“Bir akademisyen niçin yazar” sorusunun olası iki cevabı vardır. Birinci cevap sorunun kendisini yadsır; tercihen yazmaz. Bu cevap sadece sorunun kendisini anlamsız kılmakla kalmaz aynı zamanda ikinci cevabın ne kadar anlamlı bir cevap olduğunu da ortaya koyar; yani başka bir deyişle bu cevap yazma eyleminin akademisyenin gönüllü olarak yürüttüğü bir faaliyet değil, onu dışarıdan baskılayan bir yükümlülük olduğunun ip- uçlarını taşır. Dolayısıyla ikinci cevap şudur: Akademisyen mesleki zorunluluklar -sorumluluklar değil- nedeniyle yazar. Ödev, tez ya da yakın tarihli bir atama yoksa yazmaz.[1]
Ödev, tez ve yakın tarihli atama nedeniyle oluşan yazma faaliyetlerinin hiçbiri, açıkça görülebileceği gibi, ne üzerine yazılan konudan ne de yazan kişiden kaynaklanan bir motivasyona sahiptir. Üstelik bu motivasyon kaynakları, asla akademisyeni üretmeye yöneltecek ilk hareketi sağlayan basit birer başlangıç noktası ya da -hayırlı- bahane olarak da değerlendirilemez. Bu dış etkenler, aynı zamanda metnin alımlayıcısını da gösterdikleri için, metni gerek biçimsel gerekse de içerik olarak belirler.[2]
Ödev nedeniyle yazmak öncelikle üniversitenizin kabul ettiği “biçime dair kurallar”ı ezberlemek ile başlar. Bu kurallar aslında göründükleri gibi sadece biçimsel değildir, metnin içeriğini ve her ne kadar çok katı sınırlarmış gibi gözükmeseler de, hareket alanınızı belirlerler.[3] Mantıklı ya da mantıksız, doğru ya da yanlış, yapılan şey araştırdığınız, okuduğunuz, çalıştığınız ve nihayetinde “bildiğiniz” şeyi alımlayıcısı olacak olan kişinin (hocanızın) ve daha genel olarak alımlayıcısı olacak olan kişinin organik parçası olduğu kurumun (üniversitenizin) tanımladığı ve alışık olduğu forma sokmanızdır. Burada, ne ödevlerin tamamen kuralsız bir biçimde hazırlanmasını savunmak ne de akademik yazının olası başka formlarını tartışmak gibi bir amacım yok; sadece şunu vurgulamak istiyorum: Akademik değerlendirme sisteminin idrak edilmesi, bir öğrencinin kendi bilgisine ilk yabancılaşma anını oluşturur ve bilgisini “pazarlamak” için ona form kazandırması gerektiğine dair kafasında oluşacak fikirlerin erken dönem habercisidir. En azından hâlâ bir tür idealizmle çevrelenmiş olan akademya hayallerinin en önemli kırılma noktalarından biridir.
Tez hazırlamak, biçime dair kuralların dizginlerinden sıyrıldığı bir yazma süreci olarak, tabiî ki, metnin yaratıcısına çok daha kısıtlı bir hareket imkânı sağlıyor.[4] Ödev gibi -ödev düzeyinde bu sorunun çok daha az can sıkıcı olduğunu kabul etmekle beraber- tez de üniversitede üretilen ve çoğunlukla, bırakın akademi içerisinde dolaşıma girmeyi, jüri hariç -ki jürinin tamamının okuması bile genellikle şaşırtıcıdır- hiç kimse tarafından okunmayacak olduğu bilinerek ve hattâ bu durum göz önünde bulundurularak yazılır. Dolayısıyla bu metinlerin alımlayıcısı, açık bir biçimde artık, okur değildir. Bu metinlerin kaderi bir tür “estetik” dizayn ve neyin neden önce ya da sonra geleceğini belirleyen kuralların elindedir. Sonuçta, elimizde istatistiksel bir veri olmasa da, tezlerin içerikten geri gönderildiğinden daha çok biçimden geri gönderildiğini biliyoruz. Yani, konuya hâkim olunmasa da olabilir ama üstten boşluk, mesela, 1 cm. olmaz. Bu noktada amacım tartışmayı bir biçim mi-içerik mi tartışmasına dönüştürmek değil. Sadece, artık giderek kimse tarafından okunmayan bu çalışmaların sosyal bilimler enstitülerinin kurallarına uygunluğu kriterleriyle değerlendirilir hale gelmiş olmasıdır. Denetimin arttırılması ya da içeriğe dair kriterlerin de merkezileştirilmesi kuşkusuz teklif edilemez, saçma bir fikir olacaktır. Üniversitede yazılan tezleri hazırlayan öğrencilerin ihtiyacı olan şey, söyledikleri sözün yankısını duyabilecekleri bir akademik ortamdır; bu ortamın en temel şartı ise tezlerin dolaşıma girmesidir.
