1930’lardaki Kemalist reform döneminin devlet feminizmine dayalı kadın politikalarının doğurduğu başarılı sonuçlar sayılırken hiç atlanmayan bir madde vardır: Türkiye’de akademide çalışan kadın sayısının birçok Avrupa ülkesine yakın, hattâ daha yüksek oluşu.[1] Elbette bu sayısal bilgi doğrudur ve elbette bu olgunun yanı sıra geçerli olan bir başka gerçek de erkeklerin oransal olarak kadınların üzerinde olduğudur. Ve elbette sosyal bilimler alanında çalışan tüm aklı başında akademisyenlerin bildiği ve sosyal bilim alanında çalışsın çalışmasın, akademisyen olsun olmasın tüm insanların bilebileceği, sezebileceği, izdüşümünü kendi yaşamında görebileceği gibi esasında sayılar tek başlarına hiçbir şey ifade edemezler. Dolayısıyla bu noktada sorulması gereken temel soru bu “bilgiyi” kimlerin, neyi ifade etmek için dile getirdikleridir. Ancak yine de bu, bağlama ilişkin bir soru olmaya mahkûmdur -her ne kadar bağlam, anlamı çözen asıl sihir olsa da.[2]
Bu sorunun yanı sıra ikinci olarak, onun doğal devamı sayılabilecek ve bizi hakiki yanıtlarına götürebilecek başka soruları, akademide kadın olmanın pratiğine dair soruları da gündeme getirmek gerekiyor: Gerçekte, tam olarak ne demektir “akademide kadın olmak”? Bu oransal yükseklik önermesi, imâ ettiği prestijli konumu içerir mi? Bu prestij, neye/nereye/kime karşı ve hangi koşullar altında kazanılmış bir prestijdir? “Akademideki kadın oranı yüksek” diye Türkiye’deki kadınların konumunda, kadın olmanın pratiği açısından hakiki bir değişimden söz edebilir miyiz? Akademideki kadın oranının Avrupa’dakinden daha yüksek olması, sayıların ve bunları dile getirenlerin imâ ettiği gibi, Türkiye’de kadınların daha eşitlikçi bir ilişki içinde yaşadıklarını gösterir mi? Başka bir deyişle, bu doğruluğu tartışılamaz sayısal önerme, hakikaten imâ ettiği anlama gelir mi?=Gerçekten doğru mudur? (ya da “geçerli midir /anlamlı mıdır?” diyelim.)[3]
Elbette birinci sorunun cevabı aslında çoktan verildi; bu cevap, dipnotlarda ve diğer soruların formüle ediliş tarzında gizli: bu sayısal önermeyi Kemalizmi sorgusuz sualsiz savunanlar, Kemalizmi savunmak amacıyla, Kemalizmin savunulması gerektiğini hissettikleri yerlerde ortaya koyuyorlar.[4] Ancak biraz değil, fazlasıyla totoloji kokan bu cümleyi açmalıyız. Bu noktada Yeşim Arat’ın bir makalesi[5] bizim için oldukça zihin açıcı olabilir.
Yeşim Arat, Türkiye’deki kadın çalışmaları alanının en yakıcı sorunsallarından birinin (hattâ en yakıcı sorunsalının) Kemalist reform dönemindeki kadın politikalarının değerlendirilmesi olduğunu belirtir. Kuşkusuz akademiye dahil olmaya, yani yukarıdaki sayısal oranda yerini almaya karar veren kadınlar biraz da bu tartışmayla yüzleşerek kendi konumlarını belirlerler. Tarihsel seyir içinde tartışmaya taraf olan iki temel konumu ise şöyle sergiler Arat: bu dönemin savunucuları ve döneme eleştirel yaklaşan grup. Arat’ın ilginç olan tespiti, ilk savunucuların daha çok dönemle organik bağı olan, elit konumlarını tam da bu dönemdeki eşitlikçi eğitim politikalarına borçlu olan akademisyen kuşaktan çıkmasıdır.[6] Üstelik devir, okumuş yazmış tabakanın, devletin çizdiği sınırlar dışına çıkmadıkça halen prestijli bir yer işgal edebildiği, devletin bu sınırlar konusunda halen kararsız olduğu ve memleketin halen önemsenen ilerlemesinin basbayağı bu tabakaya emanet edildiği bir devirdir.
