1. İtalyan solcu düşünür Antonio Negri kendi isteğiyle yıllarca sürgünde bulunduğu Fransa’dan ülkesine dönüp Rebibbia cezaevine kapatıldığında, özgürlük meseleleri açısından içerisi ile dışarısı arasında aslında önemli bir fark bulunmadığını, insanın cezaevinde de dışarıda olduğu kadar özgürlük inşâ edebileceğini söylemişti. İlk bakışta tuhaf görünecek bu “teslimiyetçiliğin” arka planında ancak Stoa felsefesinin baş edip açıklayabileceği ciddi bir saldırı yatıyor. Bu saldırı ya da eleştiri şudur: özgürlük boşluk değildir - onun derecesi ancak şu ya da bu üretimle ölçülür; modern toplumlar haklar ve hukuk üstüne en çok sözün söylendiği, en yoğun girişimlerin yapıldığı toplumlar oldu. “İnsan hakları” mefhumu Türkiye gibi bir ülkede bile iktidarların korkulu rüyası haline geldi. Ama özgürlük, ya da demokrasi, insanın kendi güçlerini kullanmakta engellerle karşılaşıp karşılaşmaması meselesi kadar basittir. Negri sonuçta bize şunu söylemiş oluyor: Siz dışarıda kendinizi daha özgür mü hissediyorsunuz gerçekten? İnsanlara birtakım haklar vermek kolaydır; bu hakları kullanabilecekleri gücü, kudreti onlara kazandırmak ise bugüne dek ve tabiî ki şimdi ve gelecekte insanların bireysel ve kollektif olarak verdikleri, vermekte oldukları, verecekleri mücadeleye, yani bir “güç yeterliği” meselesine bağlıdır.
Not: İnsan hakları üstüne “sivil” girişim sonuçta birtakım asgari müşterekler arasına katıldı. Mesele, “hukuksal model” adını verebileceğimiz düşünme ve algılama tarzının günümüzde apaçık ortaya çıkan yetersizliğidir. Foucault’nun işaret ettiği gibi bize ne “iktidarın işleyiş mekanizmalarını” anlatabilir, ne de Habermas’ın hattâ Slavoj Žižek’in bile içine düştükleri “hukuk felsefesi”nin Hegelci kalıntılarından bizi uzaklaştırabilir. Esas sorun “insan hakları” meselesinin aslında hümanist bir ideal çerçevesinde bir dünya tahayyülüne sahipken, aslında Türkiye’de de yaşamakta olduğumuz somut mücadeleler boyutunda anlaşılması gerektiğidir. Böylece bir kez daha görülür ki, “haklar ve özgürlükler” somut güç ilişkilerinin ötesinde ideal bir alan değildir, zaten ancak bireysel ve kollektif güçlerimiz, seferber edebileceğimiz kudretlerimiz boyunca ifade edebileceğimiz sanal varoluş hallerimizdir...
2. Kant’ın, Aydınlanma Üstüne Sorulan Soruya Cevap’ının günümüzde tekrar yazılması gerekir: Foucault bunu kısmi bir başarıyla denemişti. Aydınlanma bir “cesaret”, yani “mücadele” meselesi olarak tanımlanmıştı orada: “benim yerime sağlığımı düşünen bir doktorum, benim yerime malımı mülkümü denetleyen bir muhasebecim, benim ve çoluk çocuğumun eğitimiyle uğraşan bir öğretmenim” oldukça ben aydınlanmış değilimdir; birileri bu yüzden beni “aydınlatma” adına aklımı alabildiğine kötü kullanabilir... Kant’ın sorgulaması, bugün en kötü biçimleriyle Türkiye’de karşılaştığımız modern devlet aygıtının inşa edilmekte olduğu bir döneme rastgeldiydi. Yazar çizerlerimizden bazıları tarafından Türkiye gibi bir ülke için “postmodern” bir lüks, neredeyse bir politik yavşaklık örneği olarak tanınan Michel Foucault’yu belki de en karşıt olacağı idealist felsefenin temsilcisi Kant ile çok değil, onbeş-yirmi yıl kadar önce buluşturan nedenin ne olduğu bugün burada, Türkiye’de, “çok kalabalık olduğu için içeri tıkamadığı, çok yoksullaştığı için de artık besleyemediği nüfusu” karşısında “devlet” adını verdiğimiz bir oluşumun kendi kurduğu cezaevlerinde, denetim altında tuttuğu kitle iletişim araçlarında, caddelerde-sokaklarda, esas en kötüsü evlerimizde ve toplandığımız yerlerde yapıp ettiklerinin karşısında yeniden sorulmalı...
