Akademinin Medya ve Devletle Dansı

Bu yazıda, Türkiye örneğinde akademisyenlerin üniversite, medya ve devletle ilişkilerinde son yirmi yılda yaşanan bazı dönüşümler, temel bir önkabule dayanılarak ele alınacak. Bu önkabul, akademisyenlerin yukarıda bahsedilen iktidar odakları karşısında takınmaları gereken normatif bir tutumun olduğuna duyulan inançtır. Daha baştan, yaptığımız entellektüel tanımının etkin her türlü güç odağının ayrıcalık yaratmaya ve şiddete kaynaklık etmeye dönük iktidar stratejilerine karşı kamuoyu oluşturma ve karşı çıkma -kamusal-sorumluluğunu içerdiğini vurgulamalıyız.

En kısa ifadeyle akademisyenler geleneksel ayrıcalıkları olan kendi ilgi nesnelerini tanımlama tekelini yitirme sorununu yaşıyorlar. Neyin bilimsel veya araştırma nesnesi olması gerektiği konusunda son hükmü verme ayrıcalıkları ciddi biçimde sarsılmaktadır. Bu krizin en yoğun haliyle hissedildiği alanlardan biri de geleneksel insan bilimleri. Çünkü, Sartre’ın ’60’larda Fransa için yaptığı gözlem, Türkiye’nin ’80’lerde yaşadığı kendine özgü Yeni Sağ deneyimiyle ayrı bir yoğunluk kazandı:

“Bugün sanayinin üniversiteyi modası geçmiş eski hümanizmini terk etmeye zorladığı, bunların yerine şirketlere analistler, orta kademe yöneticiler, halkla ilişkiler uzmanları sağlayacak uzmanlık alanlarını dayattığı açıktır.”[1]

Zaten bu süreç kapitalizmin ihtiyaçları sonucu ağırlığı giderek artan “pratik bilgi teknisyenlerinin”, “geleneksel entellektüel” aleyhine olan yükselişlerinden de bağımsız değildi. Bu sosyolojik gelişmelerin bir sonucu da, Edgar Morin’in ifadesiyle,

“geleneksel entellektüelin artık pek çok uzmanlık alanına dağılmış bilgilere vakıf olmasının zorlaşmasının yanında... teknik entelijensiyanın geleneksel entellektüellerin ayırdedici niteliği olan ortak (sorumluluk) bilincinden uzaklaşmasıydı.”[2]

KORPORATİST ENTELLEKTÜELDEN NEO-KORPORATİST ENTELLEKTÜELE:

BİR KOPAMAMA TARİHİ

Devletin tanımının küresel kapitalizmin öne çıkardığı medya ve piyasa kaynaklı aktörler karşısında nitelik değişimine uğradığı ’80’li yıllar, kendisini devletle özdeşleştirmiş geleneksel entellektüeller için de kriz yılları oldu. Korporatist entellektüel demeyi tercih ettiğim bu gruplar, devletin kurumsal şemsiyesinin içinde yer almaları, veya bu şemsiyenin dışında yer alsalar da, işlevlerini devletin ideolojik önceliklerine göre tanımlamalarıyla ayırdedilebilirler. Bu tanım içinde, devletten kurumsal bağımsızlığı olan bir gazete yazarı da korporatist entellektüel sayılabilir. Veya bir bilimadamı, “bilimsel” bulgularıyla sürekli devletin önemsediği tezleri tahkim edebilir ve bu konumunu sorunlu görmeden sahiplenebilir.

Bu entellektüel tipini daha iyi anlamak açısından, Murat Belge’nin 1980’lerin başında ‘Batılılaşmış Devlet Aydınları’ dediği (korporatist entellektüel demeyi tercih ettiğim) kümeyle ilgili tanım ve geleceğe dair projeksiyonunu hatırlayarak başlamak açıklayıcı olabilir:

“Üniversiteler gibi devlet aygıtının çeşitli kolları, ayrıca da politik partiler, bu tür aydınların var olduğu alanlardır. Sayıları eskiye oranla artmamış, hattâ azalmış da olsa, Türkiye tarihinde uzun zamandır belirleyici bir rol oynayageldikleri için, manevi ağırlıklarını hâlâ başka kesimlerden çok duyurabilmekte, öteki aydın kategorilerini de etkileyebilmekte, Türkiye’nin maddi gelişme düzeyinin artık gerisinde kalmış politik ve toplumsal çözümlerin uygulanmasına ağırlıklarını koyabilmektedirler. Altmışların sonlarından Yetmişlere kadar çeşitli politik mücadelelerde en etkin kesimi onlar oluşturmuştur.”[3]

Bu alıntıda giderek etkilerini yitirecekleri varsayılan bir kümeden -Türkiye’nin maddi gelişme düzeyinin artık gerisinde kalmış politik ve toplumsal çözümler savundukları için- 1970’lere ait bir kategori gibi bahsediliyor. Süreç bizlere kapitalizmin ‘arkaik’ varsayılan, kapitalist gelişme dinamiği içinde yok olacakları öngörülen ‘geleneksel’ güçlerle ittifaklar kurarak varlığını sürdürebildiğini öğretti, özellikle Üçüncü Dünya’da.