Peki, bu derecede ciddiye alınacak bir çalışma yapmak gerekli midir? Her zaman tez aşamasındaki öğrenciye tavsiye edilen -ki bugünün üniversite sistemi düşünüldüğünde gerçekçi ve iyi niyetli bir öneridir- master ve doktora tezlerini olabildiğince çabuk “halledip”, çalışmalarını yürütebileceği rahat bir mevkiye gelmesidir. Bir akademisyenin hayatında en az üç yılı -bir yıl master ve iki yıl da doktora olmak üzere- bulan bu büyük yazma faaliyeti kuşkusuz daha sonraki çalışmaları da belirleyecek derecede önemli bir zaman dilimini işgâl etmektedir. Bu tür bir sistemin yetiştirdiği akademisyeni, tezi bittiğinde, ancak bir atama yeni bir çalışma yapmak için motive edebilir. Bu sistemin temel krizi akademisyenlerin bu işi yapmalarında en aslî güdüleri olan keyif alma beklentisi ve toplumsal sorumluluk düşüncesini köreltmesi, daha doğru bir ifadeyle bu tür naif umutları derhal terk etmelerini beklemesidir.
Görüldüğü üzere, doçent adayı olma aşamasına gelene kadar bir akademisyenin akademi dışına ne yaptığıyla ilgili tek bir söz söylemesi, konuşması, yayın yapması gerekmiyor. Buraya kadar akademi gizli bir örgüt duyarlılığı içerisinde, ürettiği bilgileri kendi içinde tutuyor ve daha da beteri dipsiz bir kuyuya terk ediyor. Doçentlik öncesi ise akademisyenlerde dışarıya -akademi dışına- yönelik üretim, panel ve toplantı takip etme ve hattâ düzenleme faaliyetlerinde ciddi bir artış görülebiliyor. Doçentlik için geçerli olan puanlama sistemini de kollamak suretiyle, akademisyenler, en az işle en fazla puanı toplama çabası içine giriyor.[5] Yurtiçinde bir kitap yazmaktansa yurtdışında bir makale yayımlatmayı tercih etmek gibi davranışlarla, tam bir memura yakışır biçimde, enerjisini iktisatlı kullanmasını sağlayacak yollar arıyor. Her ne kadar akademisyen artık akademi dışına ve (yayın kurulunu saymazsak) sadece jüriyi gözetmeden üretim yapıyor ve dolayısıyla, kendi metni üzerindeki hâkimiyeti artıyor gibi gözükse de aslında burada çok başka bir hesap akademisyenin metnini belirliyor; akademisyen elindeki bilgi ve malzemeyle mümkün olan en fazla sayıda işi çıkarıp, bunu mümkün olan en iyi (akademinin tanımlamasına göre) yerlerde yayımlatma zorunluluğuna uygun bir biçimde davranıyor; kendini tekrar ediyor ve neredeyse birbirinin aynısı olan işleri pazarlamak için uğraşmaya başlıyor. Akademisyen bir yerden sonra kendini PR’ını yapmak zorunda hissediyor. Bu durum, akademisyene ilgilenmek istediği ve merak ettiği konular üzerinde çalışmak yerine kısa sürede yayına dönüştürebileceği konular üzerine çalışma zorunluluğunu dayatıyor. Bu, aynı zamanda akademisyenlerin neden genellikle sadece ilk öğrendikleri şeyi (ki bu o pek önemsenmemesi gerektiğine inandıkları tez aşamasında öğrendikleri şeyler oluyor) en iyi bilir olmaya çalışan insanlar olduklarını ve diğer disiplinler konusunda, ortalama bir sosyal bilim dergisi okurundan daha az bilgi ve hattâ malumat sahibi olduklarını en azından bir yönüyle açıklıyor: Zorunda değiller ve üstelik bunu bir dezavantaj zannediyorlar.[6]
