Üniversitenin Devlet Zihniyetine Entegrasyonu

Türkiye’de geride bıraktığımız on yıl, üniversiteleri dolaysız olarak etkileyen ve ‘normal’ koşullarda birbiriyle tezat teşkil etmesi gereken iki dinamiğin birbirlerine eklemlenmesine tanık oldu. Bir yandan ’80’lere damgasını vuran ve devlet marifetiyle cari kılınan liberalleşme, toplumsal sempati bağlarını çözerek ve ‘ortak iyi’ idesinin yitirildiği derin bir yabancılaşma ortamı yaratarak gelişip serpildi. Aynı dönem, diğer yandan, ‘Türk cumhuriyetçileri’ için bir nevi asr-ı saadet olan ’20’ler ve ’30’lardan sonra, cumhuriyetin ‘irtica ve bölücülüğe’ karşı galebe çaldığı en muzaffer yıllar oldu. Eğitim ve sağlıktaki çöküşe, yoksullaşmaya, altruistik davranış kalıplarının inatla aşağılanarak toplumsal belleğimizden sökülüp alınmasına karşı kayıtsız kalan bu ‘cumhuriyetçilik’, kendisini milliyetçi-medeniyetçi/laisist bir diskurla ifade etmeyi yeğledi.

Bir yanda ‘haklar söylemi’nden mümkün olduğunca arındırılmış bir liberalizm, diğer yanda ‘ortak iyi’ diye bir derdi olmayan bir cumhuriyetçilik... Kendi soy ideallerinden tanınmayacak derecede uzaklaşmış ve muhtemelen ancak bu sayede bugün Türkiye’de biraraya gelebilen bu iki siyasal dinamik arasındaki izdivacın, ‘kurumsallaşmış 12 Eylül’ün eseri olduğunu, bunların çetrefil bağlarla birbirlerine dolandıklarını, birbirlerini besleyip büyüttüklerini ve darbeyle amaçlanan toplumsal deformasyonu artık elbirliğiyle gerçekleştirdiklerini, bilmem hatırlatmaya gerek var mı?

Liberalleşme ve cumhuriyetçiliğin bu eklemlenişi, 1980’de girişilen deformasyon programının başlıca hedefleri arasında yer alan üniversiteleri, bugün söz konusu deformasyonun yeniden-üreticisi haline getirmiş durumda. Üniversitenin bu yeniden-üretim işlevini nasıl gerçekleştirdiği sorusunun elbette kısa bir yanıtı yok; yine de bununla doğrudan ilgili olduğunu düşündüğüm iki noktaya dikkat çekmek istiyorum: Bunlardan ilki üniversitenin topluluk olma vasfını yitirmiş olmasıdır; üniversitenin bir topluluk olmaktan çıkması ile bilgi üretiminin teknik ve özel bir süreç haline gelmesi birarada gerçekleşmekte, aklın eleştirel kullanımı üniversite için artık herhangi bir güncellik taşımamaktadır. İkinci olarak, devlet laisizmiyle ve onun üzerinden de resmî zihniyet dünyasıyla ciddi bir bütünleşme söz konusudur. Üniversite bir topluluk olmaktan çıktıkça, bir devlet kurumu olmakta, ‘topluluk olarak üniversite’yi dağıtan merkezkaç kuvvet, YÖK’te cisimleşen ‘kurum olarak üniversite’yi güçlendirip ihya etmektedir.

ÜNİVERSİTENİN TOPLULUK OLMA VASFI

Üniversitenin bir topluluk olduğu fikri, Batı Avrupa’da 13. yüzyıldan itibaren üniversitelerin tarihine kazınmış durumdadır. Jacques Le Goff üniversitelerin, zamanın çok parçalı siyasal coğrafyasında yerel ve evrensel iktidar odakları karşısında bağımsızlıklarını korumak için belli başlı iki güce sahip olduklarını söyler. Bunlardan ilki grev ve kentten ayrılma hakkıdır. Üniversiteler ,yerel kilise veya sivil iktidarla sorun yaşadıkları dönemlerde önce greve gitmekten, sorun çözülmediği takdirde ise kenti terk etmekten çekinmemişlerdir. Üniversitenin kenti terk edebilir olması, onun bir bina veya mekân değil, örgütlü olarak hareket eden bir topluluk olduğunu gösterir.

