Hayata Dönüş!

Ölüm oruçlarına karşı düzenlenen operasyona “hayata dönüş” adının verilmesine acımasız, insanın kanını donduran bir ironi diyebilir miyiz sahiden?

Yıllardır ya bir ekip otosunu, karakolu taramaktan, ya da molotof kokteyllerinin, bombaların atıldığı, otobüslerin yakıldığı bir gösteriden sonra yaka paça tutuklanmışken veya çoğu kez “ölü ele geçirilmiş” yoldaşlarının cenaze alayında, genellikle yoksul, “henüz şehirli” ana babaların yanında örgüt sloganları yazılı kan kırmızı bandanaları ile haykırır ve sonra derdest edilirken, silâhları, örgüt dergileri, dinamit ve sahte kimlikleri ile televizyonlarda teşhir edilirken nedense zafer işareti de yaparken gördüğümüz ve en son Kasım ayı sonlarından beri yüzlercesinin ölüm orucuna girdiklerini duyduğumuz, neredeyse tamamı metropol varoşlarından gelme genç insanları kasdetmiyordu o sözler.

Devletimiz ciddidir, ironi de olsa şaka yapmaz, şakaya gelmez. Biz de toplum olarak öyleyiz ya. O nedenle, grayder ve varyoslarla yıkılan, dumanlar içindeki hapisane binalarına karşı savaş nizamında ilerleyen askerler, silâh sesleri, vurulan askerler, kurşunla, kendini yakarak veya yakılarak ölenlerin saat başı arttığına dair haberler, kavrulmuş saçları perişan halleriyle ya sedyede ya itile kakıla mazgallı arabalara tıkılan genç kızlar... resmî bilançosu yüzlerce yaralı, otuz dört ölü olan bu operasyonun o mahkûmları “hayata döndürmek” için düzenlendiğini söyleyecek kadar küstahça bir alaycılık söz konusu değildir.

“Hayat”a döndürülecek olan bizlerdik.

Her toplumdakinden daha da filisten orta sınıfların değil sadece, onların omurgasını oluşturduğu, en “solcu”, hattâ vaktiyle silâhlı mücadeleye girmiş, hapislere düşmüş olanlarımızın bile, çıktıktan sonra, orta halli aileleri, meslek ve öğrenim düzeyleri, eski arkadaşları kanalıyla tutunacak bir yer edinmiş oldukları “hayat”... Bu hayatın kıyısında ise ona tutunmanın törpüleyici, bulanık ve istikrarsız yollarına yığılmış, hapisanelerdeki “kader kurbanları”nın ezici çoğunluğunu, on-on beş yıldan beri ise “yasadışı silâhlı sol örgüt” mensuplarının hemen tamamını üreten varoşların, yoksul mahallelerin öfke, tevekkül, çaresizlik ve korku yüklü puslu dünyası vardı. O muteber hayatlarımızın ikiyüzlülük, yolsuzluk, rezillik ve çürümüşlükle bezeli koridorlarında sık sık karşımıza çıkmasına artık alıştığımız mafyaların kıyıcı çete reisleri ve tetikçileri ile kopup geldikleri yerler de orasıydı.

Ekim-Kasım aylarında “kader kurbanları için çıkarılacak af” tartışmaları ve hapisteki mafya çetelerinin oradaki tüyler ürpertici “icraat”ları nedeniyle gözlerimizi bu hayatın dışındaki, kenarındaki aleme çevirmek zorunda kalmıştık. Cezaevi müdürlerine kebap servisi yaptırtacak ve ana avrat küfrettikten sonra el pençe divan durduracak kadar dizginleri ele almış çete başlarının hapisaneleri paylaşarak haraca kestikleri gibi dışarıdaki “mutad” işlerini de tıkır tıkır yürüttükleri arada bir duyuluyordu zaten. Şimdi, bu alışkanlığımıza rağmen, gözlerimizi dehşetle hapisanelere çevirten olay, bir çete reisinin şüphelendiği yedi-sekiz mahkûmu boğazlayıp birkaç infaz görevlisini rehin alarak iki gün sonra güle oynaya bir başka cezaevine “lütfen” yollanmasıydı.