Öte yandan, keyif ve toplumsal sorumluluk gibi naif duygularla arası giderek açıldığı için de, ne yazarsa daha çabuk yayımlatabileceğini ya da neyin popüler -daha amiyane tabiriyle neyin “satar”- olduğunu havayı koklayarak anlamaya çabalıyor. Yani, akademisyen, bu sefer de dergilerin ya da yayınevlerinin biçime ve konuya dair taleplerine kendine yol açabilmek için “eyvallah” diyor ve “gerçekten yapmak istediği çalışmalar”ı doçentlik sonrasına erteleyiveriyor.[7]
Bu zorlu aşamayı da atlatan akademisyenin “yazar-çizer” bir kişi olması için ise artık hiç bir zorunluluk kalmıyor. Yıllarca sınav, tez derken yorgun düşen akademisyen üzerinden bu zor kalkınca yazma motivasyonunu kaybediyor. Gerçek anlamda merakları üzerine gitmesi tezi yetiştirememek, doçentlik dosyası için kısıtlı zamana sahip olmak ve jürisinde olacak olan diğer akademisyenlerin ideolojik tercihleri gibi nedenlerle ketlenmiş olan akademisyene bunca yıl nasıl yazması gerektiğini gösteren akademi, artık niçin yazması gerektiğini gösteremiyor. Kariyerizm hariç, akademinin bir akademisyene, bu saatten sonra, verebileceği hiçbir motivasyon yok. Bu noktadan sonra akademisyenleri yeniden cendereye alıp onları yıllık üretimleriyle değerlendirmek, her kadro için belirli üretim barajları belirlemek ve bu barajların altında kalanların sözleşmelerini gözden geçirmek asla bize hayal ettiğimiz akademiyi getirmeyecektir. Akademik üretim, niteliği gereği, tartı, terazi kabul edemeyecek ürünler ortaya çıkaracağı için bu tür değerlendirmeler anlamsız karışıklıklara ve mağduriyetlere yol açacaktır. Ayrıca, Türkiye gibi bu tür değerlendirmelerin kolayca suistimal edilebileceği bir ülkede maksat sadece verimliliği arttırmak olsa bile bu tür bir öneri hayli tehlikeli sonuçlar doğurma olasılığını da beraberinde taşıyacaktır. Bu aşamaya kadar bünyesindeki akademisyenlere binlerce işe yaramaz ödev, tez yazdırmayı başarmış olan sistem bu şekilde yaptığı işten bezmiş olan akademisyenleri biraz daha cendereye sokup onların canını sıkacaktır; o kadar. Yani, akademisyenler bu aşamaya gelene kadar hangi yöntemlerle ürettilerse yine o biçimde üretmeye devam edeceklerdir.
Ancak üniversite kapitalist bir işletme olarak düşünüldüğünde, kısmen de olsa, mantıklı gözükebilecek bu tür öneriler, meselenin üretimi arttırmak değil, bu üretimin niteliğiyle uğraşmak olduğu öncülünden hareket edildiğinde anlamlarını tamamen yitiriyorlar. Dolayısıyla akademisyenlerin yazmıyor olmasının bir tembellik sorunu olmadığını öncelikle kabul edersek, bu durumun onları sıkıştırarak çözümlenemeyeceğini de görürüz. Açıktır ki, hasbel kader istemediği bir bölümde öğrencilik etme ihtimali hariç, hiç kimse üniversite kadrolarını tesadüfler vesilesiyle işgâl etmiyor; herkes bu kuruma bin bir çeşit hayal ve amaçlarla geliyor. Kuşkusuz bu hayal ve amaçların içinde, en azından başlangıç noktasında, “yan gelip yatma” hedefi ve hayali yok. Peki yine de herkesi bir yerden sonra tembelleştiren nedir?