Üniversitenin ikinci temel ayrıcalığı, akademik ünvanları verme tekeline sahip olmasıdır. Bunun neden bir güç olduğu açık: Gerek kilisenin gerekse sivil iktidarların ihtiyaç duyduğu tahsilliler zümresi üniversitelerde yetişmektedir. Bizim buradaki ilgilerimiz bakımından asıl önemli olan ise, bu tekelin neden bir güç olduğu değil, bu gücün neden üniversitenin tekelinde olduğu. Gerçekten de neden akademik unvanları verme yetkisi, dışlayıcı bir tarzda ve bugün hâlâ yalnızca üniversitelere ait?

Bu, üniversitenin bir ‘site’, yani otonom bir topluluk olma vasfıyla ilgilidir. Akademik unvanları verme yetkisi, kimin kendisine üye olacağını bizzat topluluğun kendisinin belirlemesi anlamına gelir ki bu, her ‘site’nin en temel ayrıcalığıdır. Buradan yeni bir soru, topluluğun bunu nasıl gerçekleştireceği, yani kimin üye kabul edilip edilmeyeceğine ve kimin hangi statüde kabul edileceğine nasıl karar vereceği sorusu doğar. Politik topluluk bu sorunu yasa yaparak çözmekteydi, evrensel topluluk, yani üniversite ise tarihsel olarak farklı ve bugüne uzanan bir uygulama geliştirmiştir: Jüri sistemi.

Bu mesele, Türkiye’de yavaş yavaş tedavüle sokulmakta olan bir uygulamayla yakından ilgili. Bir süredir, öğretim üyeliği atamalarıyla ilgili olarak, bugüne kadar uygulanan ve üniversite pratiğinin temel bir bileşeni olan jüri sistemine ek olarak, bir puanlama sisteminin çalışmaları sürüyor. Bu sisteme göre, adayın jüri karşısına çıkabilmek için, yayın türlerini tasnif eden bir puan cetveli uyarınca belli bir puanı toplayacak kadar yayın yapmış olması gerekli. Kişisel gözlemim, üniversitede cari kılınan düşüncesizliğin, öğretim üyelerinden pek çoğunun böyle bir uygulamayı makûl karşılayacakları bir raddeye varmış olduğu ve topluluk olma duygusunun aynı oranda yitirildiği yönündedir. Böyle düşünüyorum, çünkü entellektüel niteliğin puanlamaya tâbi tutulabileceği, yani niceliksel olarak ölçülebileceği fikri, ‘jüri’nin üniversite geleneği içinde sahip olduğu özel anlamın artık hatırlanmadığına işaret eder.

Bu özel anlam jürinin işleviyle ilgilidir. Bilindiği gibi, jüriden yapması beklenen şey yargı vermesidir; ve her yargı bir ölçüt gerektirir. Dolayısıyla, üniversitenin akademik bir çalışmayı değerlendirmek üzere kendi içinden seçtiği jüri üyelerinin, yargıda bulunurlarken bunu belli bir ölçüte atıfla yapmaları gerekir. Peki ama bu ölçüt nedir?

