Türkiye’de siyasal ‘arena’nın, puslu bir havada eriyen bir buzluk zeminde kaymaya çalışan acemi patenciler manzarası gösterdiği, kimsenin ne gittiği yönü ne yan yana düştüklerini ne de çarpıştıklarını bilerek seçmediği bir kargaşa hali yaşanırken; hükümet, ordu ve Cumhurbaşkanı arasında, hükümet partileri arasında ve partileri içinde
itişmeler olur, FP içinde “yenilikçi” denilenlerle “gelenekçiler” kopma noktasına gelirken, her girişim yarım kalıp, başlanan sözlerin ardı gelmezken, yani herkesin hem birileriyle çarpıştığı hem de çarpışmayı sonuna kadar götürmediği, birarada da zorlukla durabildiği bir vaziyet ağırlaşarak sürüp gidiyorken; “her zamankinden fazla birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu anda...” dedirtebilecek bir fırsat zuhur ediverdi. Malûm olduğu üzre bu fırsatları biz yaratmayız. Daha doğrusu böylesi fırsatların zeminini, malzemesini sağlarmışızdır da, iş “dışarıdan” birilerinin bunu bir “millî birlik beraberlik” fırsatı olarak kullanabileceğimiz bir girişimde bulunmasına kalmıştır. O fırsatların da bize sık sık sunulmasına son yıllarda epeyce alışmış olmalıyız. O alışkanlıktan ötürü olmalıdır ki; en gözde “millî birlik ve beraberlik” fırsatlarımız olan -Kürt, Kıbrıs meselesi ile birlikte- “Ermeni meselesi”nin bu kez gündemimize oturuvermesi, öncekilere göre hayli sönük bir “millî tepki şahlanışı” yaratabildi. Bundan önceki yakın zamanların böylesi “millî şahlanış”larından başrolü ve çoğunluğu kimselere kaptırmayan, gösterilere kendi düzeyini yansıtan MHP’li, ülkücü kalabalıklar -herhalde partileri “sorumlu mevkide” olduğu için- az sayıdaydı. Ama bu gibi fırsatları şimdiye kadar kaçırmış olmalarını telafi etmek istercesine ön saflara koşan “68’liler Vakfı” gibi gecikmiş, ama “yeni” unsurlar hazır ve nazırdılar bu kez. Fakat parlamentosunda “Ermeni soykırımı”nı tanıyan bir karar çıkartan Fransa, “millî hislerimizi” böylece galeyana getirmesinin nimetlerinden örneğin bir İtalya kadar nasiplenemedi. Gerçi tank ve haberleşme uydusu ihalelerine Fransız firmalarını sokmama kararı veren hükümetin, MHP’li Tarım Bakanı Fransız şarap ve peynirlerinin, Sağlık Bakanımız ünlü Durmuş da Fransız ilaç, aşı ve serumlarının, köpek, kedi mamalarının ithalinin yasaklanabileceğini ilân ederek Fransızların yüreklerine korku saldılar. Ama bize göre Fransızlara en fazla dokunacak kararı taksiciler derneği aldı ve Fransız yolcu almayacaklarını ilân etti. Mudebbir Meclisimiz de Bülent Akarcalı’nın önderliğinde boş durmadı elbette. Cezayir’in Bağımsızlık Savaşı yıllarında Fransa’yı haklı bulan yegâne Üçüncü Dünya devleti olma şöhretimizi unutmak pahasına Fransa’nın, Cezayir’de uyguladığı soykırımı, Vietnam Savaşı’nı protesto edenlere vatan haini muamelesini reva gördüğümüzü es geçerek Vietnam’a uygulanan soykırımı ve Meclis üyelerinin yarısından fazlasının Afrika’da bir yer işte diyecek kadar “bilgili” olduğu Ruanda’daki soykırıma katkısını resmen tanıyan kanun teklifleri hazırladı. Gerçi bu tür gösterilerimizin olmazsa olmaz bir rüknü olan “düşman malları”nı imha ritüeli eksik kaldı ama, bunun nedeni malzeme “sıkıntısı” idi. Gösteriye katılanlar Louis Vuitton deri eşya, Cartier saat ve mücevher, Chanel parfümleri ve Dior tayyörleri kullanan takımından olmayıp tam dişlerine göre olan Fransız Tati mağazası da birkaç yıl önce kapandığı için elde kala kala Renault otomobili kalmıştı ama onun ortağı da ordumuzun OYAK holdingiydi.
