyanın söylemsel siyasetin manevra alanı olarak işlediğine kimse hayır demez, ama bunun “kör parmağım gözüne” usulünce ifa edilmeme lüzumuna olan inanç dolayısıyla medya etiki denilen bir şeyin varlığına inanılır.
KAN DAVALARINDAN LİNÇOKRASİYE BİR ÇAĞDAŞ SERÜVEN
Türkiye toplumu, toplu cinnet atmosferi içinde maske takma lüzumu bile duymayan bir akıl tutulmasının medya eliyle mutlak bir inançla takdis edildiği günlerin içinden daha yenilerde çıktı. Türkiye’deki Cumhuriyet, tam da 75. yaşının olgunluk günlerini idrak ederken çok uzağında olduğunu düşündüğü ‘kan davaları’ndan en fazla bir yıl ötede olacak kadar genç ve zihniyeti itibariyle de geçmişin (kan davası gibi kadim) mirasını sürdürme konusunda bin yaşında olan ‘tutarlı’ bir ihtiyar görüntüsü sunmaktaydı.
Sokak milliyetçiliği, faşizmin sıradanlığı ve mebzuliyetinin gözlerden önce zihinleri kararttığı günlerde ‘temsilî yakma ve linçlerin’ uygulama sahasına geçirilme temayülünün ortaya çıktığı günlerde pek de yabancısı olmadığımız bir kısım “vatandaş”la müşerref olduk. Vatandaş öfkelenmişti.
İNFAZCI ‘VATANDAŞ’, ŞAHİT ‘MEDYA’
Kemalist milliyetçiliğin kendisini medya eliyle MHP milliyetçiliğinden bütün tenzih etme çabalarına rağmen kriz zamanları çok derinlere inmeye ihtiyaç bırakmayacak “sığlık”taki ortaklığı ele vermektedir. Ve yer yer militan yahut ülkücü evsafıyla tanımlanan insanlar bir anda “vatandaş” olarak anılmaya başlanmaktadır. İçlerindeki şiddeti ihsas edebilecekleri her fırsatı -askere giderken, maça giderken yahut üniversiteye girerken- kamilen değerlendiren; başka bir deyişle esen her ‘kutsal’ rüzgârın arkasına mukaddes millî hararetlerini -boşluktan kaynaklanan- meşrûluk havaları kotarmak üzere salıveren insanların üzerinde oturduğu damar bir kabarmaya görsün artık ‘ayrı olanın/ayrım yapanın’ infaz vakti gelmiştir. Zira vatandaşlarımız hiperaktiftirler. Bol miktarda, ama çoğunlukla aynı yerden esen kuvvetli “kutsal rüzgâr” cenneti ülkemizde hiperaktif vatandaşlarımızın dokunulmazlığı var. Çünkü devleti[1] en zayıf damarından, en kutsal organından yakalamışlardır. Laik olmayan ellerin (daha yoldayken kırılacağı için) ulaşamayacağı bu organ ve asil kan taşıyan bu damarın üzerine oturan -her zaman demeye hakkım yok ama şüphesiz insan öldürmeye teşebbüs edilen- o an için yasadışı militanlık yapan insanlar medya ağzıyla “vatandaş” olarak anılmakta, bu masumiyet karşısında polisin kayıtsız değil ama kutsalın gölgesinde seyirci kalışına çare bulunmaktadır: “Polis X birilerini vatandaşın elinden zor kurtardı.”
Adlarını bilmediğim başka insanlar gibi, sıvılaşarak sokakları farklı kanlardan temizleyen militan milliyetçilik eliyle öldürülen Metin Yurtseven adlı vatandaşın ölümünde pek bir zorluk yaşanmamış olsa gerektir. Zira televizyon ekranlarının iftiharla sundukları üzere bir insana galeyan-ı milliye zamanında -öyle olsun veya olmasın- “PKK”lı demek o insanın keyfî olarak öldürülmesi için yeter/artar bir gerekçe olabiliyor.