İlk olarak, alınacak karar üniversite topluluğunun tümünü ilgilendirdiğinden, bu ölçütün, topluluğun ortak ölçütü olmak anlamında nesnel bir karakter taşıması gerekir. Nitekim, jüri üyelerinin topluluğun dışından değil de, bizzat içinden seçilmesi bunun böyle olduğuna işaret eder. Yine de -ikinci olarak- bu ölçüt, şu basit nedenle bir hukuk maddesinin, bir yasanın sahip olduğu somut nesnelliğe sahip olamaz: Jüri üyeleri belli bir edimin verili kurallar karşısındaki durumunun ne olduğunu belirlemek üzere değil, bir akademik çalışmayı değerlendirmek üzere, yani onun akademik ‘niteliği’ hakkında yargıda bulunmak üzere biraraya gelmektedirler. ‘Nitelik’ denen şey, doğası gereği, önceden konan kurallarla bilinebilir -dolayısıyla önceden belirlenebilir- olmaktan uzaktır. Jürinin önüne konan şey, prensip olarak, benzersizdir. Bu nedenle jürinin yaptığı iş verili yasalarla çalışan ‘hakim’inkinden ziyade, konunun farklı veçhelerini gören ve çalışma alanının temel sorunlarını bilen, ama hazır bir ölçüte sahip olmayan ‘eleştirmen’in yaptığı işe benzemekte, yargı yetisinin eleştirel kullanımını gerektirmektedir. O halde, topluluğa ortak olarak ait olmak anlamında nesnel olan, ama bir yasadan farklı olarak somut ve dışsal bir tarzda verili olmayan bir ölçüt arıyoruz.

Bu, üniversitenin, yani akademik topluluğun ‘ortak duyu’sudur. Neyin ‘değerli’ olduğunun ölçütü, topluluğun ortak olarak sahip olduğu ve onun tüm entellektüel pratiğinde yeniden üretilen, bir anlamda topluluğun ruhu olan bir ‘duyu’dur. Ortak duyu müşterek bir dünyayı gerektirir; ve o dünyada olup bitenlere topluluğun ortak bakış açısından bakabilmeyi mümkün kılar. Jüriden beklenen şey de, yargı verirken, hazır halde verili olmayan bu ortak bakış açısını bulup çıkaracak tarzda düşünmesidir. Ortak duyunun elle tutulamaz, somut olmayan, ama yine de en âlâsından gerçek olan nesnelliği, topluluğu birbirine bağlayan değerlerin ve bu değerleri yeniden üreten pratiklerin nesnelliğinden gelir. Her ders, her seminer, her sempozyum, her tez çalışması, her tartışma böyle bir pratiktir. Akademik değer veya nitelik denen şey ya buralarda ortaya çıkar ya da hiçbir yerde ortaya çıkmaz.

Üniversitenin, bugün toplumsal deformasyonun yeniden-üretiminde rol oynamasına etkide bulunan en önemli faktörlerden biri, üniversiter ortak duyuyu tesis etmesi, dolayısıyla aklın eleştirel kullanımını kışkırtması, keskinleştirmesi ve en önemlisi de bunun değerli bir şey olduğunu orada bulunanlara hissettirmesi gereken pratiklerin, bu minvalden bütünüyle uzaklaşmış olmalarıdır. Söz konusu pratiklerin damgasını taşıyan ürünlerin, puan cetvellerinin nesnelliğine vurularak yargılanabileceği fikri ve daha da kötüsü bu fikrin üniversite hocaları tarafından kabulü başka neye işaret eder? Bunun tek bir anlamı var: Üniversite ortak duyusunu yitirmiştir.

BİR DEVLET KURUMU OLARAK ÜNİVERSİTE

Bir toplumun ortak duyusunu yitirmesi, toplum olmaktan çıkarak ‘kitle’ye dönüşmesi anlamına gelir. Bu manada ‘kitle’yi karakterize eden şey, insanların birarada yaşamalarına rağmen, müşterek ve anlamlı bir dünyayı paylaşmamalarıdır. İnsanları birbirleriyle olduğu kadar müşterek bir dünyayla da ilişkiye sokan ortak bağların bulunmadığı yerde, onları birarada tutan ve münasebetlerini düzenleyen dışsal bir ilkenin yürürlükte olması gerekir. İleri endüstriyel ülkelerde, kişiler arası ilişkilerin giderek daha fazla hukuksal bir form kazanmasının bir anlamı budur.