Not 1: Afrika’nın “dünya sisteminin dışında kalışı”, Üçüncü Dünya ülkelerinin bir “yetişme” ve “eklemlenme” beklentisi boyunca cehennemi bir döngünün içine yuvarlanmaları -IMF ve Dünya Bankası bu döngüyü açıklamak için yeterlidir- bir ara Samir Amin’in işaret ettiği gibi Birinci Dünya’nın içine sızan Üçüncü Dünya (Amerika’daki yoksullar, siyahlar ve Latinolar, Avrupa’da gittikçe yoğunlaşan “dışlanmışlar”, “yoksullar” ve “göçmenler”...), bütün bunlar artık “doğrudan yönetilmek”, Foucault’nun deyişiyle “kapatılıp disipline edilmek”, “uysallaştırılmak” için uygun olmayan bir nüfus oluşturuyorlar... Türkiye’de devletin kendi kurmuş olduğu hapisaneleri disipline edememiş olması, bunu yeniden tesis etmek için şiddetin en katlanılmazına ve budalaca türüne başvurmuş olması, varoşun tam göbeğinde bir genel duyarsızlık adası olarak inşa edilen İkitelli’den Türkiye’nin “kent yoksulunun” nasıl tuhaf görünebildiğinin anlaşılması, genelleşmiş yoksulluğun siyasî “temsilinin” en tuhaf siyasi oluşumlara, İslâmcı-cemaatçi ya da neo-faşist partilere kanalize olması... bu konuda daha ne söylenebilir ki?
Not 2: Modern dünya, 19. yüzyıl boyunca nüfusları kapatıp disipline ederek işe başladı... Önce aileye kapatılan kadın-erkek-çocuklar: ekonomik açıdan üretken birim olmayı yavaş yavaş önce imalathanelere, ardından fabrika sistemine devreden aile giderek hükümetlerin “biyolojik iktidarının” temel nesnesi haline geldi. Doğum kontrolü ve doğrudan “hayata müdahale”, alkolizmin engellenmesi için müdahaleler, emeğin yeniden-üretimi dediğimiz süreçler, ailenin içine tıkılırken, üretim işlevi dışarıya, atölyeye, fabrikaya taşındı. Bu “modernleşme” süreci aileyi de disiplin kurumlarının arasına katan şeydir. Fransız sosyolog Jacques Donzelot’nun gösterdiği gibi, 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında aileye önce dışarıdan dayatılan, sonra içselleştirilen bir “polis işlevi” kazandırıldı: yoksul semtlerde ailelerin çocuklarını polise “ihbar” etmeleri genelgeçer bir durum haline geldi. Başka bir deyişle, “...seni polise veririm” sözü pek o kadar da şaka değildir. Modern, sosyologların “çekirdek” diye tanımladıkları aile pek o kadar da “çekirdek” değildir ve kendisine atfedilmek istenen sağlamlıkları, ya da “toplumun hücresi olma” vasfını gitgide yitirmiştir.