Soğuk Savaş süresince medya içinde bu korporatist entellektüellerin temsil edildiği en tipik gazete Tercüman’dır. Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber küresel kapitalizme eklemlenmenin hızlandığı süreçte en ağır darbeyi medyadaki yeni yönelimlere göre rotasını çizemeyen Tercüman almıştır ve 1991’de yayınına son vermiştir. Neo-korporatist entellektüel figürü işte bu koşullarda ortaya çıkabilmiştir. En belirleyici özelliği korporatist entellektüelin ‘piyasa’ya karşı duyduğu bürokratik kuşkuculuğu aşabilmesinde, kendi kültürel sermayesini medya ve piyasa gibi yeni güç odaklarına taşıyarak varlığını sürdürme çabasına girmesindedir. 1980’lerin ortasında ağırlık kazanan ve ‘entellektüel gazeteciden’ ‘gazeteci entellektüele’ geçişi simgeleyen figürler bu yok olmama, yeni güç kaynakları arama mücadelesinde neo-korporatist entellektüelin yükselişini gösterir.

Neo-korporatist entellektüelin yükseliş nedenlerini 1980’li yıllarda devletin tanımındaki niteliksel değişimde aramak gerekmektedir. Muhalefet odaklarına karşı geleneksel çıplak güçle mücadele refleksini sürdüren, kısaca millî güvenlik devleti olma özelliğini koruyan devlet, siyasetin tasfiyesinden büyük yararı olan küresel kapitalizmin aktörleriyle kendi varlığını tehlikeye atmayan bir ittifak kurdu. ‘Sosyal güvenlik devletinin’ tasfiyesi ve potansiyel muhalefet odaklarının yeşerebileceği siyaset alanının daraltılması karşılığında, piyasa güçlerinin medya aracılığıyla inşâsına yardımcı oldukları ‘yeni’ millî güvenlik devleti rolüne kavuştu. ‘Yeni’ millî güvenlik devletinin inşâsı kitlesel korku üretme kapasiteleriyle devletin yardımına koşan medya ve piyasaların pompaladığı iktisadî kaçınılmazlık söylemi olmaksızın gerçekleşemezdi. Kürt sorunu ve İslâmi hareketin temsillerinin medya dolayımıyla kitlesel korkuyu yaygınlaştıran söylemsel yeniden üretimleri, devlete sosyal güvenlik kurumlarını tasfiye ederken ciddi muhalefetle karşılaşmama ayrıcalığını yaşattı.

Geleneksel entellektüele karşı medyanın gücünü gösterebilmek için şöyle bir model açıklayıcı olabilir: Medyayı bilgi üretme ve yayma biçimleri açısından, geleneksel olarak modernist entellektüellerin üstlendikleri işlevleri kendinde toplamak isteyen ‘kurumsal söyleyiş’ (corporate speech) olarak kurgulamak. Entellektüeller artık bu kurumun icinden konuştukları sürece ‘etkili’ olabildiklerini hissetmektedirler. Sivil toplumun ‘90’lı yıllarda etkisini arttırdığını savunanlar, televizyon ekranlarında kendine yer bulamayan, yani ‘kurumsal söyleyiş’ tarafından meşrû bulunmayan STK’ların yok sayılabildiğini unutuyorlar. Zaten bu dönemde STK kavramının Türkiye’de işleniş biçimi sermayeye ve devlete paralel görüş ve etkinlikleri olanların ‘tanınması’ şeklini aldı. Alanlarda hak arayan ve şiddete marûz kalan sendikalar, dernekler sivil toplum tanımında fazla yer bulamadıkları gibi, bizzat sivil toplumun gelişmesinde engel olarak görülen, ‘devletçiliği’ ve ‘katı ideolojileri’ hatırlatan arkaik çıkışlar olarak kurgulandı. Gerçekten sivilleşmeyi zorlayanların çıkmazı, siyasal alanın giderek televizyon ekranlarına sıkıştırıldığı bir dönemde ekranlarda kendilerine yer açabilmeyi başarı saymaları, ya da böyle saymak zorunda kalmalarıydı. Giderek akademisyenlerin de saygınlık veya başarı kavramlarını anlamlandırdıkları şemaları bu çerçeve belirlemeye başladı.