Eleştirel tarafa mensup olanlarsa esas olarak bu akademisyen kuşağının kızları arasından çıkmıştır. Bunların Kemalist döneme bu açıdan bakabilmelerinin nedeni artık bu dönemle bire bir bağlantı içinde olmamaları, başka bir deyişle sahip oldukları her şeyi bu döneme borçlu olmamaları, zaten bir önceki dönemin vaadettiği ve verdiği kadar çok şeye de sahip olmamalarıdır. Üstelik bu kuşak sol harekete dahil olmuş ve annelerini yükselten devletten ciddi tokatlar yemiştir. Bana kalırsa işin bir boyutu da toplumsal ilerleme inancına dayalı yaygın eğitimin, özellikle de yüksek öğrenimin, her ne kadar endoktrinasyon içeriyorsa da, her ne kadar kurumsal düzeyde böyle bir şeyi hiç mi hiç amaçlamıyorsa da ve her ne kadar bir önceki devire nazaran kan kaybetmişse de, arada bir de olsa eleştirel ürünler çıkarabilmesinde yatar (yoksa akademide kalmaya çalışan tüm muhalif insanların burada işi ne?). Ayrıca bu eleştirel kuşağın anne-babalarıyla yüzleşme çabasını da gözardı etmemek gerekir.[7]
Bir kadın akademisyenin, kendini var eden Kemalist dönemle yüzleşme sürecini nasıl yaşadığının belki de en iyi anlatısını Adalet Ağaoğlu’nun muhteşem Dar Zamanlar üçlemesinde bulabiliriz. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana bu toplumda yaşayan farklı kadınların başlarından geçenlerin, bu kadınların tüm bu süreçler içinde her “yattıklarında” (ölmeye yattıklarında, uykuya yattıklarında ya da kocalarıyla/sevgilileriyle yattıklarında) neler hissettiklerinin, dolayısıyla biraz da bu memleketin öyküsüdür bu üçleme. Peki bu kırık, çok kırık, ama yine de güçlülüklerle bezeli öykünün etrafında kurulduğu kişinin, anlatının bunca farklı perspektifi içermesine rağmen dağılıp gitmesini önleyen roman kişisinin, Aysel’in bir akademisyen olması tesadüf müdür?
Aysel, eleştirel bir akademisyen ve aydın olarak, en acı iki tokatı da devletten, tüm erken cumhuriyet dönemi çocukluğunu ona ve halkına hizmet etmeye adanmış naif düşlerle ve inançlarla doldurduğu devletten yer. Bu tokatlardan ilki sol görüşlü erkek öğrencilerinden biriyle yaşadığı ve eşsiz tek bir geceye sığdırdığı aşkın fakülteden atılmaya kadar giden bir soruşturmaya konu olmasıdır (zaman, ’71 darbesinin hemen ardı, Ölmeye Yatmak zamanıdır). İkinci tokat ise ’80 kıyımı ertesi, “Hayır”la gelir ve birinci denemede başarılamayan operasyon tamamlanır: öğrencilerine “milli örf ve adetlerimizle uyuşmayacak ve vatanın bütünlüğünü sarsacak fikirler aşıladığı” (s.104) gerekçesiyle fakülteden atılır (Oysa aynı ekip daha sonra, Avrupa’da aldığı bir ödül yüzünden ona “geç kalmış” bir saygı armağanı sunmaya karar verir. Ne de olsa takvimler, ikiyüzlülüğün uyum sayıldığı bir devri göstermektedir). Gerekçeler arasında öğrencileriyle kurduğu “yakın ilişkiler” bir kez daha gündeme getirilmiş; Aysel’in püriten Kemalist eğitiminin ona yüklediği toplumsal sorumluluklara kurulu uzun yaşamının tek kadınsı ve kişisel deneyimi bir kez daha ayağına dolaştırılmıştır.
Ancak Ağaoğlu Aysel’in öyküsünü yalnız bir kadınlık hikâyesi olarak anlatmaz. Kendisinin başka bir konuşmada da değindiği gibi edebiyat için, tarihsel-toplumsal koşullardan bağımsız bir kadın teması olamaz; kadınlık tüm diğer temalar içinde yalnızca biri olabilir.[8] Ancak Aysel’in bir kadın olarak sınırlarını aşmasının ya da toplumun kadınlığa ve erkekliğe yüklediği kod ve anlamları aşmaya çalışmasının, yani tam da kadın olmanın, ona ve onun gibi kadınlara ve aynı sınırları zorlamaya çalışan erkeklere, baskı gören diğer herkesten çok farklı yükler yüklediğine, bunun her baskı döneminde bir kez daha karşısına çıkarıldığına şahit oluruz. Dolayısıyla Ağaoğlu, oldukça çeşitli temalar arasında kadınlığa da yer verir ve onun kendine özgü koşullarını da dillendirir. Böylece edebiyat, kadın olmanın bir akademisyene, daha doğrusu bir aydına yüklediklerine ayna tutar. Tam da buradan devamla, ikinci düzeye, pratik düzeye dair sorulara ya da pratiğin edebiyattaki yansımasından güncel gündelik hayatta nasıl tezahür ettiğine geçebiliriz.
Akademisyen ya da akademisyen adayı bir kadının bugün yaşadıkları da çok farklı değildir. Akademide kadın her şeyden önce erkeklerin ve diğer kadınların bakışlarıyla; (hiçbirinin entellektüelliğinden, solculuğundan ve eşitlikçiliğinden kuşku “duyamayacağı”) erkek arkadaşlarının, (bazı durumlarda, hattâ üniversitesine göre çoğu durumda, bu özelliklerden şiddetle kuşku duyabileceği) hocalarının, çalışma arkadaşlarının, birlikte ders aldığı diğer öğrencilerin, eşlerinin/sevgililerinin kendini “öğrenmeye meraklı, ama işte birikimi de belli şirin kız” imajına mahkûm eden müstehzi gülüşleriyle baş etmek zorundadır.[9] Üstelik bunu tüm bir sosyalizasyon sürecinin ve sıkı aile eğitiminin ona yüklediği çekingen dille yapar/yapmak zorunda kalır.[10] Ayrıca bu mücadeleyi, kendisi akademide olsun olmasın, ondan daha başarısızsa[11] bunun acısını çıkartan bir eşin/sevgilinin gölgesinde yürütmesi gerekebilir.
