Hayatımız, Bilimadamları Tarafından “Test Edilip Onaylandı“ ...

Bu yazımızda, günümüzde artık iyice karmaşıklaşan “Üniversite-Bilim-Bilimadamı-Teknoloji-Devlet-Endüstri” ilişkisinde yaşanan tartışmalardan genel fotoğraflar sunmak istiyoruz. Birikim Dergisi’nin Ekim 2000 tarihli 138. sayısında yayımlanan bir başka yazımızda nükleerci bilimadamlarının “halet-i ruhiyesinin” fotoğrafını çekmeye çalışmış, daha sonra bu fotoğraflardan faydalanarak ülkemizdeki bu tür (Deprem, Siyanür, Radyasyon, Nükleer Santral, Termik Santral, ÇED, GSM Baz İstasyonları, Bilirkişilik vb. konularında doğrudan veya benzer şekilde taraf olarak yer alan) bilimadamlarının “bilimsel”! tavırlarını, duruşlarını kamuoyunda daha bilinir ve görünür kılmaya çalışacağımızı söylemiştik. Bu eski yazımızdan yapacağımız bazı gerekli alıntılar eşliğinde, çok yoğun teorik saptamalar yapmadan, kamuoyuna yansıtıl(ama)mış örnekler üzerinde duracağız daha çok. Bu yazının doğrudan öznesi olan “hayatımızı; test edip, onaylayan” bilimadamı ve bilim ahlâkı anlayışı dışında kalan diğer tüm biliminsanlarını tekrar tenzih ederek ve onlara saygımızın sürdüğünü bir kez daha belirterek, gereksiz bir yanlış anlaşılmayı/tartışmayı en baştan ortadan kaldırmak istiyoruz. Daha sonra da; “gerçek biliminsanlarını” ve “ülkemizdeki olumlu örnekleri” bir başka yazıyla ele almaya çalışacağız.

POZİTİVİZME NEGATİF BİR BAKIŞ...

Bilimin ve/ya bilimsel bilginin “mutlaklığını”, “tarafsızlığını” sorgulayan felsefecilerden Habermas, bilimin mazisindeki masumiyetinden söz ederek, bilim-teknoloji içiçeliğinin bugün ulaştığı şu noktaya temas eder; “Şimdiye kadar bilim farklı görünümler altında bireysel bir faaliyetti”...bugün “büyük bir işletmeye bağlı olan araştırmacı” ekip halinde çalışıyor ve “uzman ve politikacı arasındaki bağımlılık ilişkisi ters yüz olmuşa benzer; politika bilimsel entelijensiyanın uygulama organı haline gelir.[1] Gerçekten de kolayca görebiliyoruz artık; günümüzde birey olarak kolayca tariflenebilen “saf-naif-bilge bir bilimadamı” tanımı yok. La Vinci, Pasteur, Einstein, Benjamin gibi “buluşlar” yapan ve yalnızca insanlığa hizmet aşkıyla yanıp tutuşarak “bilim” yapan yok. Onların yerini, her türlü askerî ve sivil “ihtiyaç” üretmek üzere örgütlenmiş; NASA, Pentagon, Manhattan ve Genom Projeleri, Microsoft, IBM, General Electric gibi çokuluslu şirketler, Silikon Vadisi ve bizde de TÜBİTAK-MAM, İTÜ-KOSGEB, ODTÜ-Teknokent, ODTÜ-BİLTEN, ASELSAN gibi araştırma ve geliştirme adı altında hizmet veren kurumlar aldı. Habermas’ın (en kaba anlamda politika; bilim ve teknolojinin türevidir) yaklaşımını Mandel ve Marcuse daha da ileri götürerek; bugün gerçekten de “iktidar makamında” asıl neyin-kimin oturduğu sorunsalına kadar uzatıyorlar. Mandel’e göre;

“Bilim ve teknoloji özerk güçler haline gelmiştir, rasyonalitenin yükselişi değer üzerine kurulu ideolojilerin geçerliliğini kaybetmesine neden olmuştur. Sistem teknik açıdan rasyoneldir; ihtiyaçlar giderek tatmin edilmektedir, dolayısıyla sistemin onaylanması güçlenmektedir; sınıf egemenliği yoktur, bilim ve teknolojinin egemenliği vardır.”[2]

Marcuse’nin yaklaşımı da özetle şöyle;

“Bugün bu egemenlik var olmaya devam ediyor ve teknoloji aracılığıyla yayılmıştır, ancak teknolojinin kendisi bir egemenlik biçimidir; teknoloji, politik iktidarın yayılırken bütün kültür alanlarını yutması olgusunu meşrûlaştırır.”[3]

J. Ellul, bu kaygıları daha da uç noktalara taşıyor;

“Bilimsel denetim yöntemlerinin insan dışı doğaya karşı kullanılması yetmiyormuş gibi ‘kültürün bilimselleştirilmesi’ yoluyla insanlığı da köleleştirme olasılığı hesaplanıyor; davranış ve yönetim bilimleri, sistem analizi, enformasyon kontrolü, personel yönetimi, piyasa ve güdülenme araştırmaları, son olarak da insan bireyleri ve toplumun matematikselleştirilmesi gibi”[4]

Pozitivistlere göre; “bilimsel yönteme güvenmeyen yüreksiz entellektüellerin” piri olan Horkheimer;