Gerçi, bu “Ermeni soykırımı”nı tanıma işinde bize malzeme sıkıntısı çektirmeyecek başka ülkelerin de sırada olduğu, ABD, İngiltere ve hattâ bazı Müslüman ülkelerde de benzer girişimlerin son aşamaya geldiği haberleri duyuluyor ise de; son anti-Fransa gösterilerin sönüklüğü, bu grotesk, milliyetçi tepki biçimimiz ve olayı resmî izah kalıp(lar)ımızın toplum çoğunluğunu da rahatsız eder olduğunun göstergesi sayılmalıdır:
Bu rahatsızlığın, açık, kesin bir talebe dönüşmesi zaman alabilir. Belki bunun ilk adımı, TBMM üyelerinin pejmurde bir mantıkla dile getirdikleri, Fransa’nın, ABD, İngiltere veya başka birçok ülke/devletin, vaktiyle işlemiş oldukları soykırım ya da katliam gibi cürümleri, başkalarının yapmasına gerek kalmaksızın bizzat kendi içlerinde her türlü görüş, gözlem ve kanıtın sergilenmesine izin vererek tartıştıkları, ülkelerini, devletlerini bu olaylarda en ağır suçları işlemiş olmakla itham eden yurttaşlarını, kuruluşlarını -şiddetle karşı çıksalar dahi- susturmadıklarını, vatan haini gibi sıfatlarla yaftalayıp hayatlarını karartmadıklarını iyice bir anlatmaktır. Çünkü bu toplumlar, önceki kuşakların yaparken herhalde kendilerini bir biçimde “haklı” saydıkları bir toplu eylemin, uygulanan bir politikanın içerdiği olumsuz boyutların toplumun “ortak hafıza, vicdan ve şuuraltına” mutlaka yerleşip onu “rahatsız” kılacağını, tıpkı bir irin gibi toplumsal bünyenin her organına sirayet edip, onu hastalıklı, dengesiz, kompleksli bir varlık haline getirebileceğini kavrayacak kadar deneyimli ve deneyimlerden ders çıkarmasını bilen toplumlardır. Bunlar bir toplumun kendini geliştirebilme gücünü, kendisiyle hesaplaşabilme gücünden aldığının da gayet farkındadırlar. Üstelik bu hesaplaşma bir defalığına yapılıp defterin kapatılması biçiminde olmayıp sürekli hale getirilmiş, hayatın önlerine koyduğu her yeni sorun, bakış ve değerlendirme tarzında bir kez daha gündeme taşınan bir faaliyet olarak yürür.
Bu tutum aynı zamanda bir özgüvenin de ifadesidir. Bizim anladığımız anlamda, yani askerinin topu tüfeği, polisinin cop kullanma pervasızlığı ile, “güçlü devlet” olunmadığını, uygar bir topluma has becerilerin gelişkinliği ve yaygınlığı oranında “güçlü” olunduğunu bilen veya böylesi bir güçlülüğe erişme azminde olan toplumlar; bu uygarlık normları ile çelişen tarihlerinin herhangi bir parçasını gizlisi saklısı kalmayacak biçimde irdeleyip yargılarken, kendilerini bundan böyle daha “temiz”, daha uygar kılacak yetenek ve özelliklere sahip olduklarından emin oldukları için bunu yapabilirler. Tarihlerinin bu utanç sayfaları, onların hangi koşul ve saikler altında bu yetenek ve özelliklerine ters bir yol izleyebildiklerini görme ve bu “yanlış”ı bir daha işlememe konusunda ders almalarını sağlar.
Türkiye’de ise devlet, her biri yakın, şu son yüzyıllık tarihimizin düğüm noktalarını oluşturan, toplumun sonraki gidişatını doğrudan veya dolaylı olarak büyük ölçüde etkileyen olayları “tabu”laştırarak, bunların resmî görüş ve açıklama kalıplarının dışında araştırılmasını, konuşulmasını “ihanet” saydıran bir baskı politikası izleyegeldi. Bunun hiç de iç açıcı olmayan, gayet acıtıcı olgularla yüklü o olayları, sonraki nesillere aktarmayıp, böylece unutturarak, toplumca ruh sağlığımızı korumak gibi naif bir gerekçesi var mıydı bilinmez. Ama başkalarının da hafızasına kayıtlı olan bu olaylar, insanlık aleminin gündemine geldiğinde; bu “unutkan”laştırılmış topluma “herkes bize düşman, herkes bizi yok etmenin peşinde” hissini verip, bir millî güvenlik devleti mekanizması ve onun yaydığı paranoya havasında yaşamımızdan konum ve çıkar sağlayanlar için gayet elverişli bir araç olduğu apaçıktır.