Bu sahneleri ve afla çıkacak mahkûmların mağdur ettiği “temiz aile”lerin protesto haykırışlarını seyrediyor iken, “yasadışı sol örgütler”in, “terörist-siyasî” mahkûmların bir-bir buçuk aydır sürdürdükleri ölüm orucu eyleminde kritik döneme girildiği haberleri gündemin ortasına oturdu. Daha önce açlık grevlerinde ölmüş olanların akla gelmesi, birkaç yüz mahkûmun ölüm sınırına dayanmış bu grevle sadece hücre tipi cezaevlerine gönderilmemeyi istemeleri, ilkin geniş denilebilecek bir merhamet dalgası yarattı ise de; Adalet Bakanı’nın F-tipi cezaevlerinde, ilgili kuruluşlarla mutabakat halinde düzeltmelere girileceği, sevklerin ileri bir tarihe erteleneceğine söz vermesine rağmen ölüm oruçlarına son verilmemesi üzerine bu hava hızla kayboldu. Gözlerimiz hâlâ hapisanelere çevrili gergin bir hareketsizlikle beklerken gazete ve televizyonlarda artık açlık grevlerinin DGM’lerin kaldırılması, Kürtçe TV gibi talepler için sürdürüldüğü haberleri veriliyor, ölüm orucuna bir örgütsel ayin havasında gidildiğini gösteren video görüntüleri gösteriliyordu. Ne bu video görüntülerinde ne de eylemin hapisanedeki sözcülerinin konuşmalarında, ölüm oruçları, başka çare kalmadığından, toplumun adalet, insaf ve insanî ölçü duygularını harekete geçirmek için başvurulmuş trajik bir eylem gibi değil, örgütlerin “şanı”nı yüceltmek, kararlılığını ispat etmek, devlete ya da topluma bu kararlılık ve irade ile meydan okuma eylemi ve gösterisi gibi yansımaktaydı.

Yoksulluğun ve tutunma başarısızlığının, tutunamama korkularının ve kaba saba (maganda) küstahlığının, suç ve tehlikenin içiçe geçmiş olduğu bulanık bir sosyal mekân olarak varoşların, yani toplum ve hayat dışının uzanımında yer alan hapisanelere yüzümüzü döndürerek geçirdiğimiz birkaç haftanın en son görüntüleri bu irkiltici sahneler oldu. Af bekleyen mahkûmların mağdur ettiği kişilerin anlattığı tecavüz ve cinayetleri dinledikçe, bu suçluları bıraktığı için devlete kızan, fiilen mafya çetelerinin idare ettiği, asıp kestikleri hapisane manzaralarında devletin bu boş vermiş halinden “hayat”ı adına endişelenmiş olan toplum, bunların ardından gelen ölüm orucu eylemcilerinin şahsında da trajedi ve insaftan ziyade karanlık bir meydan okuyuş, adaletten ziyade dayatma ile karşı karşıya olduğu hissine sürüklendi. Birkaç haftadır kendi “normal” hayatının dışındaki bu alana yönelmiş; ilgisini bu birbiri üzerine çakışan ya da yan yana konulan bütün bu görüntüler ve hissiyatın oluşturduğu bir tür tehdit algısı, kanısı ile tamamlayan -tutunmuşların- toplumu, artık “ne halleri varsa görsünler” aldırmazlığı ile “kendi hayatı”na dönmeye hazırdı. Devletin “hayata dönüş” operasyonu için konjonktürel koşullar tam kıvamına gelmişti.