PEKİ DİĞER KARDEŞ NEREDE?[2]
Medyanın ‘vatandaşlar’ının, X vatandaşı öldürmeyi vatani bir vazife addettiği günlerdeki hengamede “itina ile” yapılan bir iş vardı. Görüldüğü her yerde yasal ve yasal olmayan şiddetin her türünün üzerine boşaltılabildiği PKK kimliği ile daha ziyade yasal şiddetin muhatabı olan yasal HADEP arasındaki ayrım yakılan onca nesnenin dumanı arasında kayboldu. HADEP adlı si/yasal partiye mensup insanlar terörist olan PKK ile bir tutulmaya başlanmıştı. Millî öfkenin bu eşitliği Kürtler’i de içine alacak şekilde genişletme iştiyakı, “uzak görüşlü” büyüklerimizce son andaki ‘itidal lazım ve ayıp olur’ kaygılarıyla önlendi. Tencerenin pislenmeye gittiğini gören birileri etikten hoşlanmayan ‘körükçü’ medyanın kulağını çekerken medya da tetikten parmağını çekti. Yine aynı medyanın, Etyen Mahçupyan’ın esefle not ettiği gibi PKK dışı Kürtler’i dinlememe ve duyurmama konusundaki tavrı, uzlaşma ve barış arayışlarının ne kadar göstermelik olduğunu ortaya çıkarttı.[3]
Bir garabet diyarı olan memleketimizde (şiddet kullanan) terör, (şiddet kullanmayan) siyasallık ve nihayet (artık insaf adı üzerinde) legallik/yasallık arasındaki fark bir anda lağvedilmekte, vaktiyle katil ve günahkâr bir şeylerin tövbe edip legalleşmesi bir kötülük olarak görülmektedir.
ÇOK HUKUKLU VE GALİBA HASTA ADAM
Türkiye bu arada bütün o itirazlarına rağmen “çok-hukuklu” bir ülke. Türkiye’de suçlular var, bir de suçlular var. Mahkemeye gidebilecekler ve bir de linç edilmesi gerekenler. Pişmanlık duyabilecekler ve bir de pişmanlık duymak isterse buna pişman olacaklar var. Mesela, idamı bir hayatın bitmesi olarak görenler ile idamı, ruhu postalanmış bir cesedi iğdiş etmek, parçalamak olarak görenler var.
Farklılıkları, eleştirileri linç eden, “benzeten” ve farkları yok ederek ‘kendine benzeten’ bir yer düşünün. Bir zamanlar yaptığı ezberini bozmamak için kendisine tutulan aynaları düşman görüp kıran, ezberini bozmamak için yoluna düşünce-kıranlar konuşlandıran bir yer düşünün. Böyle bir yerin ütopikliği tartışma götürse de patolojikliği şüphe kaldırmaz. Bölünmeme korkusuyla veya bölünmesin diye boğulan bir yer düşünün. Bir kolunu tıbbi (bizim örnekte zihni) tetkike uğratmamak için bütün bedenini telef etme riskini görmezlikten gelen bir hasta (adam?) düşünün. Ya da sürekli Sevr paranoyası taşıdığı için bu kez gerçekten hastalanan bir adam düşünün.
Abdullah Öcalan ve İtalya’nın tel’in edildiği günlerde çok sık başvurulan bir ajitasyonla “şehit anneleri”nin yürek paralayıcı görüntüleri, ekrana getirilerek sınır tanımayan “kutsal öfke”ye tahvil edilmekte ve pervasızca istismar edilmekteydi. Şüphesiz, yavrusunu yitiren “her” anne tam da TV’de görüldüğü gibi acılıdır. Ve hukuk devleti, muhakeme gibi sosyal kavramları yüreğindeki acıdan dolayı atlayarak linçten bahsedebilir. Ama “acı”nın temsiliyle “linç”e cevaz çıkaran medyanın hiçbir şekilde masum olmadığını söylemek maalesef bu kutsal öfkenin gölgesinde zorlaşsa bile bir gereklilik olarak kalmaya devam etmektedir.
Suçun şahsiliği ilkesi muhtelif yerlerinden iğdiş edilirken hiç kimse de kalkıp “şehit asker” olarak anılan insanların anneleri gibi “terörist” olarak anılan teröristlerin annelerinin de aynı, evet aynı acılara gark olduğunu, şiddetin her nevinden nefret eden insanların böylesine insanî ve böylesine masum bir (annenin) acı(sı)yla hemhal olunamasa da bir empati girişiminin gerekliliğini kimse hatırlatmadı. Hani onlar kandırılmış insanlardı. Hadi bilinçli de olsalar yine masum olacak annelerin çocukları madem ki kandırılmış, niçin kimse o annelerin acısını dillendirmiyor ya da en azından bir dipnot düşmüyordu?