Bu “unutturma”, tabulaştırma politikasının hayli etkili olabilmesinin bir önemli nedeni de, halihazır Türkiye toplumunun 20. yüzyıl ortalarına gelinceye kadar, “entegre” bir toplumdan ziyade, aralarında sınırlı ilişkiler olan bölgesel topluluklar toplamı olmayı sürdürmesidir. Hükümet aygıtı, askerlik kurumu ve giderek yaygınlaştırılan okullar ağı dışında “ulusal”, tüm ulusa şamil kurumlar yok gibidir. “Homojen bir ulus yaratmak” için tam bir asimilasyon politikası izleyen devlet, özellikle bu kurumlar vasıtasıyla toplumu oluşturan etnik bölgesel, mezhepsel toplulukların, oluşturulacak Türklüğün normlarından farklı hiçbir özelliğinin millî tarih bilgi ve bilincimize yansıtılmaması için gayet titiz davranmıştır. O nedenle de normal bir millet oluşumunda onun bileşenleri olacak bölgesel, etnik, mezhepsel... unsurların, o zamana kadarki tarihlerinden ortak -ulusal- hafızaya, tarih bilgi ve bilincine kendine özgü deneyimlerini taşımaları gibi bir süreç yaşanmamıştır. Ve bundan dolayıdır ki, belirli bir bölge halkının yaşamında, tarihinde çok derin izler bırakmış bir olaydan diğerlerinin haberi, doğrudan temasla edinilmiş bilgi ve yargıları olmayabilmiştir. Örneğin Ermeni tehciri, katliamlar Doğu ve Orta Anadolu halkı için hayatî bir olay olarak yaşanırken, Trakya ve Ege ahalisine kulaktan dolma bilgilerin ulaşıp ulaşmadığı bile şüphelidir. Kürt isyanları Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu kavururken orada askerlik, memurluk yapanların aktarabildikleri dışında Ege’nin, Orta Anadolu ve Karadeniz ahalisinin resmî bildiriler dışında yaşanan gerçeklerden ne kadar haberi vardı? Bırakın bunları, Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye ile Yunanistan arasında resmen kararlaştırılıp, uygulanan ve milyonlarca insanın asırlarca yaşadıkları yerlerden sökülüp dindaş, ama farklı topluluklar içine yerleştirilmeleri-“mübadele” gibi “zararsız” bir olay ortak hafızamıza ne kadar kayıtlıdır acaba? Bu olayın bölgeler ve ülke sosyo-politiği ve ekonomisine etkileri konusunda kaç çalışma hatırlayabilir en bilgili geçinenlerimiz bile? Aynı konunun Yunanistan’da ne kadar geniş bir literatürle ele alındığına bir zahmet bakmak, tarihimize karşı gerçek ilgi ve bilgi düzeyimizin ürkütücü düzeylerde süründüğünün göstergesidir.
“Ermeni meselesi”ne gelelim. Resmî tarihimiz için yakın zamanlara kadar hiçbir isim altında yer almayan, bir süre sonra “mecbur” bırakıldığımız için önce “asıl Ermeniler katliamı yaptı” tezini Türk’ün Türk’e propagandası usûlümüzce “içeriye karşı” ilân eden resmî politikamız; uluslararası düzeyde Ermeni tezinin sayısız belge bilgi, kanıt ve yorum ağırlığı ile önüne sürülmesi karşısında “Osmanlı devleti sorumludur, katliam karşılıklıdır, katliamdır ama soykırım denilemez” argümanları arasında gidip gelen; ama bu arada da içeriye karşı “bu mesele bizi parçalamak için ortaya atılıyor” propagandasını pompalayıp konunun kendi kamuoyumuzda özgürce irdelenmesini, tartışılmasını engellemeyi de asla ihmal etmeyen bir yol izledi.
Tehcir mi, katliam mı, soykırım mı? Bunlar herkesin bulunduğu yere, ölçü ve ideolojisine göre seçeceği sıfatlar. Ama ortada bir gerçek var.