O nedenle operasyon bitip devletin direnişleri kırarak tüm hapisanelere girdiği belli olduktan sonra, mahkûmların akıbetine dair ilgi de bıçakla kesilmişçesine bitti. Tam bir “konuşmaya değmez” sessizliği içinde, onca yaralının ne durumda olduğuna, ölüm sınırına gelmiş açlık grevcilerinin haline, süratle F-tipi cezaevlerine tıkılan mahkûmların nasıl bir “muamele”den geçirildiklerine dair, birkaç istisna hariç haber bile verilmedi, istenmedi de. Arada bir, ortak bir vicdanımızın, kim olursa olsun kötü durumda olan herkese karşı insanî bir ilgi yükümlülüğümüz olduğunu hatırlatan, o -hâlâ süren- gri sessizlik ortamında bu namusun temsilcisi olarak adeta tek başına çırpınan Mehmet Bekâroğlu gibi insanların -ne yazık ki- çaresiz girişimleri de olmasa; Aralık ayı sonlarında Türkiye’nin, çok değil bir iki hafta önce tarihe geçecek derecede kanlı, zayiatlı bir hapisanelere karşı operasyon yaşadığına dair ortada hiçbir iz gözükmüyor gibiydi. Şüphesiz morgların, cezaevi revirlerinin arka kapılarında, kasketleri, başörtüleri, yoksul ve yıpranmış elbiseleri ile suskun, kederli ve bir kez daha mağlup yüzleriyle, kendilerine nefretle bakan güvenlikçilerin kuşatması altında oğullarının, kızlarının yanmış hırpalanmış cesetlerini almak için bekleşenler vardı. Artık neredeyse yapayalnız kalmış mahkûm yakınlarının arada bir büyük kentlerin işlek caddelerine çıkıp, polis tarafından yaka paça edilecekleri ana kadarki o kısacık sürede bir şeyler söylemeye kalkıştıkları oluyordu. Etrafın duyarsızlaşmış bakışları altında ve caddenin olağan gürültüsü ve görüntülerinin seslerini, sözlerini ve hattâ varlıklarını silikleştirdiğini, yok saydırttığını herhalde fark ediyorlardı.


1980-90’lı yıllar siyasal literatürün birçok kavramını hurdaya attığı gibi, çoğu kavramı ve tanımın içeriğinde, tekabül edegeldiği sosyolojik, sosyo-politik gerçeklikleri de değiştirdi.

Örneğin, “yasadışı sol örgüt” kavramı, 1960-70’li yıllarda legal TİP’ten kır veya şehir gerillasına hazırlanmakta olan yığınla sosyalist/devrimci eğilimi kapsayabilen bir terim iken; 1980’lerden itibaren sadece yasal statüde çalışmayı, örgütlenmeyi reddeden veya bu tür çalışmaları yan faaliyet sayıp asıl olarak yeraltı-silâhlı eylemlere yoğunlaşan eğilimleri değil, giderek mensuplarını belirli bir sosyolojik kesimden devşirebilen hareketleri ifade eder oldu. Nitekim 1960-1970’li yıllarda tümü de fiilen “yasadışı sol örgüt” addedilen parti ve örgütler yelpazesine bakıldığında, bunlar arasında ciddi bir sosyolojik farklılık pek görülemezdi. Gerçi özellikle 1970’li yıllarda genel olarak sol, özel olarak sosyalist/devrimci hareketler geniş bir alt sınıf, işçi, köylü “tabanı”na oturur hale gelmişlerse de hemen her örgütte azımsanmayacak sayıda orta, üst sınıf kökenli genç, aydın, öğrenci bir kesim de yer almakta, hattâ bunlar o örgütlerin en dinamik, belirleyici, sürükleyici unsurunu oluşturmaktaydı.

Şüphesiz hepsi de sosyolojik olarak heterojen bu hareketler içinde, kır veya şehirlerin şu veya bu kesiminin daha ağırlıkta göründüğü, hattâ belirli bir yöreden gelenlerin büyük çoğunluğu oluşturduğu, en seçkin okulların öğrencileri arasında belli eğilimlerin bilhassa taraftarı olduğu gözlemlenebiliyor idiyse de; aralarında geçişler olan, birbirinden etkilenebilen, benzer bir hayat ve ilişkiler dünyasını paylaşabilen bir ortam oluşturmaktaydı. O sıralarda “devrim stratejisi” bahsinde temel ayrım ölçütü olan silâhlı mücadeleyi esas almak veya almamak, sosyoloji bileşimi daha ziyade şöyle olanlarla böyle olanlar arasındaki ayrıma oturmuyordu.