Bunun da ötesinde akademideki kadının, tam da kadın olmaya yüklenen toplumsal kodlara dayanan çok daha görünür pratik dertleri de vardır. Örneğin bazı bölümlerde cinselliği, güzelliği, “namusu”, buna dayalı olarak yaptığı ve yapmadığı her şey başına bela olur. Dolayısıyla akademi, sırf okumuş yazmışlardan oluşuyor diye, toplumun cinsel ikiyüzlülüğünden muaf değildir. Bir erkeğin korumasında olmanın toplumsal olarak tanındığı durumda da, yani kadın evliyse, ne cinsellik düzeyinde ne de başka düzeylerde işler kolaylaşır, bilâkis zorlaşır. Bir kere tüm kadınlar gibi akademisyen kadınlar da, çocuk sahibiyseler (ve sorunlarına bir yenisini eklememek için bu işi “kutsal aile çatısı” altında yapmışlarsa) bununla bağlantılı sorumluluklar esas olarak onların görevi sayılır. Ve yine tüm diğer kadınlar gibi örneğin çocuklarına kreş bulamadıklarında, çoğu evlilikte öncelikle onların uykuları kaçar.
Daha birçokları eklenebilecek bu sorunlar listesiyle, akademisyen kadınlar da (akademisyen olmayan kadınlar gibi) tek başlarına baş etmek durumunda kalırlar. Üstelik onlar bu toplumun, formel ya da informel olarak en örgütlenemeyecek iki kesimine de aynı anda mensupturlar: hem akademisyendirler hem de kadın. Onlara, eğitimle ilgili toplumsal kodlar kadar kendilerinin de yüklediği o gizli, alçak ve içi boş prestij imajı ve güçlü kişilik takıntısı bazılarını şöyle kadın kadına dertleşmekten bile alıkoyar.
Kuşkusuz tüm bu deneyim anlatısı, bu kadarla kalırsa yalnızca boş bir iç dökmeden ibaret olur. Ayrıca bu haliyle bu anlatının gerçekliği bire bir yansıttığı da kuşku götürür. Örneğin akademideki bazı kadınlar tüm bu deneyimi, toplumun onlara sunduğu tek meşrû savunma türünü, tek çekingen görünmeme imkânını, “erkek Fatma” ya da “hırçın kadın” imajını benimseyerek yaşar. Elbette bazıları tüm bu küçümseyici “meraklı şirin kız” imajını ya da cinselliğini, kendine baştan kapalı bazı kapıları açmak için kullanır. Diyelim ki bu saf kız imajı, İslâmcı-ülkücü kütüphane müdürlerinin, işgüzar arşiv memurlarının normalde birçok kadın ve erkeğe zorluk çıkardıkları durumlarda çok işe yarayabilir. Ya da bir kadının, hocasını baştan çıkararak (veya onun tekliflerini red etmeyerek), akademik yetersizliklerinin üstünü örtme veya sadece normalde daha güç koşullarda ulaşabileceği maddî ödülleri rahatça kazanma şansı, bir erkeğe göre çok daha yüksektir (Elbette, hocalarla öğrencilerin âşık olmalarını yasaklayalım demiyorum; sadece gerçekte çoğu zaman tüm bu ilişkilerin aşkla falan ilgisi olmadığına, bir güç ilişkisine dayandığına ve böylece belki de daha yetenekli birilerinin önünü akademi dışı yollarla kapadığına hepimiz tanık oluyoruz). Ancak tüm bu kendi çıkarına kullanma olanaklarına rağmen, bu küçümseyici bakışın sonuçlarının, uzun vadede ve genel toplamda akademideki kadınlar önünde ciddi ve baştan çizilmiş olanaksızlıklar olarak durduğuna da kuşku yok.
Yine de kadın akademisyenler sırf kadın olduklarından, güç ilişkileri tersine dönünce karşı tarafa geçmeyecekler diye bir kural da yok. Pekâlâ bir kadın akademisyen de cinsel arzularını, iyi not, tez jürilerinde savunulma, tez yazım sürecinde diğerlerinden daha özel bir akademik ilgi, asistanlık vs. gibi maddî kazançlar ya da yalnızca entellektüel bir kadınla hakiki dostluk gibi çok daha saygıdeğer amaçlar peşindeki öğrencilerine yansıtabilir. Ama yine de toplumsal kodlar itibarıyla “namus”larını korumak zorunda bırakılmayan erkek öğrenciler için tüm bu süreçler çok daha az zedeleyicidir.