3. Kant felsefeyi bir “cesaret” meselesi haline dönüştürmüştü. Düşünmeye, aydınlanmaya güç yetirmek, cesaret etmek, bunun için bireysel ve kollektif güçleri seferber etmek... Genellikle çok kötü tercümeleri nedeniyle Türkiye’de şimdilik heba edilmiş olan Foucault düşüncesinin ve tekabül ettiği derin araştırmalar zincirinin bize şu anda ne hallere düşmüş olduğumuzu anlatmak, hiç değilse hatırlatmak gibi bir işlevi var. Sonuçta Foucault’nun araştırdığı “Batılı” kurumları, cezaevi, okul, hastane, kışla vb. gibi kurumları 19. yüzyılın “modernleşme” programları çerçevesinde ithal eden ben değilim... “Batılılaşma” ve “modernleşme” bazı İslâmcı ya da muhafazakâr yazarlarımızın düşündüğü gibi eskiden var olan bir otantik öz uygarlığın üstüne eklenen iğreti bir çerçeve, ya da her türlü öz-gerçekliği yakıp yıkan bir despotizm değildir. Bir sürü iğretiliği ve bol bol tanık olduğumuz despotizmleri vardır, ama sonuçta, dünyadaki herhangi bir yer kadar, ülkemizi de geri çevrilemez bir sürecin içine sokan bir kurumlaşmalar tarihçesidir...
Not: Batılılaşma dedikleri şeyi bir zorunluluk, hattâ bir kader diye algıyanlar çoktu... Bu “Batılı” kurumların esas eleştirisi, eleştirilerini mutlak dışlama olarak kuran ve sadece eleştiriyi davet eden İslâmcı-muhafazakâr tavırla yapılamaz... Sonuçta her şey bazı İslâmcı yayınevlerinin Michel Foucault, Jürgen Habermas filan tipi kitaplar yazarak Batılının kendi dünyasını eleştirisinin Türkiye’den Batıyı eleştirmeye dönüşmüş haldedir... Solcu bir düşünce İslâmcı ya da muhafazakâr değildir... Onlardan temelinde farklıdır... Yani modernlik eleştirisi yapan Batılı düşünürler İslâmcılığın filan bir işine yaramazlar... Zaten tam da bu yüzden tercüme edilen metinler kesilmekte, sansür ve bilhassa düzenlenmiş anlatım hataları epeyce kullanılmaktadır...
4. Bu süreç mütemadiyen “özgürleşmeler” ve “haklar” icat ediyor olmasıyla ayırdedilir. Ama Foucault’nun deyişiyle bütün bu haklara çok sağlam bir zemin, kötüye kullanılmayacakları yapılar, kurumlar ve düzenler dayatarak bunu yapar... Bu kurumların oluştukları coğrafya hepimizin bildiği gibi “Batı”dır... Bu kurumlar Napolyon döneminde Fransız Devrimi’nin derinliklerinden çekilip alınıp tüm Avrupa’ya yaygınlaştırılır. Modern “medeni hukuk”, “usûl kanunları”, giderek “ceza kanunları” sonuçta Code Napoléon’un yol açtığı şeylerdir. Napolyoncu kurumlar 19. yüzyıl boyunca birer birer bugün üzerinde Türkiye’nin de bulunduğu coğrafi bölgeye (o zamanlar buna Osmanlı Devleti ya da İmparatorluğu denirdi) “ithal” edildiler... O zamandan beridir, her türlü “modernleşme-medenileşme” çağrımızda bu kurumların ithaline onay vermekten, taşıdıkları dünya görüşleriyle ideolojileri onaylamaktan başka bir şey yapmamış görünüyoruz...
Not: Türkiye’de Ceza Yasasının kaynağı Mussolini döneminde icat edilmiş bir “devlet intikamı” zihniyetine hâlâ sahiptir... Ama şunu hemen söylemek gerekir: devletin kendine karşı işlenmiş suçlardan başkasını affetme hakkı yoktur, ya da olmaması gerekir... Hukuk meseleleri üzerinde tartışmaların şu anda tartışmakta olduğumuz düzlemde pek bereketli olmamasına rağmen en azından böyle bir tuhaflığı aktarmak istiyoruz...