Eğer devlet tanımını daha geniş tutarsak bu ideolojik hegemonya başarısını daha iyi anlayabiliriz. Devleti, yarattığı ve kendi kurumsal aygıtı dışında da yaratılan bir ‘etki’ olarak tanımlarsak, neo-korporatist entellektüellerin bu inşâ sürecindeki katkılarını bu tanıma dahil edebiliriz. Bu nedenlerle, neo-korporatist entellektüel, devletin etki alanından bağımsızlaşma anlamında korporatist entellektüelden kopuşu değil; devletin oturduğu yeni iktidar rotasının bir tamamlayıcısı, uzantısı olmak anlamında bir sürekliliği temsil eder. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin olanak tanıdığı insan hakları ve demokratikleşme söylemi ve küresel kapitalizmin ihtiyaçları gibi dışsal faktörler, bu entellektüel figürünün kendi niteliksel dönüşümünden çok, uyum sağlamak zorunda kaldığı süreçler oldu. Sağ Kemalizmin kendini yeniden üretme bükülgenliğini ve bu denli önemli bir başka faktörü -entellektüellerle ilgili analizlerde çokça ihmal edilen bir kesimi- milliyetçi muhafazakâr entellektüellerin ağırlıklarını yeniden gözden geçirmek, korporatist geleneğin nitelik değiştiren sürekliliğini anlayabilmemizi kolaylaştırabilir.

1980’lerin ortalarında yaygınlaşan ve ‘90’lı yıllara damgasını vuran bu süreçte üniversitelerin, yukarıda altı çizilen yeni iktidar tarzının hegemonya çabasında ne tür rolleri oldu? Ciddi bir karşı duruşun örgütlenemediğini bildiğimize göre, üniversitelerde etkin olan çevrelerin bu süreçle ilişkisine bakmak yararlı olabilir.

CUMHURİYETÇİ MUHAFAZAKÂRLIĞIN YENİDEN YÜKSELİŞİ VE ÜNİVERSİTE

YÖK’un Doğramacı’dan Gürüz’e uzanan tarihi devlet seçkinleri arasında geçen bir kararsızlık ve mücadelenin tarihidir de aynı zamanda. Bugün Gürüz ve ekibi, 28 Şubat süreciyle hız kazanan bir sentezi temsil ediyor: 1970’li yıllarda ‘piyasa’ya karşı bürokratik kuşkuculuğu ağır basan bir cumhuriyetçi muhafazakârlık, Gürüz’le beraber bu önyargılarından kurtulmuş neo-liberal sözcüsünü de buldu. Yani, siyasî düzlemde devletçi ve seçkinci damar ‘muhafaza’ edilirken, iktisadî düzlemde küresel kapitalizmin öncelikleri neo-liberal söylem vasıtasıyla içselleştirildi. Özal’ın taşıyıcılığını yaptığı Yeni Sağ dalganın hegemonyasını kabullenen, ama öncülünün ‘kültür’ anlayışına karşıtlıkta ifadesini bulan ve elit içi çatışma mantığıyla anlaşılabilecek bir başka versiyonuydu Gürüz’de temsilcisini bulan çizgi. Özal’ın iktisadî politikaları egemenler açısından sorunlu gözükmezken, önlerini açtığı ve yükselişe geçirdiği milliyetçi muhafazakâr seçkinler, elit içi mücadelenin hızlanmasına yol açtı. Çatışmanın dilinin İslâmcılık/İslâmcılık karşıtlığı şeklinde ortaya çıkması, yeni olana eskiden kalan bakiyedir; yani, kültürel farklılıkların veya farklılık iddialarının, siyasî veya iktisadî nedenlerle yeniden yorumlanıp mücadele alanına taşınmasının örneğidir. Burada önem taşıyan soru, 80’lerle beraber üniversitelerde egemenliğini arttıran iki çizgi, yani cumhuriyetçi muhafazakârlığın neo-liberal versiyonu ve milliyetçi muhafazakârlığın İslâmcı ve Türkçü versiyonlarının sürekliliğini sağlayan entellektüel tipinin sosyolojik olarak anlaşılmasıdır.