“Kuşkusuz pozitivistler bilimin yıkıcı amaçlarla kullanıldığından habersiz değillerdir; ama bilimin bu tür kullanımlarının bir sapkınlık olduğunu düşünmektedirler. (...) Bilimin ve onun uygulanışı olan teknolojinin gösterdiği nesnel ilerleme, bilimin ancak saptırıldığı zaman yıkıcı olup, gereğince anlaşıldığında zorunlu olarak yapıcı olduğu yolundaki bugünkü yaygın düşünceyi haklı çıkarmaz”

tespitinde bulunur.[5]

Ünlü Yönteme Karşı kitabının yazarı Feyerabend, günümüzde bilimin dinselleş(tiril)diğinden kuşku duyarak, artık bilimi de “mutlak inanç” paydasını paylaşan ideolojilerin içine sokuyor ve bilimi;

“... söyleyecek birçok ilginç lafı bulunan, ama kötü yalanları da içinde barındıran peri masalları, ya da pratik faydalı bilgiler veren ama harfi harfine izlendiği zaman öldürücü olan ahlâki reçeteler gibi okumalı”

yaklaşımıyla değerlendiriyor.[6]

Biz de, az sayıdaki istisnalar dışında genel olarak bilimadamlarının; “Yeni dünyevi din; bilim ve teknoloji” tarikatının ve teknokrasinin mensubu olduklarını ve bu yeni dinin, bütün ritüellerini kayıtsız/koşulsuz, sorgusuz/sualsiz yerine getirdiklerini düşünüyoruz. Ve yine bu “tarikate” mensup bazı bilimadamları ülkemizde de çoğunlukla kendilerini tüm karar alıcıların/vericilerin, “yurttaşların” üzerine koyup, onları doğrudan yönlendirmeye çalışıyorlar. ”Vatan-Millet-Sakarya”, “Devletin Bekası”, “gelişme-çağdaşlaşma-sanayileşme-büyüme-refah-ilerleme-bilimsellik” adına bilim kurumlarını (TÜBİTAK vb.), Üniversiteleri (Hacettepe, ODTÜ, İTÜ, Boğaziçi vb.), resmi kurumları (TEAŞ ve TAEK vb.); endüstriyel ürünlerin ve teknolojilerin “promosyonunun yapıldığı”, “test edilip, onaylanarak halka önerildiği”, “hep olumlu raporların hazırlandığı” bir yapıya dönüştürüp, “üniversite-bilim-devlet-endüstri” organik bütünleşmesini sağlıyorlar. Bu noktada, bilim felsefecisi Feyerabend’den çarpıcı bir alıntı daha yapalım;

“Her zaman, yazgılarının ustası olmak yerine bilimadamlığını seçerek, bedeli ödendiği sürece, en aşağı türden köleliği isteyerek boyun eğen kişiler bulunacaktır. Yeter ki, yaptıklarını inceleyip, onlara övgüler düzen çevresinde başka kişiler de olsun. Eski Yunan gelişti ve ilerledi; çünkü, isteksiz kölelerin hizmetleri üstüne dayanıyordu. Bizler, üniversitelerde ve laboratuvarlarda, bize hep gaz, elektrik, atom bombası, dondurulmuş yiyecek, arada bir de ilginç masallar sağlayan çeşitli istekli köleler sayesinde gelişip ilerleyeceğiz.”[7]

ENDÜSTRİLEŞTİRİLMİŞ HAYAT...

Çağımız söylenildiğine göre “bilgi ve iletişim” çağı; bilime, teknolojiye hayranlık duyma/şaşırma/sindirme/kabullenme çağıdır. Bu çağda hayatımıza yüklenen en önemli ödev; bu endüstrileştirilmiş zamanı hiç sorgulamadan, pek fazla kurcalamadan-anlamadan yalnızca takip etmek, ayak uydurabilmek, sunulan teknolojik nimetlere şükür edip, bizatihi “bilimadamlarının-uzmanların önerdiği-onayladığı” bilimsel etiketli şeyleri sorgusuz-sualsiz, “şüphe-kaygı” duymadan tüketmemizdir.

Amerika Bilim Konseyi’nde Yönetim Kurulu Üyesi ve aynı zamanda da Bilim Araştırmaları Konseyi’nde çalışmalar yapan, Cornell Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Teknoloji ve Toplum Anabilim Dalı Profesörü Dorothy Nelkin, Bilim Nasıl Satılır adlı kitabında şunları yazıyor:

“1975’de elektrik enerjisi sanayinin danışmanları bir ‘nükleer enerjinin kabul ettirilmesi kampanyası’nın, yani ‘doğru hedef kitleye doğru mesajları iletecek doğru araçları kullanan’ bir stratejinin ana hatlarını çizdiler. Uygun mesajların kadınlara, gençler ve düşük gelirli gruplara yöneltilmesi teklifinden sonra, danışmanlar aracın da bilim adamları olmasını tavsiye ettiler; ‘Halk bilime ve bilim adamlarına iman ediyor, dolayısıyla onları dinleyeceklerdir’. Kampanyanın ‘bilimadamlarını öne çıkarması’ gerekir. Buna binaen, ‘nükleer enerjinin iletişim araçlarında olumlu şekilde haber yapılmasını artırma’yı tasarlayan Westhinghouse, Kampus Amerikan programını geliştirdi. Şirket, konferans vermeleri ve muhabirlerin mülakatlarına mazhar olmaları için mühendislerini ve bilim adamlarını ülkenin dört bir yanına gönderdi. Siyasî kampanyaların yürütülmesinde uzmanlaşmış halkla ilişkiler şirketleri, bilim adamlarını halk önündeki tartışmalar için eğitti ve onlara iletişim araçlarına nasıl yaklaşacaklarını öğretti”[8]

25 yıl önce ABD’de uygulanan bu yöntemlerin; pek başarılı olamasa da artık ülkemizde uygulanmaya çalışıldığını pek çok örnekte görüyoruz.