5. Foucault’nun bize gösterdiği şey, bu kurumlardan hiçbirinin aslında kendi “içkin” eleştirilerinden yoksun bir halde doğmadıklarıdır. Sanki bu kurumlarda artık alıştığımız sürekli “reform” önerileri kurumların doğuşundan önce geliyor gibidir... Başka bir deyişle, Foucault’nun söylediklerinin ötesine geçmeye cesaret edersek, bu tür “disiplin” kurumları reformisttirler. Bu durum onlara “onaylanmış” ve “meşrû” karakterlerini kazandırır. Böylece hastane -kör inançlarla yüklü- halk hekimliğinin ve burjuvanın aile hekiminin yerini alır. Böylece hapisane, insanların vücutlarından başka dokunulabilecek bir mülklerinin olmadığı bir dünyadan, özel mülkiyetin ekonomik sistemin esası haline gelmeye başladığı kapitalist bir sisteme geçiş ile beraber, vücutları yalnız kapatmayıp çalıştıran ve ekonomi alanına süren bir sistem olacaktır. Yine aynı şekilde fabrika sistemi -Marx’ın muhteşem analizlerinden öğrendiğimiz şekliyle- insanları işgünü adı verilen süre içinde kapatarak işlemektedir. “Disiplin toplumları” esas olarak kapatıp kuşatma mekânlarıdırlar.
Not: Kendini yakan insanlar, Belçika’dan yönlendirilen örgüt baskısı vesaire vesaire... ne olursa olsun... hükümet ve olaya tekabül eden iki bakanlık, sonuçta inşâ etmek için trilyonlar harcadıkları F-tipi cezaevlerini yürürlüğe koymuştur... Otuz-kırk kişinin öldüğü, iki jandarma personelinin şehit edildiği bu süreç sadece şöyle özetlenebilir: devlet artık istemediği “koğuş sistemini” basarak kim var kim yoksa onları derdest edip F-tipi cezaevine tıkmıştır ve işkencesini artık orada yürütmektedir... Bunu yaparken, müdahale olursa kendilerini yakacaklarını ayan beyan söyleyen insanları üzerlerine mazot püskürterek yakmaktan geri kalmamıştır; medyaya “devletin hallerine kuşku düşüren” yayın yapmaması ihtarında bulunmaktan geri kalmamıştır; bütün sorunun aslında bir-yerlerin sözcüsü konumundaki Emin Çölaşan’ın -neredeyse ağzından kaçırarak- ifade ettiği gibi, cezaevlerine “girmek” için önce af çıkarıp, siyasi mahkûm koğuşlarının çevresini boşaltarak sonra müdahale etmek gibi bir plana ait olduğunu ifade etmekten geri kalmamıştır... Sonuçta olup biten her şey ölüm oruçlarının durdurulması değildir... Ölüm orucundaki insanlarla birlikte birtakım sol örgüt üyelerinin toparlanıp Adalet Bakanı’nın birtakım sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte sorgulamadan yürürlüğe koymayacağına “söz verdiği” F-tipi cezaevlerine tıkılmış olmalarıdır... Ama ne yazık ki, ülkemizde aptallar aptallara konuşur ve bu medya için yeterli bir durumdur...
6. Kapatıp-kuşatma mekânları çok tuhaf bir cümle ile ayırdedilir: derler ki, “artık ... değilsin”. Okula gittiğinde sana diyeceklerdir ki “artık ailende değilsin...” Askere alındığınızda size “artık okulunda değilsin” diyecek birileri mutlaka oralarda bulunacaktır... Fabrikada iş bulduğunda sana artık ailende, okulda olmadığın söylenecektir... Bu, disiplin toplumlarının temel özelliğidir: hepsi şaşılacak ölçüde birbirlerine benzedikleri halde oralarda hep “artık... değilsin” denmektedir. Hepsinde ortak olan işte bu cümledir... Sonuçta şöyle bir baktığımızda modern insanın hayatı bu kırımlarda geçer: önce aile, sonra okul, bulabilirseniz işyeri ya da fabrika, maazallah hastane, olasılıkla hapisane, erkekler için kışla, kadınlar için -yeniden- aile vesaire vesaire... En zor hal aslında kendi “sivil örgütlerini” kurma gibi bir şansı olmayan çocuklarınkidir: aile ile gelecekleri arasında sıkışırlar...