Benzer bir şey, ortak duyusunu yitirmiş bir üniversite için de geçerlidir. Üniversite pratiklerinin üniversiteliler için müşterek bir dünya oluşturmaktan aciz hale gelmesi, üniversitenin bir topluluk olmaktan çıkmasına ve kendi dışında belirlenen ölçütlere giderek daha fazla tâbi olmasına yol açmaktadır. YÖK’ün yirmi yıldır yürürlüğe koyduğu onlarca yeni tüzük, onlarca yeni uygulama var. Yardımcı doçentlik denen ve uydurukluğu isminden belli olan şeyden tutun da, yüksek lisans programlarına girişte bilim sınavının iptaline ve her türlü lisansüstü eğitim için tayin edici bir önem kazanan LES’e varıncaya kadar temel üniversite pratiklerinin tamamına yakını, YÖK’ün kağıt üstünde yaptığı planlara göre biçimlendirilmektedir.

Bu dışarıdan/yukarıdan biçimlendirme etkinliğinin temel bir özelliği, üniversite yaşamının mekanik bir yapı arz ettiği, dolayısıyla ortaya çıkan sorunların birer teknik arıza olduğu ve yine teknik önlemlerle (yani tüzüklerle) giderilebileceği varsayımıdır. Yukarıda tartışılan puan sistemi gibi; veya, lisansüstü eğitime girişte ‘bilim sınavı’nın yerine ‘çoktan seçmeli merkezi sınav’ konulmasıyla (yani, bir nevi parça değiştirmeyle) kadrolaşmanın önlenebileceği gibi düşüncesizlik örnekleri, üniversitelerdeki düzenlemelerin ‘teknik’ bir aklın ürünü olduğunu gösterir.

‘Teknik akıl’, şeyleri, parçalarına ayrılıp tekrar birleştirilebilmeleri, böylece yeniden üretilmeye elverişli olmaları esasında kavrar. Dolayısıyla, konusunu ele alış tarzı bakımından, daha başlangıçtan itibaren pozitivist bir karakter taşır; ‘anlam’dan ziyade ‘olgu’yla ilgilidir ve uygulamaya yöneliktir. ‘Olgu’nun yeniden üretilebilmesi, onunla ilgili süreçlerin öngörülebilir, dolayısıyla denetlenebilir olmasını garanti eder. Türkiye’de son yirmi yıldır seri olarak yeni üniversitelerin açılması (mekanikleştirme); ve eski yeni tüm üniversitelerin, farklılıklarına rağmen aynı merkezî tüzüklerle idare edilmesi (merkezileşme ve tektipleştirme), üniversitenin YÖK tarafından bu teknik aklın esaslarına göre kavrandığına ve pozitivizmin bir ‘yönetim mantığı’ olarak işlediğine açıkça işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir.

Pozitivizmin bir yönetim mantığı olarak insanlar arası ilişkilere uygulanması, üniversite yaşamının mekanikleştirilmesi ve tektipleştirilmesi gibi genel otoriter etkilerin yanı sıra özel bir handikapa da yol açmaktadır. Pozitivist bakış açısı, insanlar arası ilişkiler dünyasında da, nesneler üzerinde sahip olduğu epistemolojik güce, yani öngörebilme ve denetleme gücüne aynen sahip olmak ister. Ne var ki, insansal dünya hakkındaki bilginin, konusu gereği aynı tarzda sabitlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle, denetim alanı içerisinde sürekli ve kaçınılmaz olarak daha evvel öngörülemeyen değişimler ortaya çıkmakta, uygulanan yönetim tekniklerinin de buna paralel olarak değişmesi gerekmektedir. YÖK’ün üniversite pratiklerini düzenlemek üzere çıkardığı tüzüklerin, bu tüzükleri uygulamaya en hevesli idareciler tarafından bile doğru düzgün takip edilemez bir hızda değişmesi, büyük ölçüde buna bağlıdır.

Tüzüklerin biteviye değişmesinin -tüzüklerin kendilerine ek olarak- aptallaştırıcı bir etkisi vardır. Neyin nasıl yapılacağının bilgisi sürekli yenilenmekte ve giderek sadece ‘üniversite teknokratları’nın elinde toplanmaktadır. Tek tek üniversiteler de, eksiksiz şemasına ancak bu teknokratların vakıf olduğu bir büyük sistemin bağımlı birimleri haline gelmektedir. Bir üniversite geleneğinin oluşması açısından pek az şey daha tahrip edici bir etkiye sahiptir.