1980’lerin sonlarına doğru tüm bu eğilimler artık güç ve etkinliklerinden pek çok şey kaybetmiş olarak da olsa, yeniden toparlanmaya başladıklarında, birçok eğilimin eski dil ve strateji tanımlarında esaslı hiçbir değişiklik görünmese de, örneğin vaktiyle illegal örgütlenme ve “silâhlı mücadele”yi esas alarak oluşturulmuş özel literatür resmen muhafaza ediliyor ise de, fiilen yasal zemine oturan örgüt ve eylem biçimleri içinde var olmaya yöneldikleri görülüyordu. Buna mukabil illegaliteyi ve silâhlı eylemi sürdürmekte kararlı olanlar da vardı. Ancak “legalite”yi ve “silâhlı mücadele”yi savunanlar arasında bariz, yıllar geçtikçe daha da kolay görülebilir olan bir sosyolojik fark da vardı. Bütün bu sosyalist/devrimci eğilimleri biraraya getiren “geleneksel” 1 Mayıs’larda bu fark, her geçen yıl daha da belirgin biçimde görülebiliyor, iyi giyimli, alt-orta sınıf ve orta yaşlı ağırlıklı legal sol parti/örgüt mensuplarının yanı başında onlara da yabancı gibi bakan, büyük çoğunluğuyla metropol varoşlarından geldiklerini giyim kuşam ve hareketleriyle belli eden, patlamaya hazır bir öfkeyle yüklü bakışları, sert, askerî ifadeli yüzleriyle çok daha genç “yasadışı” sol örgüt sempatizanları”, yaşlı mahkûm yakınları da aralarında ayrı bir “cemaat” gibi duruyorlardı.

Yıllar geçtikçe, vaktiyle tüm bu sosyalist/devrimci eğilimlerin içinde birlikte çalıştığı ve aralarında “iktidar kavgası” verdikleri örgüt ve sendikalara da yansıdı bu durum. “Yasadışı sol örgüt” kategorisine girenler, sendikalaşma oranının zaten giderek düştüğü “istikrarlı” iş kollarının görece iyi ücret alan işçilerinin bulunduğu sendikalarda, mühendis, mimar, tabip odalarında hızla azalır, artık temsil edilmez hale gelir, iyi bir gelecek vaadeden okullarda ancak tek tük taraftar bulabilirken; polisin kendilerine karşı yürüttüğü amansız takibe, mutad hale gelen “ölü ele geçirme” yöntemine rağmen metropol varoşlarında sürekli bir militan ve sempatizan kaynağı bulabiliyorlardı.

Özetle, halen legal zeminde olan ve “yasadışı” kategorisine giren sosyalist/devrimci sıfatlı hareketlerin görünüşteki siyasal söylem, görüş ve yöntem farklılıkları, onları -ağırlıkla- oluşturanlar arasındaki sosyolojik ayrıma oturmakta; yani iki ayrı toplumsal/insanî gerçekliğin “sosyalizm”ini, “devrimci”liğini yansıtmaktadır. Az sonra bu sosyolojik farklılığın neredeyse bir kopma, kopukluk gibi de nitelenebileceğini, söz konusu sosyalizm ve devrim/devrimcilik gibi kavramlara da iyice farklı anlamlar verildiğini, her iki genel eğilimin de seslendikleri kesimleri kendilerine çekebilmek için farklı saîk ve duyarlılıkları işlediklerini anlatmaya çalışacağız.

Ancak şu noktada, sözünü ettiğimiz sosyolojik ayrışmanın yalnızca sol-sosyalist sıfatlı alana özgü olmayıp, daha soluk ve düzensiz hatlarla da olsa “sağ”da da geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Şu ana kadar “solcu” ve “devrimci”lerinden bahsettiğimiz varoşlar “tutunulmuş” hayatın, tutunanların toplumunun dışında, dışlanmışlardan oluşan varoş, muteber sağ parti ve eğilim taraftarlarının giderek seyrekleştiği, buna mukabil konjonktürel olarak “aşırı” akımlar üreten dinî ve milliyetçi sağın yerleşik ve hattâ çoğunluk güç haline gelebildiği yerlerdir de. Bu durum yalnızca Türkiye’de değil, benzer toplumlarda, hattâ “ileri endüstriyel” toplumlarda da geçerlidir veya geçerli hale gelmektedir.

Son yılların Türkiye’sinde ardarda yükselen bu iki sağ akımın sosyolojisine bakıldığında, her ikisinin de orta sınıflar içinde belirgin bir yayılma sağlayarak “klasik” merkez-sağ partiler aleyhine güçlendiklerini ve bu güçle merkez-sağ parti konumunu ele geçirmeye hamle ettiklerini, ama aynı zamanda da ülkenin taşrasında ve bilhassa metropollerin kenar semt ve varoşlarında çok daha belirgin bir kitlesel destek edindikleri görülür. Ancak bu iki yönde yükselen dinî veya milliyetçi akımların yayıldıkları sosyo-ekonomik kesimlerin durum, çıkar ve konum farklılıklarına tekabül eder biçimde şekillenip, içeriklendikleri gözden kaçırılmamalıdır. Merkeze, merkez sağa doğru yayıldıkça “ılımlı”laşan, “yenilikçi”, “liberal” gibi sıfatlara bürünen dinî ve milliyetçi akımlar, kenar mahallelere, taşraya, varoşlara indikçe daha “radikal”, sert, katı, dogmatik ve öfke yüklü, şiddete hazır bir din ve milliyetçilik yorumu haline “dönüşmekte”dir.