Not: Bir aile efradı da çocuklarının “geleceği” tarafından kuşatılabilir - böylece devlet tarafından “yardım ve yataklıktan” suçlanmamışlarsa, en azından zanlı ya da kuşkulu nüfus kesimi olarak kabul edilebilirler... Son af (şartlı salıverme dedikleri) yasası sayesinde “yardım ve yataklık” suçlarından içeri girenlerin bırakılmış olanları hem adı üstünde “şartlı”dır, hem de ileride yeni “yardımcıların” mahkûm edilmeyecekleri anlamına gelmez...
7. Bütün disiplin toplumlarının kuralları, işleyişleri birbirine benzediği halde böyle “artık... değilsin” demeleri modern toplumların en büyük ikiyüzlülüğüdür. Bu ikiyüzlülüğün çok sağlam bir yapısı var ve bu yapıyı, Foucault’nun çok ilginç bir metninde karşılaşmak zorunda kaldığı ressam Magritte şöyle açık eder: karatahta üstüne muhtemelen bir öğretmenin resmettiği bir piponun altına -yazıyla- “bu bir pipo değildir” yazılır... Bu sayede mahkûm eden hakim koskoca cezaevi binasının karşısına geçip “bu bir hapisane değildir” diyebilir... Ve ekler: “biz cezalandırmıyoruz, aslında yaptığımız şey iyileştirmek, topluma yeniden kazandırmak, tedavi etmek...” O zaman “tedavi etmek” için var edildikleri söylenen başka mekânların neden var olduğu sorulabilir: niye hastaneler, tımarhaneler var? Bu soruya karşı modern hayat düzenlemesi sisteminin tabiî ki bir cevabı vardır: birbirlerine gönderirler - tıpçı hukukçuya, hukuk tıbba başvurur... Adalet hüküm verirken tıbba söz verir... Bu sayede meşrûlaşır...
Not 1: Ülkemiz sanat meselelerinde pek şanslı bir dönemden geçiyor olmasa da bu Magritteçi meseli en şizofrenik tarzlarıyla insanlarına (vatandaş mı demeliyiz hâlâ?) yaşatabilmesiyle ayırdediliyor. Böylece son cezaevi operasyonlarının bir “kurtarma harekatı” olduğunu, F-tipi cezaevlerine zorla sevk edilenlerin aslında devletin “şefkatine” mazhar olduklarını, hekimlerin görevinin insanları gerekirse “zorla” ve şiddetin gölgesi altında “tedavi” etmek olduğunu öğreniyoruz. Sonuçta artık bir hekim de çalıştığı hastanenin karşısına geçerek “burası bir hastane değil...” diyebilir. Ama bu o hastanenin kendisi için aynı zamanda bir “işyeri”, bir “fabrika” gibi bir şey olmasını engelliyor değildir.
Not 2: Bu yüzden “disiplin toplumlarının” sosyolojisi her yerde ve mütemadiyen “kaçamaklarla” karşılaşmak zorunda kalır. Genelleştirilmiş kapatılma-kuşatılma kurumları birbirlerine sürekli olarak hem insanları, hem de sorumlulukları gönderip, yükleyip dururlar. Batılı hukuk sistemlerinde çok değil ikiyüz yıldan önce suç fiilî anında aklî dengenin yerinde olmaması (o zamanlar buna rahatça “delilik” denebiliyordu) her türlü cezai müeyyideyi ortadan kaldıran bir unsurdu. Şimdi artık aklî denge meselesi öyle işlemiyor: artık aklî dengesi yerinde olmayanları da kapatacak (bugünlerde “gözetim altında tutma” diye bir ad veriyorlar buna) yerler yeterince icat edildiler...