İki temel neden bana bu noktada mantıklı gözüküyor: Genelde dünyada ve özelde Türkiye’de, sosyal bilimlerde normatif kuramın (ve onun bir alt başlığı olarak ideolojik tutumun) gerilemesidir. İkincisi de profesyonelizmin, sonunda akademisyenlerin mesleki duruşlarını aşındırması. Bu iki temel neden, açıkça görülebileceği gibi, birbirleriyle sıkıca bağlantılı. Sonuçta profesyonelizmin karşısına konulabilecek tek tutum sosyal bilimler bilgisinin “dışarıdaki” hayatla bağının farkında olan normatif kuram değilse de kuşkusuz yıllarca en yaygını ve güçlüsü yine de oydu. Mutlak objektivite söyleminin iflası sonrası süreç profesyonelizmin lehine fakat normatif kuramın aleyhine gelişti. Burada profesyonelizmin karşısında normatif kuram ve ideolojik tutum tek başına mevzi kaybetmedi, bütün bir cephe olarak idealistler -bu işi gerçekten samimiyetle[8] yapanlar ya da dert edenler mi diyelim?- profesyonel tutum karşısında hızla gözden düştüler. Yani, (Edward Said’in tanımladığı haliyle) amatörizm (yine Said’in tanımladığı anlamıyla) profesyonelizm karşısında mevzi kaybetti.[9]
Profesyonelizm meselesi, aslında, akademideki birden fazla sorun ile içi içe geçmiş gözüküyor; bu sorunlar üretilen bilginin kalitesinden, bilginin ne için üretildiğinden başlayıp disiplinlerarasılık ve hatta akademisyenlerin gerek ürettikleri bilgiye ve gerekse de bu bilginin olgusu olan topluma yabancılaşmalarına kadar uzanıyor. Yani, aslında bu yazıda aktarılmaya çabalanan her sorunun altında bir yerlerde profesyonelizm var. Akademisyenlerin sermayeleri olan CV’leri hayatlarında giderek en önemli değer haline geliyor. Fakat, köhnemiş bir alışkanlıkla en ufak bir altruist tarafı kalmamış olan akademi, hâlâ toplumdan saygı ve akademisyenler devletten daha fazla ücret bekliyor.[10]
Kendi ilgi sahası ve merakı dışında üreten -ya da aynı şeyi on başka formda üreterek pazarlamaya çalışan- bir akademisyenin durumunun ve yine bu sistemin bir parçası olup öğrenme merakı ketlenmiş, salt kendi işini bilir hale getirilmiş bir akademisyenin üretim biçiminin Fordist modele ne kadar benzediğini tespit etmek sanırım abartı olmayacaktır. Dolayısıyla şu iddia edilebilir; kendi amatör ve entellektüel meraklarını kaybettikten sonra, akademisyenlerin çoğunlukla kariyerizm ya da birtakım dış baskılar olmaksızın yazamamasının nedeni tembellik değil, açık bir biçimde yabancılaşmadır. Yani, gelişigüzel bir örnekle söylersek, hayatında hiç dert etmediği “sorunlar” üzerine çalışmak durumunda kalan akademisyen, ürettiğiyle arasında mesafe olan ve onu asla kullanmayacak bir fabrika işçisi kadar işine yabancılaşmış bir kişidir; üretim arzuları ketlenmiştir.
Akademisyenler için yabancılaşma duygusunu arttıran bir diğer etmen de “aşırı uzmanlaşma”ya sebep olan disiplin fetişizmidir. Resmin tamamını görmeyi denemekten ve hatta tahayyül etmekten bile uzak olan akademisyenler, kendi disiplinlerinin sınırlı dünyası içinde, bırakın entellektüel olmayı, daha çok bir tür teknik eleman haline gelmiştir. Özellikle sosyal bilimler alanında disiplinlerarası tutum bir tür moda ya da lüks değil bu işin doğasının gereği olan bir zorunluluktur.[11] Akademisyeni bilgi teknisyeninden ayıracak en önemli fark da bu tutumdur.