Öte yandan, dipnotlarda zikrettiğimiz bir noktayı tekrarlamak pahasına da olsa şunu bir kez daha belirtmek gerekiyor: erkek arkadaşların bakışları, eşlerin başarısızlık kompleksleri vs. onların zayıf kişilikleriyle falan ilgili değil. Belki ancak bazıları, başka alanlarda gösterdikleri duyarlılıkların, iş kadınlarla ilgili toplumsal kodlara gelince tıkanıp kalması ve kendileri için çizdikleri muhalif imajlar arasındaki açıklıktan dolayı suçlanabilirler. Çünkü kadınlar gibi onlar da aynı en eski, en az tartışılan, en köklü toplumsal kurgunun, kadınlık ve erkekliğe yüklenmiş toplumsal kodların içinde yaşıyorlar; kadınlar kadar olmasa da onlar da bunların pratik sonuçlarını ve kişisel ızdıraplarını çekiyorlar ve çünkü -bu yapıya direnmek için de olsa- kadınların da pekâlâ bu kodları kullanabildiklerini, üstelik yeniden ürettiklerini görüyoruz. Dolayısıyla tek tek erkeklerin-kadınların sorumlu olamayacağı kadar önceden belirli bir yapı bu; ama kadınlar kadar erkekler de bu verili yapıyı değiştirmekten, asıl meselenin üzüm yemek değil bağcıyı dövmekten geçtiğinin farkında olmaktan, hiç değilse yargılamadan önce kadınların sözüne kulak vermekten sorumlu. Özellikle de başka alanlarda, değişime inanmaktan çekinmeyen muhalif bir portre çizen tüm erkekler ve kadınlar.
Üstelik yine hemen belirtmek gerekiyor ki kadınlar gibi erkekler de bu kodları yeniden üretiyor; hem de kendilerinin bu yeniden üretme işleminden kadınlardan daha kârlı çıktığını, bunun sonucunda da kadınlardan daha avantajlı bir konum elde ettiklerini bilen erkekler.
Görülüyor ki akademik bilgi üretiminin koşulları kadınlar ve erkekler için çok çok farklı. Ürettikleri bilginin niteliği ise, kadınlık ve erkeklik kodlarının etkili olduğu alanlar dışında pek farklı değil (zaten tam da bu kadınlık ve erkeklik kodları nedeniyle, bu tür kodları ya da özel alanı kapsayan disiplinlerde pek fazla erkek akademisyen yoktur). Ancak tekrarlamak pahasına da olsa şu kesin sonucu bir kez daha belirtmeliyiz: sırf okumuş yazmışlardan oluşuyor diye akademi tüm bir toplumsal kodlar evreninden (ve elbette bunların yorumlandığı tarihsel koşullardan), dolayısıyla kadınlık ve erkeklikle bağlantılı kodlardan bağımsız değildir. Akademi dışında bir tarafa daha az imkân tanıyan toplumsal cinsiyet kodları ve patriyarka varsa, bu akademide de (daha “akademik”, “kibar”, dolayısıyla gizli ve kalleşçe formalara bürünmüş olarak yaşansa da) vardır; tüm bu kodlar omurgasızlığın alıp başını yürüdüğü bir tarihsel kesitte iyice ikiyüzlü, iyice “ahlâksız” bir biçimde yaşanıyorsa, bu akdemide de böyledir. Tüm Kemalist reformların yalnızca kamusal alanla sınırlı kalmasıyla, özel alanda hiçbir taşı yerinden oynatmamış ve oynatma çabalarını da kendini kapsayıcı bir söylem olarak dayatarak engellemiş olmasıyla pekâlâ akademide de karşı karşıya kalırız. Dolayısıyla, pratikte yaşananlara baktığımızda, akademide çalışan kadın oranının yüksek oluşu ya da olmayışı, aslında, hiç ama hiç bir şey fark ettirmez. Üstelik tam da bu berbat gerçekliğin içinde yaşarken, bu durumdan söz ederken bir övünç payını halen saklı tutmak basbayağı kötü niyet sayılabilir, sayılmalıdır.
Ve aslında bu oransal üstünlük durumunun nedeni, biraz da söz konusu ifadenin karşısındaymış gibi göründüğü cinsler arası eşitsizlikten, buna dayalı toplumsal kodlardan kaynaklanır. Evet Türkiye’de akademideki kadınların oranı, beklenmedik bir şekilde Avrupa’daki kadın oranına yaklaşır; çünkü akademik işler ve bilgi üretimi sadece bir tür “öğretmenlik” sayılır. Bilgiyi bir kez daha küçümseyen, en azından önemsemeyen genel toplumsal kod, bilgi iletme sürecini de küçümseyerek, “öğretmenliği” aşağı işlerden, yani kadınlara uygun işlerden biri sayar: işte bir akademisyen alt tarafı günde en fazla bir iki saat ders verecektir (işin bu bir iki saatten ibaret olduğu sanılır ve bu bir iki saatin ardındaki uykusuz geceler yok sayılır) ve bu bir kadın için ne kadar da uygun bir iştir, böylece çocuklarına kocasına vakit ayırabilir (elbette buradaki “vakit ayırma” beklentisi esasında bir adanmaya işaret eder; hakikatte de bir adanma halini alır, bunu red edenlerse “dırdırcı” ve “kötü eş” damgasıyla yaşamak zorunda kalırlar). Kızının akademisyen olmasına karşı çıkan pek az anne vardır; en kızgın (yani kırgın) anneler bile bunu kabullenir, hattâ destekler. Elbette bunun tersi de geçerlidir: birçok erkek akademisyen adayı, hayatta bu işi yapmaya karar verdiğinde önce ailesiyle; onların, bu komik devlet memuru maaşıyla ileride çoluğunu çocuğunu nasıl geçindireceğine dair endişeleriyle baş etmek durumunda kalır. Dolayısıyla bu sayısal bilginin işaret ettiği alanda, şaşılası derecede isabetli bir beceriyle aynı anda hem kadınlara hem akademiye hakaret edebilmeyi, hem kadınları hem akademiyi küçümseyip hiçe saymayı, hem kadınlarla hem akademiyle alay edebilmeyi, yani hem kadınları hem akademiyi baskı altında tutmayı başarabilen koskoca bir iktidar ilişkileri ağı yatar.