“PAZARLAMACI KILIKLI BİLİMADAMLARI”...

Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu, 9 Mart 2000 tarihli Dünya gazetesi ve 12 Mart 2000 tarihli Radikal gazetesinde “Geciken Karar” başlığıyla yayımlanan yazısında, çeşitli tepkilerle, kaygılarla iptal olan Akkuyu Nükleer Santral İhalesine doğrudan müdahale etmekteydi. Bu yazısında, yıllarca taşıdığı akademik kimliğinden adeta sıyrılarak, ihalede kaybedeceğinden endişe duyduğu bir firma için, ihale sürecine ve ihale komisyon üyelerine baskı yapmaya çalışmıştır. Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu’nun ”konu uzmanı ve bağımsız danışmanlar” diye lanse ettiği Enerji Bakanlığı Danışmanı Prof. Dr. Ahmet Bayülken ve TEAŞ’ın Danışmanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin akademisyen kimlikleri altında; ihaleye giren ve bütün dünyada hukuki, ahlâki, teknolojik geçmişi pek parlak olmayan bir nükleer santral firmasının savunuculuğundan da öteye geçen yaklaşımları, hazırladıkları raporlar “internette yayımlanmış”, öğrencileri ve ilgili kamu kurumu yetkilileri tarafından, rahatsızlık duyularak izlenmiştir.

24 Mayıs 2000 tarihinde internette yayımlanan Bilkent Enerji Listesinde, Nükleer Mühendisler Derneği üyesi olan ve gerçek isimlerini gizlemek zorunda kalan Alican Afacan ve arkadaşları; 5 Nisan 2000 tarihinde Prof. Dr. Osman Kemal Kadiroğlu’nun, Nükleer Mühendisler Derneği’nin mail listesine gönderdiği uzun bir mesajını kamuoyunun bilgisine sundular. Bu yazının ilginç kısımlarını hiçbir yorum yapmadan aktarıyoruz:

“Yarın bir karar açıklanacak. Umarım bu karar AECL veya W olarak açıklanır ve bizlerde mama buluruz. Ahmet Kütükçüoğlu ve Nejat Hoca’nın Evren’in önündeki kavgasını hatırlayın. Aradan neredeyse yirmi yıldan fazla bir zaman geçti ve bizim hâlâ nükleer santralımız yok. Eğer biz kendi aramızdaki anlaşmazlıkları dışarı taşırsak gene benzeri olayları yaşarız.”

Yine bir başka akademisyen! TÜSİAD’ın 1998 Enerji Raporunu hazırlayan Prof. Dr. Mustafa Özcan Ültanır da, Uzman Enerji dergisinin Mart 2000 sayısında yayınladığı “Nükleer Santral İhale Dosyasını Açıyoruz” başlıklı yazısının en sonunda;

“Tekliflerin objektif bakışla teknik ve ekonomik değerlendirmesi, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası çıkarları nükleer santral yapımında Amerika ile işbirliği ve bu ihalenin Westinghouse konsorsiyumuna verilmesi gerektiğini açıkça gösteriyor. Eğer bu yapılmışsa doğru demektir. Aksi, Türkiye’yi açmazlara ve çıkmazlara götürecek, bunun sorumluluğu da büyük olacaktır”

iddiasında bulunmaktadır. Diğer tüm nükleerci akademisyenleri bir kez daha tenzih ederek belirtmeliyiz ki, “şaibeli bir ihale sürecinde” artık şirket temsilcilerinin yerini, doğrudan bu akademisyenler almışlardır. Bilimadamı ahlâkı, sorumluluğu, şüpheciliği, araştırmacılığı ve tarafsızlığına hiç uymayan bu nükleerci akademisyenlerin söyledikleri, yazdıkları raporlar, empoze etmeye çalıştığı görüşler, bundan böyle artık hiçbir biçimde ve platformda; “bilimsel” ve ”tarafsız” kabul edilemez.

“İLİMDE DEMOKRASİ OLMAZ”...

Radyasyon konusunda genel olarak, üniversitelerimiz çok “kötü” bir sınav vermiştir. TAEK’in de yer aldığı Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi’nin aldığı bir kararı, 28.08.1986 tarihli bir yazıyla dönemin YÖK Başkan vekili Prof. Dr. Kemal Karhan tüm üniversitelere göndermiştir. Yazıda ayrıca, Dışişleri Bakanlığının bir yazısına atıfla, Karadeniz’de radyasyon seviyesini tespit etmek üzere bazı üniversitelerin gerekli koordinasyon ve işbirliğine riayet etmeyerek ölçümler yaptığının anlaşıldığı belirtilmekte, Türkiye’de radyasyon ölçümleri, sonuçları ve etkileriyle ilgili olarak ‘Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi’nin bilgisi ve izni dışında herhangi bir yayın yapılmaması, ayrıca bugüne kadar yapılan ve yapılacak çalışmalarla ilgili bilgi ve belgelerin söz konusu komiteye bildirilmesi istenmektedir.