Not 3: Foucault’nun “disiplin toplumları” kavramıyla ortaya attığı gerçekten pek eğlenceli ve ironik bir sorudur: disiplin toplumları hep insanları “artık... değilsin” diye devralıp aktardıkları halde neden acaba aslında kendi işlerini yapmadıklarını, cezaevine tıkarken cezalandırmadıklarını, aslında tedavi ettiklerini, “güvenliklerini sağladıklarını” söylerler? Ve aynı şekilde, hastane ya da okul gibi kurumlar son tahlilde biçimsel ve mimari olarak cezaevlerinden pek farklı değildirler? Kaçamak hem global hem de mutlaktır...
Not 4: Son “cezaevleri operasyonu”nun sonunda artık tıpçılara, solcu oldukları için yüklenebilecekleri TTB’nin tavrına yönelik eleştiriler bile geldi: yemin etmiş, o yüzden ölüm orucunu durdurmak için müdahale etmeliymiş... Mesele bir doktorun “hastalığını beyan etmeyen” biri karşısında var olup var olamayacağı konusudur. Psikanaliz gibi en müdahaleci zihniyetler bile, “halinden şikayetçi olmayan” birine müdahale etmeyi reddeden bir tavra sahiptiler hiç değilse...
8. Yine Foucault bize eski, feodal, “egemenlik toplumlarını” (bu arada tabiî ki Osmanlı devlet geleneğini) ayırdeden iktidar tarzının (bu bir “kılıç hakkıdır”) “öldürmeyip bağışlamaya”, yani “yaşamaya bırakmaya” dayandığını, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca evrimleşen yeni bir iktidar biçiminin ise doğrudan doğruya “yaşatmaya” çabaladığını hatırlatıyor. Liberal olsun, sosyalist olsun bütün modern rejimler “yaşatmaya” çabalarlar. Sözgelimi Nazizm ne yaptıysa Ari ırkın sağlığını, yaşamını güvenceye almak için yapmıştır. Tabii ki bunu yaparken Ari toplumu veya ırkı tehdit eden bütün “sağlıksız” unsurları yok etmek, temizlemek zorundadır: Yahudileri, Çingeneleri, eşcinselleri, komünistleri vesaire... vesaire...
Not: İşte bu yüzden “asmayalım da besleyelim mi?” gibisinden bir anlayışa karşı çıkıyor olmak kendi başına pek fazla bir şey ifade etmiyor. “Yaşamaya bırakma” iktidarı bütün yapılarıyla en azından Türkiye gibi bir ülkede devreden çıkartılmış görünüyor. Sonuçta “bırakma”, “müdahale etmeye” göre daha az bir enerji ve güç seferberliği gerektirirdi. Şimdi ise tam tersi doğrudur. Merhum Özal yabancı gazetecilerin bir sorusu üzerine “Türkiye’de bir Kürt meselesi yok...” dedikten sonra “ama benim annem Kürttür...” (annesi Osmanlı döneminde doğmuştu galiba) dediğinde bu durumu hissetmememiz olanaksız. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde devlet şu ya da bu alana mütemadiyen “müdahale etmeyi” bırakamamaktadır...