Derrida’nın tezini yazmakta olduğu sırada tez yöneticisi Jean Hyppolite’in ona “iyi güzel de, nereye gittiğinizi gerçekten görmüyorum” demesi üzerine “eğer nereye gittiğimi görecek olsam, zannedersem oraya varmak için bir adım daha atmazdım”[12] cevabını vermesi, bunu yaklaşık 15 yıl sonra yazdığı bir yazıda anlatıyor olması, her defasında kendi merakları ve ilgileri peşinden sürüklenen ya da yaşıtları doçent olmuşken hâlâ doktoralarını bitiremeyen (ki aslında akademinin ölçülerine göre bitmiştir) akademisyenlerin boş işlerle uğraştığını düşünen ve onları “rasyonel” davranmamakla itham eden akademinin geri kalan kısmına verilmiş, kuşkusuz, en iyi cevaptır. Amatör meraklarını ve toplumsal sorumluluklarını kariyerizm ve profesyonelizm gibi kavramların önüne taşıyan akademisyenler, tek bir şey bilen ve “gözü saate takılı” çalışan akademisyenlerin gerçekte zamanlarını boşa harcayanlar olduğunu göstermektedir. Profesör olabilirsiniz ama akademisyen olamazsınız. Akademide hâlâ öğrenci olmaktan keyif alan, bilgisini paylaşmaktan kaçınmayan ve bu işi hızla yükselmek değil, daha fazla çalışabilme/öğrenebilme keyfini sürebilmek için yapanlar olduğuna inanıyorum.
(*) Bu yazıda akademisyen sözcüğü ile sadece akademide koltuk ve unvan sahibi olmuş kişiler değil, öğrenci ve araştırma görevlileri dahil, üniversitelerde sürdürüldüğü iddia edilen öğretim faaliyetinde aktif görev alan kişiler kast edilmektedir. Konu edeceğimiz şey bahsi geçen insanların yazma faaliyetlerinin arkasındaki güdüler ve beklentilerdir. Bu bağlamda, kelimenin genel ve geçerli anlamında yeri olmayan öğrenciler akademisyen kelimesinin anlam dairesine dahil edilmiştir. Söz konusu anlam genişlemesi sayesinde ilgi alanımıza girecek olan öğrencilik ve öğrencilerin yazı ile olan ilişkileri, son kertede “müstakbel akademisyenin” yazı ile ilişkisinin geleneklerini belirlemekte olduğu için de önemlidir. Burada akademi sözcüğünün anlamı -her ne kadar doğa bilimlerinde çok farklı olduğunu sanmıyorsam da- sosyal bilimler ile sınırlıdır.
[1] Bu soruya verilebilecek üçüncü cevap elbette ki kariyerizmdir. Ancak yazının başlarında daha temel soruları yanıtlamayı denemeden bu son derece çapraşık cevaba kendimizi kaptırmamak için bu cevabı şimdilik dipnotta, yani aklımızın bir kenarında saklı tutmayı öneriyorum.
[2] “Herhangi bir metnin (dilsel olmayan bir metin de olabilir) işleyişi, üretilme anının yanı sıra (ya da üretilme anı yerine) bu metnin anlaşılması, gerçekleşmesi, yorumlanması açısından hem alıcısının (gönderilen) oynadığı rol, hem de metnin bu tür katılım biçimlerini nasıl öngördüğü göz önüne alındığında açıklanabilir.” (Umberto Eco, Alımlama Göstergebilimi, çev: Sema Rifat, Düzlem Yay., İstanbul 1991, 16-17). Eco’nun, 1960 sonrası Okur-Yazar ilişkisiyle ilgilenen kuramların temel savını özetlediği bu cümle, tam da benim kast ettiğim ilişkiyi, elbette asla akademideki kadar somut olamayacak bir şeklinden bahsederek gösteriyor. Burada kast ettiğim somut şekil, sadece bahsedilmiş olan her bir akademik yazı biçiminin belirlenmiş ayrı formlarının olması değil, bundan daha kötüsü akademisyenlerin (öğrenciler dahil) pratik faydalarını göz önünde bulundurarak alımlayıcı olan kurumun -akademinin- kurallarını ve alımlayıcının -jüri, hoca vb- kim -ya da kimler- olduğunu her zaman göz önünde bulundurma eğiliminde olduğudur. Bu, tabiî ki tarihin en eski öğrencilik numaralarından biridir, ama akademisyenlerin öğrenciliğin bütün naif idealistliklerini unutup sadece ucuz numaralarını hatırlama eğiliminde olmaları da yeterince anlamlı değil mi?