Üniversitenin ortak duyusunu ve bir topluluk olma vasfını yitirerek pozitivist-otoriter bir yönetim mantığına teslim olmasının yol açtığı iki spesifik etkiye dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan ilki, bilginin özelleşmesidir: Hem belli bir konuya gömülü, yorumlayıcı olmayan, kapalı devre bir üniversite pratiğinin ürünü olmak anlamında; hem de toplumun ortak değeri olmaktan çıkarak bir yatırım nesnesine dönüşmek anlamında.

Üniversite öğretimi, bugün, belli bir uzmanlık alanıyla ilgili bilginin, konunun elverdiği ölçüde uygulamaya yönelik olarak ‘aktarılma’sından öteye geçmemekte, bilginin özel bir alanda sabitlendiği ve yalnızca işe yararlığı bakımından değerlendirildiği bir nevi meslek kursuna dönüşmüş bulunmaktadır. Öğrencilerin pek çoğu açısından üniversite, kendilerine yatırım yaptıkları ve ‘gerçek hayat’a, piyasa hayatına hazırlandıkları bir yerdir. En azından orta sınıfın ortalama sohbetlerine sık sık konu olan ve arada bir haber bültenlerinin ikinci yarısında kendine yer bulan ‘üniversite mezunu işsizler’ teması, binlerce insanın hayatıyla ilgili gerçek bir soruna değinmekle birlikte, üniversiteyle ilgili olarak zihnimize mıhlanan tek şeyin bu olduğuna işaret etmektedir.

Bilginin, özelleşmesi ve işlevsel temelde ele alınması, üniversite öğretiminin ve bilgi üretim süreçlerinin piyasa tarafından giderek daha fazla belirlenmesine, yani piyasanın ihtiyaçlarına ve mesleki uzmanlıklar/’bilgi alan’ları arasında gözettiği önceliklere göre biçimlenmesine yol açmaktadır. Piyasa, uygulamaya koyabileceği türden bilginin üretimini talep ve teşvik etmekte, bu yönde başarı vaat eden araştırma projeleri neredeyse sınırsız maddi olanaklardan yararlanabilmektedir. Herşeyin devletten beklenmemesi lazım geldiği yollu ananevi nasihatı tekrarlayarak ve kendi kaynaklarını kendilerinin yaratmaları gerektiğini ihtar ederek, YÖK de, üniversitelere aynı yolu işaret etmektedir. Bilgi üretim süreçlerinin piyasayla ilişkisinin artması, üniversitelerin YÖK tarafından uygulanan merkezi denetimin yanı sıra, çok daha karmaşık ve desantral bir şebeke içinde denetlenmesini mümkün kılar. Sponsor bulma şansı yüksek olan araştırma projelerinin ‘doğal olarak’ daha fazla rağbet görmesi, buna misaldir.

Pozitivist-otoriteryanizmin, bilginin özelleştirilmesinin yanı sıra ikinci bir etkisi, üniversitenin resmî zihniyet dünyasına eklemlenmesidir. Bu eklemlenme, son yıllarda, kendisini en açık biçimde, devlet laisizminin üniversiteler tarafından koşulsuz olarak kabul edilmesinde ve tavizsiz olarak uygulanmasında gösterdi. Altını çizmek gerek: Devlet laisizmine eklemlenmeyle ilgili mesele, üniversitenin kendi yapılanmasını seküler ilkelerden hareketle biçimlendirmesi değildir; mesele, üniversitenin, toplumun rasyonel-seküler bir temelde örgütlenmesini talep ve teşvik etmesi de değildir. Aksine, bunların her ikisi de aklın eleştirel kullanımıyla ve üniversitenin aslî işleviyle doğrudan ilgilidir.