9. De Tocqueville gibi Fransız Devrimi mağduru bir aristokrat Amerika üstüne ünlü kitabına altyapı oluşturan uzun Amerika seyahatini aslında Fransız hükümeti adına bu ülkedeki cezaevi sistemini incelemek için yapmıştı. Sorun suçluları öyle dosdoğru, topyekûn kapatarak, bir fabrikada geçerli olan “işbölümü” kurallarını dayatıp kollektif üretime yönelten daha klasik bir sistemle, mahkûmu tam anlamıyla tecrit eden Panoptik karakterli “Pennsylvania Sistemi” arasındaki farklardı. Birincisi suçluları birarada tutup cemaat oluşturmalarına ve gelecekteki suçlara zemin hazırlıyordu. İkincisi ise bedene müdahale yoluyla doğrudan “ruha saldırı”ydı. Çünkü kişiyi tek başına bırakarak düşünme ve iletişim alanlarını ve olanaklarını en aza indiriyor, böylece ruhun derinliklerindeki sakatlığı, ahlâksızlığı, suç eğilimini söküp atıyordu. Bu aslında hapisane sistemleri üstüne en eski tartışmadır.
Not 1: Bu en eski tartışma bugün Türkiye’de tartışılan cezaevleri meselesinin aslında Batı’da ikiyüz yıl önce tartışılmaya başladığını gösteriyor. Türkiye’deki F-tipi cezaevleri kadar keyfi müdahalelere ve kötüye kullanmalara açık, belki o kadar zalimce olmayan “Pennsylvania Sistemi” “gözetlenebilir hücre” anlayışına ve mimarisine sahipti ve bir Panopticon olarak işliyordu. Amacı gardiyanlarla temsil ettikleri “iktidar” arasındaki görünür bağı ve dolaysızlığı kopararak, gardiyanları “görünmez” kılmak, iktidarın gücünü ise doğrudan mahkûmun bedeniyle ruhuna temas ettirmekti. Görünmeyen bir iktidarın sizi her an gözetlediğini düşünmeniz tabii ki o iktidar için çok ciddi bir ekonomik tasarruf oluşturacaktır.
Not 2: “Koğuş sistemi” denen şeyin çoktandır Batıda uygulanmadığı yolundaki bir iddia F-tipi cezaevlerinin uygulanmaya konması lehinde bir kanıt olarak ileri sürüldü. Tabii ki bu konuda Batı’nın cezaevi sistemlerini bir “ideal” olarak önermek gibi bir şey yapmak bana düşmez. Cezaevini kimseye layık görmem ve kimseye şu sistem daha iyidir gibi bir görüş beyan edecek konumda değilim. Bunu yapsam da hiçbir anlamı olmaz, beni kaale almazlar... Sorun Türkiye’de en ayık ve teyakkuz halinde olması gereken kesimin, sol siyasi parti ve hareketlerin de benim bu halime çok benzer bir güçsüzlük durumunu yaşamasıdır.
Not 3: Batı’da uygulanmakta olan cezaevi sistemleri ve mimarileri F-tipine yakındırlar genellikle. Ama orada kısmen de olsa bir “ferahlatma” psikolojisi işbaşında olabiliyor. Hiç değilse “mahkûm hakları” denen ve Türkiye’de bilinmeyen bir şey var ve insanlar bunun üzerinden mücadele edip hak arayabiliyor, bazen da elde edebiliyor. Hücre tipi cezaevlerinin en son kötüye kullanılışını Almanya’da Baader-Meinhof olaylarında görmüştük. Ama unutmayalım ki bu herkes tarafından son derecede sert bir şekilde sorgulanmış ve faillerini rahat bırakmamış bir olaydı. Biraz televizyon seyredip gazete okumak Türkiye’de böyle bir şeyi umamayacağımızı hemen hissettiriyor...