Bu farklılık genel hatlarıyla eskiden beri mevcut sayılabilirse de, yakın zamanlardan itibaren, aradaki sosyolojik ayrımı hemen hemen olduğu gibi yansıtan kopuşlar, ayrı ve çatışmalı örgütler biçiminde tezahür etmektedir. MHP ile BBP’nin ayrışması ve MHP’nin yükseliş ve iktidar tutkalı ile yan yana duran “değişmiş” yüzü ile ülkücü çeteler, Abdullah Çatlı kültü, “töre” ve milliyetçi gösterilerde öfke, kin ve şiddet tapınmasının hiç de eksilmediğini açığa vuran “değişmez yüzü” arasındaki ilişki ve gerilim bu söylenenlerin kanıtıdır. Aynı ve daha da zengin bir tablo genel dinî/Sünnî hareket için de söz konusudur. Avam ile ilgilenmeyen Fethullah Hoca cemaati, rotalarını merkez sağın beşiği, omurgası şehirli “modern” orta sınıflara yönelten “yenilikçiler”, geleneksel, muhafazakâr, dinî hayat tarzı ve ilişkilerini sürdüren, “modern toplum”un kenarında ona eklemlenmiş kesimlerin “gelenekçiler”i ile büyük kent varoşlarının damgasını taşıyan İBDA-C’ciler, Sünnî-Türk cemaatin entegre etmediği, edemediği Kürt Sünnîliğinin alt kesimlerinin hareketi olarak Hizbullah İslâmiyeti yorum farkları düzeyinden baktığımızda bize epeyce anlaşılmaz gibi görünen bu tablo, sosyolojik karşılıkları ile birlikte okunduğunda berrak ve anlamlı görünmüyor mu?

Özetle; 1980’lerden itibaren, özellikle Türkiye gibi modernleşme, endüstrileşme yolunda epeyce bir mesafe kat ettiği söylenebilecek ama -demokratik- siyasal düzeni de oturmamış olan ülkelerde, geçmişte toplumun her tabakasını derece derece içine alabilen “aşırı” sol ve sağ akımlar, görünüşte, söz ve eylem düzeyinde “ılımlı/demokratik” - “ortodoks/illegal” denilebilecek iki kategoriye ayrışırlarken, bu ayrım aynı zamanda sosyolojik... bir ayrışma ve farklılığı hattâ kopmayı da yansıtır hale gelmiştir. “Aşırı” solda daha hızlı ve belirgin biçimde gözlemlenebilen bu olgu, bu süreç “aşırı sağ” akımlarda da işlemektedir.

Bu olgunun önemi, söz konusu kategorilerden ilkine dahil edilebilecek olanların ister sağ ister sol olsunlar, mevcut toplum düzeni içinde şu veya bu konumda, tercihen belirli kesimler elbette söz konusudur. “İstikrarlı” bir konumda yer alanları gelişme ve etkinleşme alanı olarak görebilmelerine karşılık, ikinci kategoriye girenler, giderek toplumsal hiyerarşinin alt tabakalarının da ötesinde, “toplum dışı” addedilebilecek işsiz, geçici, kayıt dışı, kaçak, “yasadışı” veya yasallığı kuşkulu geçim yollarına itilmiş, tutunamayan veya tutunmayı reddeden yığınlar içinde yer bulabilmekte, onların bu fiilen “dışlanmış” ya da dışlanmışlık hissi veren durumlarıyla kapıldıkları karamsar tepki ve öfkeden beslenmektedir. Her ne kadar şeklen devraldıkları genel sol veya sağ söylem, ideolojiler, “toplum”un çoğunluğunun sosyalizmi, dinî veya milliyetçiliği benimser hale gelebileceği hipotezi üzerine kurulu ise de, 1980 sonrasının “Ortodoks”, illegal veya illegaliteye yakın sol veya dinî, milliyetçi eğilimleri, bunu ya zaten imkânsız saymakta ya da olması halinde bunun sosyalizm veya din ya da milliyetçiliğin “bozulmuş” bir biçimi olacağından gayet ciddi biçimde endişe duymaktadır.