Mesele, üniversitenin ‘bir laik kurum’ haline gelmesiyle, tam da bu aslî işlevinden uzaklaşmasının aynı süreçte gerçekleşmekte oluşudur. Tarihsel olarak sekülerleşme, Fransız Devrimi’nden itibaren, aklın eleştirel kullanımının önündeki engellerin kaldırılmasıyla; aklın ‘içine düştüğü yetkin olmama durumu’ndan, vesayet altından kurtulmasıyla ilgilidir; bu da demektir ki, akla dışarıdan verili olmaktan ziyade, aklın otonomisiyle ilgili bir taleptir. Bugün içinde bulunduğumuz koşullarda ise, devlet laisizmi ile üniversite arasındaki ilişkiyi karakterize eden şey, tam da bu ‘dışarıdan verili olma’ durumudur. Bunun üniversite tarafından kabulü, sekülerleşmeden ziyade, resmî zihniyet dünyasının vesayeti altına girmenin, devlet katından gelen bir ‘birlik ve bütünlük ruhu’ içinde yitip gitmenin belirtisidir.

İstanbul Üniversitesi’nde birkaç aydır tırmanmakta olduğunu basından izlediğimiz bir gerilim ve bu gerilime neden olan vaka, üniversitenin devletle girdiği birlik ve bütünlük ilişkisinin sadece laiklik tartışmasıyla sınırlı kalmadığına, resmî ve ‘derin’ zihniyet dünyasıyla tehlikeli bir entegrasyonun yaşanmakta olduğuna açıkça ve tedirgin edici bir biçimde dikkat çekiyor. Susurluk Raporu’nda kendisinden MİT görevlisi olarak söz edilen ve Azerbaycan’da yaşanan darbe girişimine katıldığı öne sürülen Ferman Demirkol’un Hukuk Fakültesi’ne hoca olarak atanmasından söz ediyorum. Radikal’’in 1 Aralık ve 12 Ocak tarihli sayılarında bu olayla ilgili iki haber vardı. İlkinde, Ferman Demirkol’un İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geçen yıl atanmış olmasına rağmen, ilk kez bu yıl ders görevi aldığı; ancak, girdiği ilk derste öğrenciler tarafından dışarı atıldığı ve söz konusu derste başka bir hocanın görevlendirildiği anlatılıyordu. ‘Bir kürsü dağılıyor’ başlığıyla verilen ikinci haberde ise, Demirkol’un ‘bir büyük laik’ Kemal Alemdaroğlu’nun marifetiyle, atıldığı derse iade edildiği, buna karşın aynı kürsüden iki hocanın İstanbul Üniversitesi’nden ayrılma kararı aldığı, yine aynı kürsüde görevli Profesör Bülent Tanör’ün de Demirkol’un atanmasıyla ilgili eleştirileri nedeniyle soruşturma geçirdiği ve ‘rahatsızlığı’ nedeniyle derslere girmediği aktarılıyor.

Ferman Demirkol’un ‘öğretim üyesi’ sıfatıyla ihya edilmesindeki ısrar, üniversitenin bugün sadece ideolojik yeniden-üretim açısından değil, fakat her bakımdan bir devlet aygıtı olarak tasarlandığını apaçık kılar. Üniversiteden, kendi özel işlevini (bilgi üretimi ve aktarımını) devletin ideolojik formları içinde gerçekleştirmenin yanı sıra, her türlü devlet ‘işlem’ine/operasyonuna açık olması, devletin diğer hizmet birimleriyle koordinasyon içinde işlemesi istenmektedir. Bu istenmektedir, çünkü pozitivist-otoriter yönetim mantığı uyarınca, üniversitenin de, nihai işlevi devletin ihyası olan karmaşık bir mekanizmanın bir çarkı olduğu düşünülmekte, mekanizmanın işlemesine hizmet etmek dışında bir anlam ve değere sahip olmadığı varsayılmaktadır.

Son olarak, bu, söylemek gerekir ki, meselenin sadece bir yönü; üniversitenin, bir topluluk olarak, devletin hizmet birimi olduğu varsayımını boşa çıkaracak herhangi bir şey yapmış olup olmadığı sorusuna verecek olumlu bir yanıtımızın olmayışı ise meselenin diğer yönüdür. Üniversite kendisi hakkında bu tabirlerle konuşulan bir yer olmaya daha ne kadar devam edebilir?