Ancak elbette iş bundan ibaret değil. Ayşe Öncü’nün Türkiye’deki profesyonel mesleklerdeki yüksek kadın oranını açıkladığı ve özellikle hekimlik ve avukatlık alanlarına eğildiği bir yazısında belirttiği gibi[12] işin önemli bir parçası da Türkiye’de uzman mesleklere duyulan ivedi ve yoğun ihtiyaç içinde bu becerileri kazandırabilecek yüksek eğitimin hızla yaygınlaştırılmasına yönelik bir stratejinin izlenmesine; esas olarak devletin yürüttüğü bu strateji içinde sınıfsal önceliklerin cinsiyete dayalı önceliklere baskın çıkmasına; dolayısıyla Batı’daki kendiliğinden ve uzun süreli sürecin sonuçlarının tersine, Türkiye’de, uzman mesleklerin kadınlar için de prestijli sayılmasına dayanıyor. Buradan devamla Öncü’nün oldukça isabetli tespiti üst sınıftan bir kadının alt sınıftan bir erkeğe nazaran, uzman bir mesleğe giriş konusunda oldukça avantajlı bir noktadan başladığı. Dolayısıyla, “bu bulgular, yüksek eğitimin Türk kadınları için dikey hareketliliği hızlandıran bir araç olmaktan uzak; mevcut sosyo-ekonomik ayrıcalıkları pekiştiren bir süreç olduğunu vurgulamaktadır” (s. 277). Yani, tüm bu oransal yüksekliği sadece yukarıdaki argümanla açıklamak doğru değil ve işin ciddi bir sınıfsal boyutu da var. Üstelik anneler kızlarının akademisyen olmasını sadece kadınlara uygun bir meslek olduğu için değil, bu halen prestijli bir iş olduğu için de istiyor ve destekliyorlar. Tıpkı bu konuda kızlarının sonuna dek ardında olan, başka hiçbir konuda olmadığı denli ardında olan Kemalist babalar gibi…
Fakat yine de bu sınıfsal boyutun varlığı, bu yazının başından beri vurgulamaya çalıştığımız daha geniş patriyarkal düşünce evreninin etkisini geçersiz kılmaz. Bana öyle geliyor ki daha çok ikisinin bileşiminden söz edebiliriz. Böyle olmasaydı, neden uzman meslekler içinde doktorluğun, eczacılığın, avukatlığın ya da akademisyenliğin, diyelim mühendislikten daha çok kadınlara uygun sayıldığını açıklayamazdık. Ya da neden akademisyenlik de dahil olmak üzere, uzman meslekler içinde kadınların sadece bazı alanlar üzerinde yoğunlaştığını veya neden yöneticilik konumlarının halen büyük oranda erkeklere açık, kadınlara kapalı olduğunu yanıtlayamazdık.[13]
Dolayısıyla ve kısaca, akademisyen kadınlarla; özellikle de elit üniversitelerdeki akademik hanedanlıklara mensup olmayan,[14] bu memleketin sıradan bir ailesinden gelip, onca engele rağmen kendince nedenlerle bir şeyler yapmaya çalışan kadınlarla tüm ülkenin kadınlarını birleştiren bir şey var: hepimiz sonunda, aynı hınca hınç dolu belediye otobüslerine, nasıl taşıdığımız büyük bir muamma olarak kalan koca koca zerzevat torbalarıyla biniyor; aynı mutsuz yüzler ve taciz endişesiyle, camlardan, dışarıdaki karanlık şehrin akışını seyrederek yolculuk ediyoruz. Hepimizin gözlerinde aynı yorgun ve umutsuz ifade var. Elbet aynı ifade erkeklerin gözlerinde de var; ama bizimkine sanki bir şeyler daha eklenmiş: tarifi zor, çok kadınsı bir ızdırap; imkânlarının, kurtulma ve daha iyi, daha özgür yaşama imkânlarının gerçekten, erkeklerinkinden bile daha az olduğunu bilmenin verdiği bir ızdırap. Ve hepimiz ısrarla gözlerimizi birbirimizden kaçırıyoruz; hepimiz, en inatçı, umutlu, hayat dolu ya da belâgatli olanlarımız bile sonunda aynı tuhaf dilsizliğe mahkûm oluyoruz. Kadın olmanın nihayetinde, bir gözlerini kaçırma ve bundan böyle dilsiz yaşamaya alışma sanatı olduğunun bilgisiyle donanmış olarak…
[1] Bu ifadede -ve elbette benzer başka ifadelerde- asıl karşılaştırmanın “Avrupa”yla yapılıyor oluşu; buna bağlı olarak, kelimelerin içine sinmiş, başka hiçbir başarıda bunca tadına doyulamaz bir mertebeye ulaşamayan büyüklenme hissi ve bu ifadeyi bütünleyen diğer cümlelerin -“kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilişi” ifadesinde olduğu gibi- hep edilgen bir kipte kuruluşu (böyle konuşmalardaki hegemonik edilgen kip kalabalığı), tüm bu konular da bu yazının kapsamını kat be kat aşan, ama Kemalizmin karakteriyle ve bugünüyle ilgili başka düşünme egzersizleri için şahane kaynaklar oluşturabilecek ek gözlemler olarak burada anılmalı.