Not 4: Cezaevlerinde yapılan ve F-tipine geçişi devlet açısından şimdilik sağlama alan operasyonlar Batının hapisane ve cezalandırma pratiklerinin tarihi içinde nereye oturuyorlar? Hücre sisteminin bir “ilerleme” olduğunu ve mahpustakiler için bir “sınıf savaşı” (tabii devlet için de!) mekânı olarak tasarlanan cezaevleri sisteminin F-tipi cezaevleri yararına terk edilmesinin Türkiye’de sonuçta Foucault’nun andığı disiplin sistemini “saflaştırma” anlamına mı geldiğini sorgulamak mümkün. Bu durum mahkûmlar için “sınıf mücadelesini” cezaevlerinde de yürütmek gibi bir yaklaşım şansını ortadan kaldırıyor. Devlet aracılığıyla icra edilen “baskıcı” sınıf iktidarını her durumda kendi düşünme sisteminin odağı haline getiren Marksist düşünce sisteminde acaba gerçekten “stratejik” bir tahlil eksikliği mi var? Mesela Foucault’nun açtığı düşünce perspektifi, “hücre sistemlerinin”, giderek genel olarak disipliner kurumların “işkence” olgusunu ortadan kaldırmak üzere dizayn edildiklerini onaylar gibi görünür. Ama şu andaki durumda F-tipi cezaevlerinin bizzat kendilerinin “işkence cihazı” olarak hizmete kondukları da söylenebilir. Zaten mahkûmların F-tipi cezaevleri karşısında gösterdikleri direnişin temel iddiası izolasyona dayanan böyle bir sistemin “kötüye kullanmaya açık” oluşu değil miydi? Ama devlet isterse koğuş sistemini de bir cehenneme çevirebilirdi ve hapisane içi uygulamalarda “hücre sisteminin” de şimdiye dek kullanılmadığı da zaten söylenemez... Velhasıl, kendisini “tarafsız”, “temiz” tutmaya çalışan bir düşünce biçiminin bu türden sorulara cevap bulması son derecede zordur.
Not 5: Yine Foucault’yu hatırlarsak: “cezaevi ve kapatma şebekesi sindiremediği şeyleri karmakarışık bir cehennemî bulamaca terk etmez; dışarısı diye bir yer yoktur ki! Bir eliyle dışladığını öteki eliyle tekrar yakalar. Cezalandırdıkları da dahil olmak üzere her şeyi saklar, ‘kurtarır’. Dışlamaya, boşvermeye karar verdiklerini bile ‘harcamaya’ isteksizdir...” Türkiye gibi bir ülkede bu durum insanları dışarıda da takip ve kontrol etme gibi bir biçime bürünüyor. Sözgelimi Ecevit’in 1974 yılından beri ideali olan Mernis Projesinin amaçları arasında “güvenlik bakımından kanun kaçaklarının izlenmesi ve yakalanması kolaylaşacaktır” ibaresi yer alıyor. Ama kredi kartı sisteminden vergi kaçaklarının izlenmesine varıncaya kadar böyle bir projenin öne sürdüğü bütün amaçların oluşturduğu bakış sistemine göz atıldığında “izlenme ve yakalanmanın” sadece “kanun kaçaklarına” özgü bir durum olmadığını anlıyoruz. Böyle bir sistem “bütün vatandaşları” ve “sokaktaki insanı” da bir “izlenme ve potansiyel yakalanma” odağı haline getirmeden aralarından “kanun kaçaklarını” tespit edemez. Bu hane hane, ev ev, sokak sokak genelleştirilmiş bir “denetim sistemidir”. Su, telefon ve elektrik borçlarından bireysel kullanım rejimlerine, kredi kartlarındaki “harcama” profillerine bakarak her an değişken “risk grupları” ya da istatistiki “vatandaşlık profilleri” çıkarmayı amaçlar. Bu tür sistemler Avrupa’da yürürlüğe konmak istendikleri anda çok yoğun tepkiler aldığından geri çekilmişlerdi. İyice yerleşmiş göründükleri ABD’de ise çok çeşitli “direnç biçimleri” yüzünden sürekli olarak deliniyorlar. Türkiye gibi bir ülkede ne buna karşı çıkacak sivil bir iradenin, ne de bunu delebilecek ve aşırı işleyişlerini dengeleyebilecek “direnç bilincinin” varlığı söz konusudur.
8. Bu noktadan itibaren Gilles Deleuze’ün “Denetim Toplumları Üstüne” yazdığı Ek’i okumanın zamanı gelmiştir...