Çünkü bu “toplum”, karmaşık üretim ve mübadele sistemiyle, durmadan gelişen bilim ve teknolojilerle, ileri formasyonlu kadrolarla çalışan kurumları ile, şekillendirip yönlendiremeyecekleri kadar güçlü ve ürkütücü görünmektedir. Onları dışlanmış konuma veya dışlanmışlık duygusuna iten de zaten başedilmez, önüne geçilmez gibi gözüken bu karmaşık ekonomi-bilim ve teknik mekanizmanın ta kendisidir.

Dolayısıyla -buradan itibaren “yasadışı sol örgüt” perspektifinden devam edersek- artık söz konusu olan bu dinamikleriyle bu toplumu dönüştürmek değil, onun ortalama yaşam tarzıyla, güvenlik aygıtıyla üzerine üzerine gelip kendisini daha da geriye, daha savunmasız ve tutamaksız bırakan gidişatına karşı direnmektir. Onun bin bir çeşit saldırı kanal ve aracıyla açtığı bu dışlayıcı “savaş”a karşı bildiği, yapabileceği tek savaş tarzıyla silâhlı savaşla karşılık vermektir. Bu noktadan itibaren artık bizzat savaşmanın kendisi, bildik zafer ve başarı kıstaslarından tamamen bağımsızlaşarak bir değer haline gelir. Savaşırken ölmek zaferin ta kendisi olur. Savaşırken ölmemiş bir savaşçı henüz davaya inancını tam kanıtlayamamış biridir. Bunun tek istisnası “şef”tir, “önder”dir. Hattâ kimi örgütlerde bu istisna da tanınmaz. Yiğitçe bir ölümle kendini tartışmasız kanıtlamış mitik bir önderin ebedî yol göstericiliği altında ölüm, yakalanma veya pasifizm/sapma ile suçlanarak tasfiye yoluyla sürekli değişen bir önderlik kademesi vardır.

Sürekli bir savaş hali içinde yaşamanın, ölümün kıyısında dolaşmanın “devrimci hayat tarzı” sayılması ve “ölme”nin kutsallaştırılması, ölüm orucuna seçildiği için gayet gururlu bir militanın, ölüm oruçlarının sona erdirilme ihtimali belirdiğinde, isteklerinin neredeyse kabul edilmesinden memnun olmamakla birlikte, henüz kimsenin ölmediği bu “ölüm orucu mücadelesi”nin “ölümle taçlanma”ma ihtimaline üzülen satırları bu ruh halini anlatır.

Mevcut toplumun yine o toplum içindeki maddî, insanî dinamiklerin, -eğilim ve ihtiyaçları dönüştürerek- harekete geçirilmesiyle yeni baştan kurulabileceğini esas alan genel sosyalist/devrimci perspektif, bu sürecin hızlanması gibi bir gerekçeyle “silâhlı mücadele”, “devrimci terör” yöntemini benimsediğinde, genellikle ve asıl olarak mevcut siyasal düzenin güç ve sinir merkezlerine saldırmaya yönelir, bu güç ve denetim ağının alt kademelerini hedef almaktan olabildiğince kaçınır, hattâ onların birer ücretli ya da alt sınıflar mensubu olarak kendi saflarına katılması gerektiğinin propagandasını yapardı.

Oysa 1980 sonrasının “yasadışı sol örgüt”lerinin silâhlı eylem pratiği, istisnalar dışında hemen tümüyle o güç ve denetim ağının eteklerine yöneliktir. Bu, yalnızca sıkı şekilde korunan o güç ve denetim ağı merkezlerine, merkez kişiliklerine karşı “eylem” yapmanın zorluğundan dolayı “mecburen” kolaylığı nedeniyle seçilen bir yol değildir. Önceki “silâhlı mücadele” yaklaşımı, söz konusu güç ve sinir merkezleri tahrip edildiğinde, toplumun da bu cendereden kurtulma arzularının harekete geçeceğini varsayardı. Oysa 1980 sonrası yaklaşım, “toplum”un öyle bir arzu duyduğundan, duyabileceğinden gayet şüphelidir. Hattâ o arzunun tamamen yok olduğu, bu toplum düzeni içinde bir yerde güvenceli olarak yer almış olmaktan, mümkünse daha üst doyum ve edinim noktalarına tırmanmaktan öte bir şey istenmediği inancı üzerine kuruludur.