[3] “Perulu yaşlı bir adam varmış / güveç yapan karısına bakarmış; / Ama karısı bir dalgınlık anında / pişirivermiş onu fırında / şu Perulu talihsiz adammış.
Bu öyküyü sanki New York Times tarafından anlatılıyormuş gibi anlatmayı deneyelim: ‘Lima, 17 Mart. Dün 41 yaşındaki, iki çocuk sahibi, Peruvian Chemical Bank’de memur olan Alvaro Gonzales tipik bir yerel yemek hazırlamakta olan karısı Lolita Sanchez de Medinaceli tarafından yanlışlıkla pişirilmiştir...’ ” (Umberto Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, Çev: Kemal Atakay, Can Yay., İstanbul 1995, s. 43) Eco’nun bu, neredeyse ironik, örneğindeki kadar abartılı olmasa da akademik yazı, genellikle, bizlere demek istediklerimizden çok diyebildiklerimizi deme imkânı sağlar. Sanırım akademik disiplin içerisinde yazma stilleri geliştirmiş (!) akademisyenlerin en büyük sıkıntısı kendi düşündüklerini referanssız ifade edememek ve cümlelerine “ben” diye başlayamamaktır. Akademik metinlerin biçimini belirleyen kurallar çoğunlukla bir tür standardizasyonu ve bunun sonucunda da daha rahat anlaşılır olmayı hedeflemiş olsalar dahi yine de yazarın metne ilk yabancılaşma noktasını oluştururlar. “Ben yaptım oldu” kolaycılığına düşmeden, özellikle öğrencilerin kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri yazın formları ya da kriterleri üzerine düşünülmesinin gerekli olduğu görülüyor. Aksi taktirde akademi sadece kuru bir akademik dili kullanma yeteneği (!) kazanmış, alıntı fetişisti ve kendi fikrini ifade etmekten çekinenlerin yeri olmaya devam edecek.
[4] Adnan Akçay tezin “gerçekte” işlevinin ne olduğunu, ironik bir dille, şöyle tanımlıyor: “Master-doktora tezleri, çoğunlukla bir şey söylemeye niyeti olmayanlara zorla bir şeyler söyletmenin ya da gerçekten söyleyecek bir şeyi olanlara bunu söyletmemenin aracı olarak işlev görür” (A. Adnan Akçay, “Sosyal Bilimler Kongresi Nedeniyle “Sosyallik” ve “Bilim” Üzerine”, Birikim, sayı 44, İstanbul Aralık 1992, s. 69.)
[5] Bu üretimi her ne kadar dışarıya üretim olarak tanımlıyorsak da, söz konusu puanlama sistemiyle, akademinin dergileri ve yayınevlerini “önemlerine” ve “ciddiyetlerine” göre puanlandırarak yeniden kendi kurallarının geçerli olduğu kuşatılmış bir dış dünya yarattığını da unutmamak gerekiyor.
[6] Buradan yola çıkarak şu sonuca da varmak mümkün: Mesleğe başladıklarında da öyle miydiler bilinmez ama bu türden akademisyenler yaptıkları işleri hobileri olabilecek kadar bile sevmiyorlar. Hobisi bile olamayacak bir işi profesyonel olarak yapmak ise katlanılmaz ve gerçek bir azap olsa gerek. Bu işin “müşterisi” olmak ise....
[7] Yardımcı doçentlik kadrosunun süreli bir kadro olduğunu ve gerek araştırma görevliliği ve gerekse de yardımcı doçentliğin idari olarak Doçentlik kadar “güvenlikli” bir kadro olmadığını da unutmamak lazım. Yani, hızla doçent olmak isteyen akademiysen bunu aynı zamanda kendi güvenliğini sağlamak için de yapıyor.
[8] Bunun sorunlu ve muğlak bir ifade olduğunu biliyorum, ama gerçekten kast ettiğimi daha iyi anlatan bir sözcük bulamadım.