Bu yazı; YÖK tarafından, radyasyon ölçümleri ile ilgili tüm akademik çalışmalara karşı konulmuş “kurumsal” ve “bilimsel”(!) bir kisve altında, aslında 12 Eylül 1980 darbesinin devam eden bir tezahürü ve “sansürü” idi. Maalesef bu “sansüre”; üniversitelerimiz tepki göstermemiş, karşı koymamış ve sessiz kalmayı yeğlemiştir. Ancak bu “yasak”a rağmen, 1402’likler gibi üniversiteden atılmak dahil her şeyi göze alıp, yaptıkları çalışmaların sonuçlarını “resmi kurumlara” ve oradan bir sonuç çıkmayınca doğrudan kamuoyuna açıklayan “gerçek biliminsanları” da vardı. Sayıları az da olsa ODTÜ’lü hocalar, KTÜ’lü bazı profesörler vardı...

İlimde Demokrasi Olmaz adlı kitabında, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre şöyle yazıyor;

“İlmi gerçeklerin araştırılıp keşfinden herkesin ve de özellikle bu işin hasbelkader cahili olanların fikir beyan etmeye, ahkam kesmeye kalkışmalarının ilme de, topluma da bir yararı olmadığı gibi, zararları da sıralanamayacak kadar çoktur. İlim, ancak bu hususta yetenekli olan kimselere öğretilir ve ancak ehline teslim edilir. (...) İlmin demokratik yöntemlerle değil de kendine özgü bir düzen içinde ilerlediğini teslim etmek en isabetli, en hayırlı ve de en temkinli hareket tarzıdır.”[9]

Zihinsel arkaplanını bu dünya görüşünün ve bilim ahlâkı felsefesinin beslediği Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin; Çernobil faciası sonrasında, ülkemizin neredeyse radyasyondan hiç etkilenmediğini, televizyondan ve gazetelerden beyan ettiği günlerde “ODTÜ Raporu” diye kamuoyuna yansıyan, “sadece çaydan alınacak radyasyon bile gelecek nesillerde birçok çocuğun ölü ve sakat doğmasına sebep olabilecektir” şeklindeki sonuca tahammül edemeyip, ODTÜ Rektörüne, Başbakana, YÖK Başkanına ve Bakanlara, TAEK Başkanı sıfatıyla yazdığı zata mahsus “gizli” damgalı yazısının son iki paragrafını bir “ibret” belgesi olarak sunuyoruz;

“Bilimsellik kisvesi altında, bilimi kamuoyunu tedirgin etmeye alet etmek gibi adi ve pespaye bir gayeye vasıta kılmak gayretkeşliği, hamile kadınlarda panik yaratabilecek ve pek çok bebeğin doğmadan katline vesile teşkil edebilecektir. Bu davranış, bu raporu kaleme almış sözde bilimadamlarına (ODTÜ Raporu’nu 1987 yılında hazırlayan bu sözde (!) bilimadamları; rahmetli Doç. Dr. Olcay Birgül, Doç. Dr. İnci Gökmen, Doç. Dr. Aykut Kence ve Doç. Dr. Ali Gökmen idi. A.K.) şeref vermediği gibi ODTÜ için de fevkalade büyük bir talihsizlik teşkil etmektedir.

ODTÜ gibi ülkenin irfanına hizmet eden bir müessesenin manevi itibarını zedeleyen bu kabil suiniyet sahibi kişilerin ODTÜ bünyesinde barınabilmiş olmasını derin bir üzüntüyle karşılamakta olduğumuza inanmanızı saygılarımla istirham ederim.”

Bu yazı üzerine, Üniversite Yönetimi hiçbir işlem yapmamış, ancak raporu hazırlayan ODTÜ’lü Hocalar, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre için manevi tazminat istemiyle hakaret davası açmışlar ve bu davayı kazanmışlardır.

Karadeniz Teknik Üniversitesi Fizik Bölümü Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adil Gedikoğlu tarafından hazırlanan; “Çernobil Kazasının Çaylar Üzerine Etkileri” adlı raporunun sonuçlarını sindiremediği için benzeri bir yazıyı da, 27/2/1987 tarihinde ilgili mercilere göndermiştir. Oysa bugün Çernobil felaketinin sonuçları konusunda; “ODTÜ Raporu”nun, Prof. Dr. Adil Gedikoğlu’nun hazırladığı raporun haklı çıktığını, bu suçlamayı yapanın yanıldığını ve haksız çıktığını artık biliyoruz. Çernobil nükleer faciasının altıncı yılında, O dönemin sorumlu Bakanı Cahit Aral, 18.12.1992 tarihli Milliyet gazetesi’ndeki söyleşisinde; “gerçekleri açıklamadıkları, ölçümler konusunda 2.5 ay geç ve aciz kaldıkları” itirafını yaparak, “Türkiye halkından özür diliyorum” demiş, ancak daha sonra gelen çeşitli baskılar üzerine tekrar “ben öyle bir şey söylemedim” demeye başlamıştır. Ve bugüne kadar gizlenen birçok belgeden, kaydedilmeye başlanan kanser istatistiklerinden de (KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk Hastalıkları Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Hilal Mocan ve Patoloji Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Yavuz Özoran, Lösemili Çocuklar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Gündüz Gedikoğlu, Giresun Devlet Hastanesi Başhekimi Dr. Erdoğan Memişoğlu, NÜSED Başkanı Prof. Dr. Leziz Onaran’dan vd.) olayın vehametini öğreniyoruz.