Nasıl yorumlanacağını, ne sıfat verileceğini tartışmadan önce bu gerçeği, eldeki tüm bilgi, belge, tanıklık ve karinelerle olanca çıplaklığı ve tüm boyutlarıyla ortaya koymak gerekli önce. Resmî ısmarlama ile yazılmış bölgesel tarihlerde anlatıldığı kadarıyla değil, bizzat o bölge halkının ve orada yaşamış olanların tabu ve yasaklamalar nedeniyle ancak fısıltıyla anlattıklarını diğer bilgi malzemesi ile birleştirerek olayın olabildiğince tam “fotoğrafını” çekmek ve bunun üzerinden konuşmamız, tartışmamız gerekiyor. Bir kere daha tekrar edelim ki, buna, şu veya bu devletin iddialarına cevap yetiştirmek, şu veya bu siyasî yaklaşımı desteklemek için değil; bizzat toplum olarak kendi tarihimiz üzerine düşünmek, hesaplaşmak, bir vicdan muhasebesi yapma ve hataları, yanlışları ile başedebilecek, onlardan daha uygar bir toplum ve bireyler olabilmek için ders çıkarabilecek bir özgüven ve olgunluğa erişmek için ihtiyacımız var. Tıpkı demokrasi, insan hak ve özgürlükleri sorunumuzu başkaları öyle bir siyasal-hukuksal mevzuat istediği için ya da o “başkaları”nın bunun hangi hesap, çıkar ve artniyetle dayattıklarını dikkate alarak değil, bizzat kendi ihtiyacımız olarak düşünmemiz gerektiği gibi.
“Ermeni sorunu” sadece bir tehcir, katliam veya soykırım hadisesi değildir.*
Bu çerçevede ele alındığında bile 19. yüzyıl sonlarından 1. Dünya Savaşı, hattâ Kurtuluş Savaşı bitişine kadar uzanan bir dönemin Ermeni/Müslüman (Türk, Kürt...) ilişkileri zemininde, bu, halklar arası ilişkide trajik bir safha olarak ele alınmalıdır. Bu karmaşık tarihi, Osmanlı denetimi altındaki Orta ve Doğu Anadolu’da yaşayan Müslüman ahalinin yaşlıları ile ora doğumlu, diaspora Ermenileri ile konuşmuş olanlar, size tek tük silahlı Ermeni çetelerinden, örgütlerinden de bahsetseler bile, asıl olarak korkunç katliam hikâyeleri dinlemiş, bölgeyi gezdiklerinde viran köy ve kentler, yanmış, yıkılmış kiliseler, fısıltıyla işaret edilen toplu öldürme mahalleri görmüşlerdir. Şimdi “Ermeni tezi” denilen soykırım iddiasının dayanakları olan bu “yasak bilgiler”in soykırım kelimesini gayet aşırı bulsak bile gerçek olduğu bilinir. Ama aynı dönemi Çarlık Rusyası denetiminde yaşamış Kars-Erzurum civarının Doğu Anadolu halkı da size 1915-1917 arasında yaşanmış Müslüman ahali katliamlarının korkunç hikâyelerini anlatacak, kadın, çocuk demeden camilere, samanlıklara doldurulup yakılan insanların küllerinin toprağa karıştığı viraneleri göstereceklerdir. Bunlar da gerçektir.
“Kim suçlu?” tartışmasının bizi sıkıştıracağı bu gerçekler ve karşı gerçekler listesine bakıp cevabı kim daha fazla öldürmüşse odur ölçüsüne tâbi kılmak ırkçı, dinî milliyetçiliğin lanetli tuzağına teslim olmaktan başka bir şey değildir.
Diğer (bir) millet(ler)e düşmanlık temeli üzerine kurulan ve bir millî güvenlik devleti haline geldikçe -ya da gelmek için- bu düşmanlık duygusunu körükleyen, ona yeni, eski gerekçelerle sürekli yakıt yetiştiren ulus-devlet ve yandaşlarının çizdiği o soykırım-katliam iddialarının çarpıştığı çerçevede değil; Ermeni (Türk, Kürt...) Müslüman halkları arasında yeniden kardeşçe, insanca ilişkilerin kurulabilmesi için her iki halkın, halklar düzeyinde bu trajik tarihle tüm bilgi ve deneyimlerini ortaya koyarak ortakça hesaplaşmaları, her iki taraftaki lanetli milliyetçiliklerin hiç işine gelmese de insanlık adına gerçek bir kazanım ve adım olacaktır.
(*) Bu olayın özellikle Türkiye’de servet ve sermayenin teşekkül tarzı, dağılım tarzından, “devlet”in bu mekanizma içindeki yerinden başlayarak tüm yapı ve işleyişi etkilemiş kapsamlı sonuçları vardır. Bunlar da asla yeterince ele alınıp tartışılmış değildir. Hattâ bu konu da Ermeni sorunu tabusuna bağlı bir yan tabudur.