[9] “Nedir amatörizm? Kâr ya da ödül beklentisiyle değil, tabloyu daha geniş çizmeye, belli çizgiler ve engeller arasında bağlantılar kurmaya duyulan aşk ve dinmek bilmez merakla; bir uzmanlık alanına kapatılmayı reddederek, belli bir meslekten olmanın insana getirdiği her türlü kısıtlamaya rağmen düşüncelere ve değerlere özen göstererek hareket etme isteğidir”
“Profesyonelizm ile kastettiğim şey, bir entellektüel olarak yaptığınız işi geçim kaygısıyla, sabah saat dokuz ila akşam saat beş arasında (bir gözünüzü saatten ayırmadan, öbür gözünüz devamlı profesyonel davranış standartlarına uygun davranıp davranamadığınız üzerinde) yaptığınız bir şey diye düşünmenizdir.-denizi bulandırmamanız, kabul edilmiş paradigmaların ya da sınırların dışına çıkmamanız, pazarlanabilir ve öncelikle de “prezentabl” olmak uğruna kendinizi “aman bir tatsızlık çıkmasın da” diye düşünen apolitik ve “nesnel” biri haline getirmenizdir” (Edward Said, “Entellektüel” , Çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., İstanbul 1995, s. 76-74).
Kuşkusuz Said tariflerini akademisyenler için değil entellektüeller için veriyor ama yine de ikisi arasında kökten bir fark olduğunu ben kabullenmek istemediğim için bu tanımın akademisyenler için de kullanılabilir olduğunu düşünüyorum.
[10] Bu yazı son şeklini aldığı tarihlerde aralık ayı başındaki maaş eylemleri henüz gündemde değildi. Fakat bu eylemlerde de akademisyenlerin insanca yaşama haklarının gereği olan daha fazla ücret taleplerine, kendilerini bir tür kastın üyesi gibi algılayan akademisyenlerin sesleri karıştı. Bu akademisyenler daha fazla ücret taleplerini kendilerinin bu toplum için dirsek çürüten insanlar oldukları söylemine ya da “okumuş” oldukları için “cahil”lerden daha fazla ücreti hakkettikleri imasına dayandırdılar. Akademisyenlerin bu derece toplum için çalışır, çabalarken çeşitli bahanelerle ideolojik görüşleri nedeniyle öğrencilik hakları ellerinden alınan öğrencileri için neler yaptıklarını ya da dahil oldukları kastın en temel sembolü olan cüppeleri ile başka hangi toplumsal yaramıza (ordu desteğiyle yapılan laik Türkiye şovlarını bir kenara bırakırsak) parmak basmak için bir araya geldiklerini hatırlayamıyorum Ben de bunun üzerine onların sürdürdükleri “aydınlanmacı” kast sistemine karşı kendilerine yine son derce aydınlanmacı ama cumhuriyetin ilk döneminin Kemalist, idealist öğretmenlerinin naif ruhunu taşıyan başka bir konuşmadan bir bölümle, Sami Selçuk’un 1999 eylülünde adli yılın açılışı vesilesiyle yaptığı konuşmayla cevap vermek istiyorum: “Sizlerin önünde, yararlı, ciddi, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşların önünde, yıllardır hukuk bilimi ve uygulamasıyla iç içe yaşamış her hukukçu; yalnızca karar veren bir görüş üreticisi (müçtehit) olarak değil, halkını aydınlatan yol gösterici (mürşit) ve hukuk savaşımcısı (mücahit) olarak da konuşmak durumundadır. Üstelik bu hukukçu, öğrenimde fırsat eşitliğini gerçekleştirememiş bir toplumun çocuğu ise, bu yüzden daha yetenekli birinin zararına ve fakat kendi yararına öğrenim yapma olasılığı yüksek biri ise, özverili halkına daha çok şey borçlu demektir”
[11] Edward Said’in amatörizm tanımında ısrarla vurguladığı “bir uzmanlık alanına kapatılmayı reddetmek” ifadesini hatırlayalım.
[12] Jacques Derrida, “Tezin Zamanı: Noktalama İşaretleri, Çev: Melih Başaran, Felsefelogos, sayı 10, İstanbul 2000/2, s. 33.