[2] Bağlam ve anlam arasındaki ilişkiden söz ettiğimiz bu noktada, yani tam da yeri gelmişken, yazının devamında değinilecek deneyimlerin -hele de bunu bir kadın kaleme almışsa- ne denli rahatsız edici bir sübjektivite riski içerdiğinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Daha açık ifade edecek olursam bu yazıda sözü edilen birçok şey hakikaten de kişisel deneyimlerden türüyor; onları yazmaya değer kılan da tam olarak bu aslında. Ancak bu durum, sözü edilen deneyimlerin bizzat benim kişisel hayatımdan kaynaklandığı anlamına da gelmiyor elbette. Hattâ bu yazıda bahsedilen noktaların çoğu kendi deneyimimden çok, etrafımda olan bitenin, etrafımdaki başka kadın ve erkeklerin bana aktardıklarının, kadın ve akademik hayat-etik meselelerine duyarlı bir kadın gözüyle yeniden yorumlanışından süzüldü. Dolayısıyla okurun bu yazıyı bir kişisel itiraflar toplamı gibi okumasını hiç mi hiç istemem. Öte yandan yine yeri gelmişken şunu da belirtmeliyim ki tanık olduğum her deneyimi yazıya almadım: sık karşılaşılan veya sık karşılaşılmasa bile özellikle önemli, can alıcı ve temsil gücünü yüksek bulduğum deneyimleri seçmeye çalıştım. Aslında bu paragrafın kendisi ve bu yazıdaki varlığı bile, kadınlarla, onlarla birleştirilerek düşünülen özel hayatla, deneyimlerle ya da özel ve kamusal sayılan alanların eklemlendiği noktalarla ilgili meselelerin, üzerinde meşrû olarak konuşulabilir konular dışında kaldığının; buna bağlı olarak da bu meselelerle ilgili bir şeyler yazmanın-söylemenin ne denli zor ve tehlikeli olduğunun belki de en güçlü kanıtı. Ve yine bu durumun kendisi, bağlamın, bu noktada daha geniş ölçekteki patriyarkal toplumsal bağlamın olası okumaları, yani anlamı etkilediğini bir kez daha gösteriyor.
[3] Esasında başından beri vurgulamaya çalıştığımız gibi bu iki düzlem ve bunlarla ilgili sorular sıkı bir biçimde iç içe: biri diğerini çağırıyor ve diğerinin cevabını içeriyor. Dolayısıyla bunları birbirinden ayrı düşünmenin ancak analitik bir nedeni olabilir.
[4] “Şeriatçı tehdit” korkusunun tüm kalpleri ve akılları sardığı, 28 Şubat’ın bu kalp ve akıllara seferberlik emri ve -nedense daha önceleri pek rastlamadığımız- bir kahraman cesareti verdiği günlerden bu yana hem bu nüfusun hem de Kemalizmin savunulmasını gerektiren (savunanlarca böyle gerektiği düşünülen) ortamların/“fırsatların” oranında ciddi bir artış, hattâ patlama olduğunu idrak ettik (biz böyle patlamaları, milletçe, bir bayram, bir cadı avı havası içinde “idrak ederiz”).
Hemen belirtmek gerekiyor ki buradaki iddia “şeriatçı tehdidin” gerçekten var olmadığı, uydurulduğu falan değil; hakikaten, bu çok tartışmalı konudaki fikrim diğer herkesinki kadar belirsiz ve spekülatif. Sadece, bu tehdidin büyüklüğünden bu kadar emin olan insanları, bu emin oluşun kendi dışındaki tüm ara konumları silen çocuksu inatçılığını ve buradan tezahür eden saldırganlığı şaşkınlık içinde izliyorum. Ve doğrusu, aslında bu tehdidin boyutuyla falan da ilgilenmiyorum; tüm bu olan bitenler, bunların oluş bitiş biçimi, buradaki büyük uzlaşma bana, hedefteki tehdidin kendinden daha ilginç, daha korkutucu ve daha önemli geliyor. Çünkü bu sorgu sualsizlik, bu sorgu suale tahammül edememe hali, eleştirel bir kalbin kolayından kaldırabileceği şeyler değil.
Ayrıca yine hemen bu noktada belirtmek gerekiyor ki bu Kemalist nüfus içinde, akademideki kadın oranını kat be kat aşan ciddi bir küçük burjuva ve kadın oranı var. Yukarıdaki tartışma, kadın oranındaki ciddi fazlalığın bir boyutunu açıklıyor. Ama küçük burjuva oranındaki fazlalığın ilginç tezahürlerine değinmeden de geçemeyeceğiz. Aslında bu yaygın söyleme bir cadı avı havası veren, tam da bu kesif küçük burjuva kalabalığı. Bu söyleme -Murathan Mungan’ın leziz deyimiyle- “çekyat kolaylığında” bir ideoloji olarak sarılan bu kalabalık, ancak ardına kendinden daha büyük bir gücü alınca böyle radikalleşip, hamasileşebiliyor ve cesaret havarisi kesilebiliyor. Başka bir deyişle, şu sizce de geçerli bir soru değil mi: “Neden bu söylem, 28 Şubat öncesi böylesi yaygın, moda ve cüretkâr değildi?”