Eğer ortada toplum dışına itilme, dışlanma gibi 1980 sonrasında belirginleşen bir olgu olmasaydı, yukarıdaki tespit ve vargılar bu döneme kadar geçerli “silâhlı mücadele”lerinin terki sonucunu verirdi.*

Ama söz konusu olgu, “silâhlı mücadele” kavramını tamamen farklı bir gerekçe üzerine oturtarak, onu toplumu dönüştürmenin değil, ona karşı umutsuz isyanın dışavurumu içeriğini verdirtti. Toplum dışına itilenlerin, dışlanmışların, bu dışlanma sürecine direnişi olarak “silâhlı mücadele”, artık sadece toplumun güç ve sinir ağlarının düğüm noktalarına değil, eteğinden tepesine kadar hemen tamamını karşısına alan bir anlayışla verilir hale geldi.

O nedenledir ki, tam da ölüm orucu eyleminin en kritik noktasında, kamuoyunun cezaevlerine insanca yaklaşımı ile “suçlulara taviz mi verilecek?” yaklaşımı arkasında gidip geldiği, ama ibrenin ilkinden yana kıpırdadığı aşamada, Adalet Bakanı şahsen umulmadık ölçüde uzlaşmaya açık bir tavır sergilemişken, bir polis otobüsünün taranarak iki polisin katledilmesi, bu mantık ve anlayış açısından yanlış ve yadırgatıcı değildir. Toplumdaki havanın bu suikast üzerine tamamen ters yöne dönmesi, insaf ve merhamet duygularının yerini “ne halleri varsa görsünler” duyarsızlığının alması, bu eylemi yapanlar ve emrini verenler için önemsenecek bir nokta değildir.

Bu eylemi, medyanın aracısı olduğu toplumun, ölüm orucundaki yüzlerce arkadaşları dururken ölen iki polise üzüldüğünü, daha fazla tepki gösterdiğini “teşhir ettiği” için yararlı saymış da olabilirler. Dışlananın kendisini dışlamış olanda herhangi bir olumluluk görmek istememesi, onun kendisine yönelik olumlu tavrından bilhassa rahatsızlık duyup, bu tavrı onun olumlu bir yanına atfetmek yerine kendisinin onu bu tavra mecbur ettiğini düşünmeye ya da o tavrın göründüğü kadar iyi olmadığını kanıtlamaya yatkın bir bakış tarzıdır bu.


1980’lere gelinceye kadar sol ve sağ, evrensel veya ülkeler ölçeğinde bir toplum tasarımı üzerinden düşünür; bu, toprağı üzerinde yaşayan herkesi kapsayan toplumun düzeni ve perspektifine dair görüşlerinin farklılığı oranında birbirleriyle mücadele ederlerdi. Topluma aidiyetin ekonomik temeli her ikisinde de üretim ... ve iş olduğu, üretimi arttırmak da başlıca başarı göstergesi sayıldığı için, her ikisi de kendi modellerinin üretim ve üretkenliği arttırma, dolayısıyla herkese iş ve refah sağlama geleneğine daha fazla sahip olduğunu kanıtlamaya uğraşırdı.