Eski Bakan Cahit Aral’ın gecikmiş “itiraflarından” ve kamuoyunda artan rahatsızlıklardan dolayı, 1993 yılında SHP, DYP ve RP tarafından Meclis araştırması açılması istenmiş ve “Çernobil faciasının Türkiye’deki etkilerini araştırmak, faciayla ilgili gerçekleri ve sorumluları ortaya çıkarmak” için Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştu. Bu Komisyon, TAEK’ten Çernobil’in sonuçları ile ilgili bir rapor istemiş, o dönemin TAEK Başkanı olan Prof. Dr. Yalçın Sanalan da, 15.01.1993 tarihli bir yazıyla Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü’ne böyle bir rapor hazırlanması için başvurmuş. Bu yazı şöyle başlıyor; “Sayın Rektör, Türkiye Çernobil sonrası 59.4 milirem radyasyon almıştır; basında bu konuyla ilgili dayanaksız binlerce iddia bulunmaktadır ve toplum panik içindedir; siz kendi bilimadamlarınıza bir rapor hazırlatın ve sonra bu raporu da bize gönderin.” Bu yazı aynı gün jet hızıyla evraktan geçiyor, hemen akabinde “bilimsel-akademik” komisyon oluşturuluyor. Bol Prof. imzalı bir “rapor” hazırlanıyor ve 2 gün içinde, TAEK’e sunuluyor. Bu çok “bilimsel” raporun sonuç bölümü de aynen şöyle:

“Sonuç olarak, ülkemizin herhangi bir yerinde Çernobil kazasına bağlı kanser vakalarında veya genetik hastalıklarda anlamlı bir artış beklenmemektedir. Ancak görülen odur ki; gelecek 50 yıl için çocuklarımızı kötü beslenme ve enfeksiyon gibi radyasyondan daha önemli tehlikeler beklemektedir. Bunun yanında sigara içen bir annenin veya babanın kendilerine, çocuklarına ve çevrelerine verebilecekleri zarar, Çernobil sonucu oluşan riske göre kıyaslanamayacak kadar yüksektir.

Bu vesile ile daha öncede yaşandığı gibi sağlık konusunda bilimsel dayanağı olmayan haberler ve ifadelerle Türk kamuoyunu gereksiz paniğe sokan şahıs ve kuruluşları daha titiz davranmaya davet ediyoruz.”

Bir başka örnek: Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Turhan Uslu, Türkiye Elektrik Kurumu için Yatağan Termik Santrali’nin çevreye verdiği zararı incelemek üzere (ÇED Mevzuatı yayımlanmadan önce, 1987-1988 yılları arasında) yörede uzun süren araştırmalar, incelemeler yaptı ve bir rapor hazırladı. Ancak bu raporda, TEK’i rahatsız eden; “Termik santral, yılda kullandığı 4 845 000 ton linyit ve buna bağlı olarak üç ünitesinden günde çıkardığı 360 ton SO2 gazı ile ülkemizdeki en büyük çevre sorunu yaratan kuruluşlardan biridir” tespitini yaptı. Bu rapor, zamanın kraldan çok kralcı teknokrat ve bürokratları tarafından hemen hasır altı edilerek, Prof. Dr. Turhan Uslu’nun bulduğu sonuçları kamuoyuna açıklaması yasaklandı. Ancak Prof. Dr. Turhan Uslu, biliminsanı sorumluluğuna ve bilim ahlâkına binaen, bu sonuçları çeşitli panellerde ve makalelerde açıkladığı için, daha sonra üniversite yönetimince dışlanmış ve üniversitedeki görevinden alınmıştır. Yatağanlıların sürekli yaşadığı “zehirli günler” trajedisi, maalesef santralin devreye girdiği 1982 yılından beri tekrarlanmaktadır. Bu facianın durdurulması için, Prof. Dr. Turhan Uslu ve az sayıdaki “gerçek biliminsanının” raporlarına dayandırarak, İzmir Çevre Avukatlarınca açılan davanın, Aydın Bölge İdare Mahkemesi’nde 20 Haziran 1996 tarihinde santralin kapatılması kararı ile sonuçlanmasına rağmen, Bakanlar Kurulu; 11 Eylül 1996’da hem mahkeme kararını hem de T.C. Anayasası’nın “Hukukun Üstünlüğü” esasını çiğneyerek, bu santralin çalıştırılmasına karar vermiştir. Anayasa bir kez daha delinmiş ve yine bir ses-itiraz çıkmamıştır!.