Ayrıca bu kesimin bulaştığı her şeyi ticarileştirip hafifleştirdiği de açık. Bu noktada yakasındaki Atatürk rozeti dışında hiçbir aidiyet emaresi taşımayan, bildiği yüz köksüz kelimeyle bağırına bağırına aynı şeylerin etrafında dönüp duran; politik ufku da ancak bu kadar geniş olabilen ve bu kimlikteki çiğliği sorgulamayı bir kez olsun aklına getirmeyen bir kitleden söz ediyorum; yoksa bu konumu kendi iradesi, aklı ve deneyimiyle bulmuşlara ve başından beri savunanlara bir sözüm yok.
Tabiî bir yandan da küçük burjuva radikalizminin nerelere varabileceği, İkinci Dünya Savaşı’nın faşizmlerinden bu yana, kimse için yeni bir şey değil.
[5] Yeşim Arat, “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba (derl.), Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1998, s. 82-98
[6] Elbette bugünün Kemalizm savunucusu kadınlarını bu grup içinde değerlendirmek doğru olmaz. Üstelik bence ilginç olan, ilk dönem kadın akademisyenlerin (ki Arat’ın makalesinde zikredildiği kadarıyla Nermin Abadan Unat bu kuşağın simgesel isimleri arasında sayılabilir), devleti meşrû ve tek dönüşüm aracı saymakla birlikte tarihsel süreçlere eşitlikçi, ilerici, halkçı ve eleştirel bir gözle bakmayı başarabilmiş olmalarıdır. Bana kalırsa hem kendi konumlarını kişisel deneyimlerinden türetmeleri hem de devletin, özellikle Kemalizm sonrası hükümetlerin her yaptığını sorgusuz sualsiz onaylamamaları ve toplumsal ilerlemeyi kendilerine dert etmek konusundaki bunca inatçı inançları nedeniyle bu kuşağı, şimdinin bilgisiz ve ihtiraslı kalabalığından, devletin heveskâr sözcülerinden ayrı düşünmek gerekir.
[7] Bu yüzleşme çabasını belki de en açık şekliyle Firüzan’ın 47’liler romanında görürüz. Bu romandaki solcu kadın kahraman, inançlarının radikalliği, bunu dışa vuruş biçimleri, tarihsel ve toplumsal kökenleriyle pekâlâ Ankara’daki Neşet Sabit-Selma çiftini andıran Kemalist anne-babasını, toplumsal ilerleme fikrine halkı katmamakla, halka küçümseyerek yaklaşmakla suçlar; bu nedenle öne sürdükleri ilerici misyonun sadece bir yanılsama olduğunu iddia eder. Kendisinin de bir kadın olarak bireysel özgürleşme arayışları öncelikle ideolojik konumu tarafından belirlenir; üstelik kahraman gibi yazar da bu perspektifi savunur. Ancak yine de Emine anne ve babasını fazla namusçu bulmakta çekinmez; bu namusçuluğun “hakiki” aşk önünde nasıl bir engel teşkil ettiğini sergiler ve anne-babasının cinsler arasındaki eşitliğe yönelik nutuklarının kişisel çıkarları ya da özel alana dair toplumsal kodlar işin içine girince iflas ediveren koca bir yalan olduğunu düşünür.
Bu noktada Jale Parla’nın, kadın yazarlığında kişisel anlatıların, yaşamöyküsüyle yüzleşmenin ancak ’60 sonrası kuşakta görüldüğüne yönelik uyarısı ve bu anlatıların hep yarım kalmış/tamamlanmamış bir öykü olarak dile geldiği yönündeki tespiti önemli. Parla’ya göre bu kadın yazarlar topluluğu söz konusu tamamlanmamışlığı, kendini Atatürk imgelerinde açığa vuran, dolayısıyla onca “feminizm”ine rağmen Kemalizme (de) içkin olan patriyarkanın baskısıyla açıklarlar (Jale Parla, Türkiye’de Kadının Yüzyılı başlıklı Uluslararası Sempozyum’da sunulmuş tebliğ, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul, Nisan 2000).
[8] Adalet Ağaoğlu, “Kadın Cinsi -Erkek Cinsi -Yazar Cinsi ve Türkiye’de Yazarın Durumu”, Karşılaşmalar, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1997, s. 28-39. Ayrıca Ağaoğlu, aynı konuşma metninde, tam da bu nedenden dolayı kadın öyküleri ya da kadın yazarlığı diye bir kategoriden söz edilemeyeceğini belirtir.
[9] Elbette bu, olası bakış ve tanımlardan sadece bir tanesi. Ancak birçok kadının, sıklıkla karşılaştığı, dolayısıyla burada zikredilmeye değer bir bakış.