Bu tarihe gelinceye kadar bazı iş kollarını daraltıp yok etse de yeni iş kolları, alanları açan ekonomik büyüme ve teknolojik ilerleme sürecinde işsizlik konjonktürel olarak azalıp artan bir seyir izlese de, geçici bir durum sayılabiliyor iken, 1980’lerle birlikte üretim tarzı ve teknolojilerindeki köklü gelişmeler yok ettiğinden daha az iş imkânı sağlayabildiği ve bu sürecin düşük formasyon gerektiren işleri tedricen ortadan kaldıracağı belli olunca, “herkese iş vaadinin”, tam istihdam hedefinin imkânsız olduğunu önce sağ ilân etti. Bunu ilân etmekle bir toplum fikri de terk edilmiş oluyordu. Nitekim bu dönemle birlikte sağa derhal egemen olan neo-liberal “felsefe”, toplum diye bir şeyin olmadığını, bireylerin söz konusu olduğunu iddia ederken aslında bundan böyle birini “kazanan”, işleri yolunda olanların, ötekisini ise kaybedenlerin, başarısızların ve zaten başarısızlığa mahkûm olanların oluşturduğu iki ayrı toplumun, söz konusu olduğunu söylüyordu. Aynı felsefenin devletin küçültülmesi, salt bir güvenlik aygıtına indirgenerek “sosyal devlet”in tasfiye edilmesi gibi uzanımları, her ülkede bu “birinci toplum”un ikincisi ile -deyim yerindeyse- ilişkisini kesmesini de ifade ediyordu. Bunun dünya ölçeğinde yansıması şu mahût Kuzey-Güney ayrımıdır. Her ülkede salt güvenlik aygıtına dönüştürülecek devletler, birinci toplumu ikincisinden -dışlanmışlardan- gelecek umutsuz tepki patlamalarına karşı korurken, bu devletlerin dünya ölçeğinde işbirliği kurum ve kuruluşları da “Güney”den gelecek benzer tepkilerle uğraşacaktı. Terör ve terörizm kavramlarının dışlanmışlığın ulusal veya uluslararası ölçeklerdeki muhtemel tepki biçimlerini kapsayacak içerikle bu evrede öne çıkarılması rastlantı değildir.

Ayrıntılarına, daha kapsamlı bir analizine girmeden ana hatlarıyla özetlediğimiz bu sürece, bu olguya ilişkin olarak, genel olarak solun, özel olarak sosyalist/devrimci düşünüşün gereğince net ve derinlikli bir cevabı henüz yok. Bu şüphesiz hayli karanlık gidişata ilişkin o mahût “karşıyız” klişesi ile yetinip, tamamen yeni olan, geleneksel sol yaklaşımın temelindeki hemen tüm varsayımları -deyim uygunsa- kontrpiyede bırakan bu duruma, eski cevapları onaracak bir alternatif gösterilemeyeceği artık açıkça kabul edilmelidir.

Sosyalist düşünüşün temelinde, kaynağında yer alan insan tasarımı ve insanî değerlerin, -durum ve gidişat ne olursa olsun- insanlığımızı ikiye bölen bu mantık ve yaklaşımın işlemesine katlanması söz konusu olmamalıdır.

Sosyalizmin o kaynağı üzerinden gelip -hangi tarihsel, ideolojik etken ve yetersizliklerin katkısıyla bahsine girmeyelim- şimdi, dışlanmışlığın, öfke ve nefret havasında, umudu kararmış bir “düşman” silâhlı mücadele, direnme ve ölüm söylemine tıkanarak “yasadışı sol örgüt” formunda patlamalarla kendini duyuran şey, bütün vahim sonuçları ile, hâlâ sosyalistim diyen herkesin, hepimizin şu andaki çaresizliğidir. O insanların yaptıklarını, düşünüş tarzlarının temelindeki -yarı bilinçli- umutsuz kabulleri onaylamıyor olabiliriz. Ve hiçbir şey bilmesek de o bakış ve algılayışın bir girdap olduğunu gayet kesinlikle bilebiliriz. Ama yine de onların, sosyalizmin -yeniden bir umut, bir özgüven, yapıcı bir enerji duyumsatmadıkça- kendinde gayet ciddi bir eksiklik olduğunu varsaymasını hatırlatan acı çığlıklar olduklarını unutmamalıyız.

Şimdi, “birinci toplum”un ikincisinin “dışarıdakiler”ini bir cangıl evrenine saldığı, içeridekilerini ses geçirmez hapisanelerde insan saymaz bir muameleye tâbi tuttuğu şu noktada bu çığlıkları yüreğimizde hissetmezsek, bu sese onun bulamadığı cevabı vermekten de aciziz demektir.

(*) Devrimi yine toplum içi dinamiklerden hareketle gerçekleştirmeyi düşünenler, düzenin bu dinamiklerin devrimci vasfını söz konusu güç/baskı ve denetim ağıyla değil, özellikle, başka hangi yollarla absorbe edebildiği sorusunun cevabını aramaya, o vasfı açığa çıkarabilme imkân ve araçları üzerine yoğunlaşırlardı.