19.2.1997 tarihinde Yeni Yüzyıl gazetesi’nin Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre ile yapılmış bir radyo söyleşisi esnasında söylediği; “1150 ton nükleer atık Isparta’da gömüldü, 800 ton Konya’da yakıldı” iddiasını haber yapması üzerine, Çevre Bakanlığı acilen bir “araştırma(ma)-soruşturma(ma)” yaptırdı. Gazetede haberin çıktığı günün hemen ertesinde, “20.2.1997 tarihinde Isparta ve 21.2 1997 tarihinde Konya’da gerekli inceleme ve araştırmalar yapılarak” hazırlanan 24.2.1997 tarihli resmî bir raporla, bu iddia “çürütülmüş” ve konu hemen kapatılmıştı. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar hızlı (toplam iki gün içinde hem Konya, hem de Isparta’da, iki kimya ve bir çevre yüksek mühendisinden oluşan bir bilirkişi heyetiyle) inceleme-araştırma yapılamamış ve sadece yakıtı kullandıkları iddia edilen fabrika yetkililerine sorularak, onların beyanları, belgeleri esas alınarak resmi bir “Teknik İnceleme(me) Raporu” hazırlanmamıştır.

“BİLİRKİŞİ SKANDALLARI”...

Özellikle 1999 yılında yaşadığımız deprem felaketi sonrasında televizyonlarımızda ve basında izlediğimiz bitmez tükenmez “fay hatları ve kırıkları” tartışmaları, her üniversitenin ilgili bölümü ve hattâ aynı bölümdeki bilimadamları arasındaki “görüş ayrılıkları”, birbirlerine karşı yaptıkları “akıl almaz” suçlamalar hâlâ zihinlerimizde yer almaktadır. “Bilim ve bilimsel tartışmalar yapıldığı” söyleminin arkasına saklanarak yapılan ve zaman zaman seviyesi çok “alçalan”, “benim bilimselliğim seninkini döver” üslûbuyla yaşanan bu “kaotik” ve biraz da “traji-komik” durumu nasıl açıklayabiliriz?

Bu durum hem bizatihi “bilim”in kendisinden, biraz da “nesnel” olmayan tanımından ve bunun içselleştirilmesinden kaynaklanıyor olabilir hem de “biliminsanı ahlâkı ve sorumluluğu” diye tariflenen ve esasen salt “insanî” olan kısmın; her türlü zaafiyet, erk, ihtiras, bencillik, narsizm, kıskançlık, hırs duygusunu fazlasıyla barındırmasından kaynaklanıyor olabilir. Bunun nedenlerini tek bir şeye indirgemek ve tamamen bilebilmek, çözümlemek aslında çok zordur. Ancak ülkemizin “güzide” üniversitelerinde ve kurumlarında; “uzman”, “akademisyen”, “bilimadamı” kimliğiyle yer alanlardan, hangilerine, ne kadar ve nasıl “güveneceğimiz” konusunda toplumsal bir kararsızlığa, kuşkuya ve hatta bir dönem paniğe kapıldık. Yine bu duruma “Devletimiz” el koyarak, Ulusal Deprem Konseyi adı altında, belli paradigmaları savunan uzman ve bilimadamlarını toplayarak, yalnızca resmi görüşlerin oluşturulacağı “kurumsal-otoriter” bir çözüm üretti. Tıpkı, Çernobil sonrasında kurulan “Türkiye Radyasyon Güvenliği Konseyi” gibi... Belki bu konuda da, üniversitelerimize daha önce gönderilen “Radyasyon Ölçüm Yasakları” yazısı gibi yazılar gitmiş ve hatta sevimli “Deprem Dedemiz Prof. Dr. Ahmet Işıkara” halkı paniğe sevkettiği için Konsey tarafından zımmen “yasaklanmıştır”.

2.5 yıldır Mısır Çarşısı’na bomba koyduğu iddiasıyla yargılanan sosyolog Pınar Selek, İTÜ Kimya Mühendisliği hocalarından oluşan (Prof. Dr. Neşet Kadırgan, Prof. Dr. Ali Şaşmaz, Prof. Dr. Nursen İpekoğlu) bilirkişinin; “Patlamaya bomba değil, tüp gaz neden olmuştur” raporu üzerine 26 Aralık 2000 tarihinde tahliye edildi. Oysa daha önce hazırlanan bir başka (Prof. Dr. Sevil Atasoy’un hazırlamış olduğu) raporda ise; patlamanın “bomba” ile olduğu kabul edilmişti. Bir diğer bilimadamı Prof. Dr. Reşat Apak ise, bu raporun “bilimsel” olmadığı iddiasında bulundu. Bu tartışmalar sonucunda tekrar hazırlanan bilirkişi raporu sayesinde gerçek açığa çıktı. Ancak masum bir genç kızın hayatı (garip bir tesadüf, kendisi de bir biliminsanı olma yolunda doktora yapan); patlamanın “bomba” olduğunu “test edip, onaylayan” bir bilimadamı yüzünden 2.5 yıl özgürlüğünden mahrûm edilmiş oldu.