[10] Türk toplumunda kız ve erkek çocukların aile içinde nasıl farklı hedeflerle ve farklı değerlerle yetiştirildiğini, nasıl farklı bir sosyalizasyon sürecinden geçtiklerini, bunun doğurduğu sonuç ve tipolojileri, Kıray, yıllar önce, çok isabetli bir şekilde tespit etmişti (Örneğin Bkz. “Annelerin Yeni Rolleri: Türkiye’nin Küçük bir Kasabasında Değişen Aile İçi İlişkiler”, Seçme Yazılar, Bağlam yay., İstanbul, 1999, s. 105-120). Tabii, bunu bilmek için ille de Kıray okumaya gerek yok; onun yaptığı sadece, tüm sosyal bilimcilerin yaptığı gibi, bunu fark edip yüzeye çıkarmak, derli toplu anlatmak ve emplikasyonlarını çözmekti. Yoksa bu süreci hepimiz, kendi ailelerimizden, üç aşağı beş yukarı biliyoruz.
[11] Elbette, başarının, hele hele akademik başarının ölçütleri de başlıbaşına bir tartışma konusu. Ancak akademik olsun olmasın, bizim dışımızda belirlenmiş başarı kıstaslarını önemsediğimiz; önemsememekte direnenlerin önemsemeye zorlandıkları; halen direnenlerin de bunun bedelini ödemek zorunda bırakıldığı hepimizin malumu. Dolayısıyla tüm bu kıstaslar meselesi muhalif bir konum belirlemeye çalışanlar için, kimseye söyleyemediği ciddi bir çelişki olarak kalmaya mahkûm: bu kodları önemsememek mi? Daha başarısızların, bir takım konferanslarda boy gösterip, makale yayımlatmak için küçük hesaplar yapıp vs. “yükselmelerini” izlemek mi? (Ki bu, “adaletsizlikle, haksızlıkla nasıl başetmeli?” gibi çok daha yaşamsal, varoluşsal ve politik bir soruya da bağlı).
Ayrıca tam da bu noktada böyle bir mücadele zorunluluğunun erkeklerin kişisel kompleks ve düşkünlüklerinden değil, yaygın toplumsal beklentinin erkeklerin eşlerinden daha başarılı olması yönünde oluşundan kaynaklandığını; bu durumun her iki cinsiyet üzerinde de ağırlık yarattığını ve yine bu yaygın kodlar nedeniyle kendi kimliğini kocalarının başarılarını öne sürerek kanıtlamaya çalışan kadınların, özellikle orta sınıf içinde sık karşılaştığımız bir tipolojiyi temsil ettiğini de unutmamak gerekiyor.
[12] Ayşe Öncü, “Uzman Mesleklerde Türk Kadını”, Nermin Abadan-Unat (derl.), Deniz Kandiyoti ve Mübeccel Kıray’ın işbirliği ile, Türk Toplumunda Kadın, Türk Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara, 1979, s. 271-286.
[13] Bu konularda kesin bir veriye dayanarak konuşmuyor, daha çok kişisel gözlemlerime dayanıyorum. Yine de Öncü de Batıda yapılan, üstelik 1972 gibi görece eski bir tarihte gerçekleştirilen bir istatistiğe dayanarak da olsa aynı olguların Türkiye için de geçerli olabileceğini belirtiyor.
[14] Bu noktanın altını bir kez daha çizmeliyiz. Tüm bu paragrafta tasvir edilen tiplemenin, akademideki kadınların büyük çoğunluğunu oluşturan üst sınıf kökenli kadınlarla hiçbir ilgisi yok ya da pek az ilgisi var. Açıkçası bu üst sınıf kökenli kadınlar, dolayısıyla akademisyen kadınların büyük kısmı öyle ellerinde torbalarla otobüse falan binmiyorlar. Belki halen evişlerinden, kocalarından daha çok sorumlular ama bunu Ayşe Öncü’nün de işaret ettiği gibi, kadın aile büyüklerinden yardım alarak veya hizmetçi kullanarak, daha çok da bu ikisinin karmasından oluşan bir strateji izleyerek; yani bir bakıma, yine Öncü’nün terimiyle “kadının kadını sömürmesi” diye adlandırabilecek bir süreç içinde çözüyor olmalılar. Elbette tüm bu uyarılar üst sınıf kökenli bu kadınların, akademide kadın olarak ve kadın kalarak yaşamaya çalışmalarından kaynaklanan sorunlar yaşamadığı anlamına gelmiyor. Ancak bu sorunlarla da sınıfsal konumlarının kendilerine sağladığı ekonomik ve kültürel olanaklar içinde baş ediyorlar. Ve en önemlisi, yine de akademide, benim bu paragrafta sözünü ettiğim tarife uyan bir kadın topluluğu var; üstelik, hele hele son yıllarda, hiç de az sayıda değiller ve bana göre bu kadınların, kadın olmakla görece alt bir sınıftan gelmeyi -en azından işçi sınıfından gelmeseler de akademisyenlerin “geleneksel” sınıfı olan (çok) üst düzey bir sınıftan gelmemeyi- birleştiren konumları, özellikle sorunlardan bahsedilen ve sınıfsal boyutla cins kimliğinin bileşimini vurgulayan bir yazıyı bitirmek için çok daha uygun.