(Ama hayır etikin farkındaki akıl ile tetiğin civarındaki parmak arasında salınan medyanın çok önemli işleri vardı. Burada uzun bir parantez açıp medyanın meşgalelerinden söz etmek istiyorum. Medya, sair kuvvetlerle bilek güreşine girişmişti. Kuvvetlerden en büyüğünün elini, bükemediği için öpüyor, geriye kalanların görevini de güç fazlasına sahip olduğu için kendi uhdesine alıyordu. Hem yargılıyor hem de infaz ediyordu. Yargıya kalan -jenerik bir isim olduğu için- Reha Muhtar’ın Alo Reha Muhtar hattını dinlemeye almak olabilirdi mesela. Zira, Reha Muhtarlaşan medya, Türkiye’yi sarsan haber olarak verdiği bir infaz raporunda ‘sahte peygamber’ avına çıkmaktaydı. Medya bükemediği için ebed-müddet öpmeye niyetlendiği elin eliyle sahte peygambere soruşturma açtırmaktaydı. Böylece devlet inançlar arasında ayrım yapmakta, neyin hak ve neyin batıl olduğuna karar vermektedir. Bu arada laikliği özendiren medya ve bila kayd ü şart laik olan devlet, peygamberlerin sonuncusunun geldiğine, artık yeni bir dinin ortaya çıkamayacağına inanmaktadır.)
MAZARETİM VAR ASABİYİM BEN
Türkiye’de mazûr görülen asabiyetin düşmanıyla arasında ciddi bir aşk ilişkisi de var. Galiba hiçbir ‘ben’ milliyetçi ‘ben’deki kadar ‘öteki’ne muhtaç değil. Çünkü şöyle bir baktığınızda milliyetçilik sadece varlık tanımı olarak değil, aynı zamanda rant yaratımı açısından da terörizme muhtaç olmuştur ve Türkiye’de mümkün oldukça istismar edegelmiştir. Mesleki ve ekonomik boyutlarını bir kenara bıraksanız bile “terör” meşrûluk ve semizlik için muhtaç olunan bir düşmandır. Olayın bu kısmı milliyetçiliğin varlığını olmasa bile gücünü ne kadar da çok “bölücü örgüt”e borçlu olduğunu ortaya koyuyor. Ama ilginç olan “terör”ü istismar eden ‘milliyetçiliği’ istismar edenlerdir. (Tabiî, istismar, ‘bir şeyi kötüye kullanmak’ demektir. Lakin bizim örnekte istismar sözcüğü, ‘kötü bir şeyi kullanmak’ karşılığı olarak kullanılmak suretiyle bir anlamda ‘istismar’ edilmiştir.)
Hakikaten de milliyetçi ajitasyonun sırtından geçinen onlarca kişi, kurum ve partiden söz edebiliriz[4]. Milliyetçilik sadece istismar edilen bir damar olmakla kalmamakta, aynı zamanda tansiyonun yüksek olduğu zamanlarda gözlerde kararmalara da neden olabilmektedir. Kuşkusuz milliyetçiliğin grup asabiyeti de dahil olmak üzere onlarca formu var.
BURJUVA LALESİ, MEYVANIN MİLLİYETİ VE FARKLI GAZETE
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye dillere destan bir 1 MAYIS şenliği idrak etmiş ve gösterilerdeki manzaralar günlerce tartışmalara konu olmuştu. Özellikle de örgüt mensubu genç bir kızın gösterinin yapıldığı meydandaki lalelere saldırma anı hafızalarda kalan enstantanelerden biriydi. Laleler nasıl ki Lale Devri’nin, sefahatın, burjuvanın sefasının timsaliydiler ve nasıl ki, onların katli vacip idi; şu İtalyan milliyetine mensup meyva ve sebzenin insanlıktan bu kadar da uzak barbarane bir şekilde ezilmesi de aynı şekilde vacip idi.