3 yıl önce Konya yakınlarında meydana gelen ve 49 kişinin yanarak can verdiği “Mercedes Kazasında”, ODTÜ iki ayrı bilirkişi raporu hazırladı; birinde Mercedes Otobüsü tasarımda 8/5 kusurlu, diğerinde ise kusursuz. Bilirkişi raporları birbirini tamamen yalanlıyor; adeta raporu kim istemişse, onun lehine sonuç çıkıyor. ODTÜ Makine Mühendisliği Bölümünden Prof. Dr. Hüseyin Vural, Doç. Dr. Levent Parnas, Kimya Mühendisi Cevdet Öztin ve Elektrik Mühendisi Aydın Özkaya’nın hazırladığı 2185 sayfalık rapora göre, Türkiye şartlarını dikkate almayan Mercedes’te 8/5 tasarım kusuru var. Mercedes Firması’nın; ODTÜ Otomotiv Kürsüsü’nden Prof. Dr. Samim Ünlüsoy, Metin Akkök, Demir Bayka ve Prof. Dr. Bülent Ertan’a hazırlattığı 100 sayfalık rapor ise; tasarım ve üretim hatasını yalanlıyor. Mahkeme, bu raporlardan hangisine inanacağını bilemiyor ve şimdi başka bir “bilirkişi” oluşturmaya çalışıyor.

1990 yılından bu yana Bergama Altın Madeni çalışmaları ile ilgili “bağımsız” araştırmalar yürüten Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi kaza riskine ve siyanür tehlikesine dikkat çekerek, bu yatırımın sakıncalı olduğunu çeşitli raporlarla kamuoyuna defalarca sunmuşlardı. Bu raporlara istinaden İzmir Çevre Avukatlarının açtığı davalar neticesinde Mahkemeler ve Danıştay; “Altıncı Firmanın” faaliyetlerini yasaklamıştı. Ancak Uluslararası Eurogold Firması, kamuoyunun da izlediği; birtakım “malûm” oyunlarla, yörede dağıttığı promosyonlarla, büyük gazete reklamlarıyla, parasını verip Prof. Dr. Orhan Uslu’ya yaptırdığı “bilimsel”(!) ÇED raporuyla, bazı ODTÜ’lü Maden Mühendisliği hocalarını da dolaylı da olsa “reklamlarda” kullanarak, bütün gücüyle bu raporları, yurttaşların direnişini geçersiz kılmaya çalıştı. Bu yetmeyince, bu kez daha “büyük” güçlerini kullanarak, Başbakanlık Müsteşarlığı tarafından TÜBİTAK’a “risklerin ortadan kalktığını” belirten bir “rapor” hazırlattırıldı ve siyanürlü altın aramanın yolu tekrar açılmaya çalışıldı.

Yakın bir zamanda gündemimize giren ve kamuoyunda yaygın olarak “GSM Yer İstasyonları” olarak bilinen bir konuda da çeşitli üniversitelerimizde birbirleriyle çelişen farklı “bilirkişi” raporları yayımlandı. İTÜ Elektronik ve Haberleşme Bölümü’nden Prof. Dr. Osman Palamutçuoğlu’nun NOKIA Firması için hazırladığı, yerleşim yerinden uzak, belli bir yerde ve 30 metre yükseklikteki bir kuleye kurulmuş olan tesis için verdiği “GSM Baz İstasyonu sağlığa zararlı değildir” raporu, tüm baz istasyon firmalarının kullandığı; “Bakın koca bir Üniversitemizin, Koca Profesörü zararsız diyor, size ne oluyor” belgesi haline gelmiş ve meskûn mahallerde, evlerin balkonlarına, yatak odalarının duvarlarına antenler takılırken, yurttaşları bilimsel olarak “ikna” etmek için kullanılmıştır. Daha sonra bu hocamızla birlikte Prof. Dr. Adnan Kaymaz ve Prof. Dr. Salih Çanakçıoğlu tarafından hazırlanan, 29 Şubat 2000 tarihli bir başka “bilirkişilik” raporunda ise;

“Bu tür sistemler yurtdışında, özellikle AB Ülkelerinde sıkı denetim altında kurulmakta ve işletilmektedir. Söz konusu uygulamada kaplama alanı dışında kalan yerlere ulaşmak için yüksek çıkış, güçlü verici antenlerin halkın bulunduğu ortamlara yerleştirilmesine kesin olarak izin verilmemektedir”

denilmektedir. Boğaziçi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Selim Şeker, Bilkent Üniversitesi Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden Prof. Dr. Haldun Özaktaş, TÜBİTAK’tan Doç. Dr. Selçuk Alsan, Doç. Dr. Levent Sevgi, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Nesrin Seyhan, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Tunaya Kalkan, İstanbul Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Hilmi Sabuncu, TAEK eski Başkanı Prof. Dr.Yalçın Sanalan, Ankara Hukuk Fakültesi’nden Prof. Dr. Nükhet Turgut ve diğer birçok biliminsanı ise bu konuda genel olarak şunları söylemektedir:

“Elektromanyetik alanların kansere yol açıcı bir faktör olduğu henüz kesin olarak yüzde 100 ispat edilmemiştir. Fakat yapmıyor da diyemeyiz. Zira bunun kesinleşmesi için insanlar üzerinde, uzun süreli, epidemiksel ve deneysel çalışmalar yapılması gerekmektedir.”[10]

“Bilim, gelinen noktada elektromanyetik alanların insan sağlığına kesinlikle zararı yoktur diyecek durumda değildir. Günümüzde ‘kesin zararlı değildir’ yargısı kadar sınırlı bulgularla varılan ‘kesin zararlıdır’ yargısı da bilimsel olmaktan uzaktır.”[11]

Genel olarak şu aşamada “bilimsel belirsizlikler” bulunduğunu ve çevre hukukunda yer alan “ihtiyat ilkesi” gereğince en akılcı çözümün temkinli davranmak ve önlemlerini şimdiden almak olduğunu söyleyen bu bilimadamlarının dışında, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre Bilkent Enerji Listesine gönderdiği “Cep Telefonlarının Baz İstasyonları ve İnsan Sağlığı” makalesinde ise aksine şu “kesin” yargıda bulunmaktadır; “Buna göre bir okulun ya da bir hastahanenin damına dikilmiş bir kuleye monte edilmiş bir baz istasyonu anteninin öğrencilere de, hastalar ile hastahane personeline de kesinlikle zararı olmaz.” Biliyorsunuz, zaten Çernobil’den yayılan radyasyon da az ve “kesinlikle” zararlı değildi!.. Yer istasyonlarının antenleri de, Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin “ehil bir bilimadamı” olarak (her konuda olduğu gibi, bu konuda da) beyan ettiği “bilimsel fetfasıyla” aklanmış oldu!...Oysa kendisi ne demişti İlimde Demokrasi Olmaz kitabında:

“İlmi gerçeklerin araştırılıp keşfinden herkesin ve de özellikle bu işin hasbelkader cahili olanların fikir beyan etmeye, ahkam kesmeye kalkışmalarının ilme de, topluma da bir yararı olmadığı gibi, zararları da sıralanamayacak kadar çoktur”.

Bu zararları doğa, toplum, ülke ve insan olarak daha ne kadar çekeceğiz kimbilir?

”BİLİM Mİ YOKSA FİLM Mİ?”...

Televizyon ve sinemalarda artık endüstriyel ticari ürünlerin “bilimsel” reklamları sıkça göze çarpıyor. Bunlar ya bir üniversitenin, hastanenin tanıtımı yapılan “ürünle” ilgili bölümünün, ya bir araştırma-geliştirme kurumunun ya da bir meslek birliğinin; reklamı yapılan ürünü; “bilimsel olarak test edip, onayladığını” anlatılan reklam filmleri. Örneğin, bir hastanemizin fizik tedavi bölümü, “falan” marka yatakların bel ağrısına iyi geldiğini “onaylıyor” ve bunların kullanılmasını “öneriyor”. TÜBİTAK; “filan” marka deterjanın daha fazla temizlediğini, X Üniversitesi Gıda Bölümü; “bilmem” ne marka ketçabın sağlığa yararlı olduğunu “test edip, onaylıyor”. Türk Diş Hekimleri Birliği, “feşman” marka diş macunun, dişlerimizi daha iyi koruduğunu “onaylıyor”. Bilmem ne sağlık enstitüsü; “bilmem ne sakızlarının ve bilmem ne şampuanlarının” dişlerimize ve saçımıza iyi geldiğini, yaptıkları uzun “bilimsel” araştırmalar sonucunda, “onaylayıp, öneriyorlar”.

Bu reklamları izleyen tüketicilerin “ikna” edilmesi ve/ya daha doğrusu “kandırılması” için, bu tür kurum ve kuruluşların adının kullanılması; maalesef hem bu kurumların güvenilirliğine hem de bu kurumlarda yer alan bilimadamlarının saygınlığına gölge düşürmüştür. Çünkü bu reklamı yaptıranların “reklamını”da yapan biliminsanları, aslında “ürünü” değil, bizatihi “bilimi ve bilim ahlâkını” pazarlamaktadırlar. Böylece yakın bir gelecekte, kurulmuş olan holding üniversitelerinde yer alan biliminsanlarının ve laboratuvarlarının, AR-GE’lerin kaçınılmaz olarak, o holdingin ürünlerinin “tanıtım ve satış” faaliyetlerinde kullanılması söz konusu olabilecektir. Bu da günümüzde “üniversite-bilim-bilimadamı-endüstri” işbirliğinin vardığı, varacağı noktaları gayet net olarak işaret etmektedir.

[1] Aktaran Nilüfer Göle; Mühendisler ve İdeoloji, İletişim Yay., 1986, s.37.

[2] A.g.y., s.37.

[3] Herbert Marcuse; Tek Boyutlu İnsan, May Yay.1983, s.212.

[4] Aktaran Joseph Needham; Doğunun Bilgisi, Batının Bilimi, Mab Yay., 1983, s.93.

[5] Max Horkheimer; Akıl Tutulması, Metis Yay., 1986, s.106-107.

[6] Paul Feyerabend; “Toplum, Bilime Karşı Nasıl Korunmalı”, Gergedan Dergisi, Sayı 2.

[7] Karl Paul Feyerabend, Yönteme Hayır, Ara Yay., 1989, s: 315.

[8] Doroty Nelkin; Bilim Nasıl Satılır, Şule Yay. 1994, s: 207.

[9] Ahmet Yüksel Özemre; İlimde Demokrasi Olmaz, Yeni Asya Yay., 1991, s: 130.

[10] Selim Şeker; Elektromanyetik Kirlenme, Etkileri ve Güvenlik Önlemleri, EMO Dergisi, Sayı: 406,

[11] Levent Sevgi; Elektromanyetik Kirlilik, Cep Telefonlar ve Baz İstasyonları, EMO Dergisi, Sayı: 406.