Gözleri yaşlı hoca Fethullah Gülen’in, efkarından çok yediği Said Nursi’nin bütün kitaplarında en çok zikrettiği ayet, bugün suçun şahsiliği olarak bilinen temel insan hakları ilkesini vazeden “birisinin hatasıyla başkası mesul olmaz” ayetidir. Şimdi bu ayet ve bu hukuki ilkeye aykırı bir şey yapıp, sözgelimi, Fethullah Gülen’le olan akrabalığına bakarak Zaman gazetesinin yaptığı bir yanlıştan dolayı kendisini suçlayacak değilim. Ama hani “hocaefendi”nin sözlerini dinleyen gazetenin -bu hangi suç olursa olsun- suç işleyen bir insanın annesine suç isnad etmek veya suç isnadını pervasızca verebilmek ve ailesini tahkir etmek İslâmiyeti bırakın insanlıkla da bağdaşmayacağını bilmesi gerekirdi. Yakın zamanlarda yaşanan uçak kaçırma olayında öldürülen (terörist) korsanın ailesiyle ilgili haber ‘farklı gazete’ Zaman tarafından şu başlıkla sunuluyordu: “İyi aile çocuğu!”[5]
Sonradan yalan/yanlış olduğu anlaşılan -ama doğru bile olsa- korsanın kızkardeşi genelevde, annesi başka yerde vs. vs. çalışıyormuş iddiasına dayanan bir haber için böyle bir başlık kullanan Zaman gazetesi de bir başka “gözü kararmışlık” örneği sundu.
[1] Sözün burasında devlet baba diyecektim. Sonra bunun devlet ana da olabileceğini anladım. Devletin bunca gariplikleri arasında galiba sadece ‘siyaseten doğru’ olmakla kalmayıp ‘hakikaten de doğru’ olan bu ‘ana, baba, kerim, kadir.... her şey’lik sıfatının hakkını teslim etmek gerek. Şimdi galiba ‘baba’mızın elini öpebiliriz diyecektim ki bu kez de hakikaten hem fötür şapkalı hem de topuklara ilgi duyan babaların olduğunu hatırladım. Bu işin hiç bu kadar katmanlı olacağını tahmin etmiyordum. Bu yüzden, hikmet-i hukumet deyip yüce devletimize olan saygıda kusur etmeksizin fani olan sadedimize geri dönelim. Ne de olsa ‘ebed-müddet’ olmayanın hükmü yok.
[2] Bir şarkının sözleri olmakla iktifa etmeyip milliyetçi-muhafazakâr bütün bir yelpazenin de ehemmiyetli bir diskuru olan bu kardeşlik hikâyesinde garip olan bir şey var. Kimse kalkıp “yav kardeşim, bir kere kardeş olabilmeleri için iki ayrı şeyin var olması gerekmez mi?” sorusunu sormuyor. Dolayısıyla bu biraz fazla kuvvetli kardeşlik duygusuyla kucaklanan -ve ayrıma konu olan- kardeş diğer kardeşin kucaklamasındaki şiddetle orantılı olarak artık dışarıdan tefrik edilememekte varlık ve temsil sahasından ekseriyetle kara basılırken çıkan kart-kurt sesleri eşliğinde uçup gitmektedir.
[3] Etyen Mahçupyan, “Kürtler de konuşuyor ama dinleyen kim”, Radikal, 6 Aralık 1998.
[4] Milliyetçiliğin sırtından geçinmenin en temiz ve dolaysız fotoğrafı hiçbir din ve milliyete mensup olmayan reklamcılık üzerinden okunabilmektedir. 75. Yıl dalgasının bütün ticari ürünleri kırmızı renkli bir -neredeyse- “misak-ı milli”ye dönüştürdüğü günler geçirdik. Margarinden ayakkabıya kadar her ürün kutsallıktan rant elde etmenin yollarını aradı. Türkiye’de iyi reklamcı kutsal ekseninde çağrışımlar sunan reklamcı olmaktadır. Yine de milliyetçiliğin en çiğ ve en yüzsüz istismar örneklerinden birini Galatasaray-Juventus maçını bahane ederek rakip GSM şirketinin adını neredeyse açıktan vererek ve milliyetçi-öfke tanrısına şikâyet ederek Telsim’e yarar sağlama girişiminde bulunan İnterstar televizyonu oldu.
[5] Zaman, 31 Ekim 1998.