ÜNİVERSİTELERDE SOL GELENEK VE CUMHURİYETÇİ MUHAFAZAKÂRLIK

Üniversitelerde yaşanan kıyımlara rağmen tutunabilmiş sol gelenek açısından en ciddi sorun neo-liberalizmle sorunsuz eklemlenen Gürüz’ün temsil ettiği cumhuriyetçi muhafazakârlık eğilimine karşı duramaması veya bunu sessizce kabullenmesidir. Bu tepkisizliğin temelinde, kitlesel korku üretimine dayanarak hegemonyasını yeniden tesis etmeye girişen devletin ‘tehdit’ söyleminden fazlaca etkilenmiş olması yatmaktadır. Kürt sorunu ve İslâmi ‘sızma’ söylemi, sol geleneğin önemli bir kesimini Gürüz’ün ‘tasfiye’ stratejisini açıkça desteklemekten, sessizce onaylamaya kadar varan bir yönelişe sürükledi.

Bu genel tehditlerin yanında, geleneksel (sol) entellektüelin varoluşunu tehlikeye sokan yukarıda bahsettiğimiz yapısal dönüşümlere de aynı tepkiyle yanıt verdi bu kesimler. Yani, itibar kaybının sosyolojik temelleri açıklıkla tartışılıp, modernist entellektüel geleneğin artı ve eksileri muhasebesine girişilmesi; bilimsellik, iktidar, evrensellik, Aydınlanma gibi kavramların sorgulama süzgecinden geçirilmesi gerekirken, anakronik bir çağdaşlaşmacı söyleme sığınıldı. Neo-liberalizm kamuflajı olarak kullanılan Kemalist çağdaşlaşma söylemi, bilgi-iktidar arasında kurulabilecek masum olmayabilen bir iktidar stratejisi olarak hak ettiği muhalefeti görmedi bu kesimlerden. Sağ Kemalizm’in Soğuk Savaş versiyonu olan cumhuriyetçi muhafazakârlığın küresel kapitalizme verdiği söylemsel destek ciddi eleştiriden muaf kaldı. Belki de, neo-liberalizmin dünya ölçeğinde yitirdiği itibar kaybına Türkiye’nin ciddi bir istisna oluşturmasının nedenlerinden biridir, sol geleneğin bu söylem karşısında tavır üretememesi, dumura uğraması.

Oysa, Gürüz’ün temsil ettiği çizgiye -sağ Kemalizm ve üniversiteleri Toplam Kalite Yönetimi felsefesiyle[4] piyasanın önceliklerine göre şekillendirmek- karşı duruş oluşturamayanların sosyolojik olarak varkalabilmesi imkânsız görünüyor. İlerleme ve bilimsellik tapıntısını, teknokratik kaçınılmazlık zihniyetiyle harmanlayan ve giderek Türkiye’de de etkinleşen yeni iktidar tarzına karşı direnç, ancak bu dili meşrû saymamakla oluşabilir. Bu dil, maalesef, Kemalist ulusal kalkınma fetişizminden tam olarak kopamayan ‘konjonktürel’ muhaliflerin eleştir(e)medikleri dildir. Konjonktürel; çünkü, yine ilerleme ve çağdaşlaşma adına, bir zamanlar üniversitelerde dillerden düşmeyen özerklik talepleri ‘bir başka bahara ertelenebiliyor’, ‘ulusun (yeni ve hiç eskimeyen) düşmanları tasfiye edilirken. Muhalifken birden iktidar olunabiliyor, toplumdan yalıtılmış üniversitelerde. Aydınlanmadan yana rüzgarlar estiği sanılıyor, ‘geleneksel entellektüelin’ cenazesi kaldırılırken...

Türkiye’de YÖK ve uygulamalarına karşı duran çevrelerin “özerk ve bilimsel üniversite” talepleri ilk bakışta fark edilemeyen bazı sorunlar barındırmaktadır. Sözgelimi, sanayinin gereklerine göre akademik üretimin şekillendiğinden yakınanların en yaygın gerekçesi “sanayinin uygun gördüğü araştırmaların yapılması ve bu yönde eleman yetiştirmek üniversitelerin temel işlevi ile çelişkilidir” savı. Çünkü, “sanayinin gerek görmediği dallarda bilimsel faaliyetlerin ve bilgi aktarımının yerine getirilememesi bilimsel gelişmeyi engeller.”[5]

Bu ayrımı yapanları bekleyen kaçınılmaz soru, ne tür bilgi üretiminin ve aktarımının korunmak istendiğidir. Sanayiden, devletten veya medyadan “korunmak istenen” üretime “bilimsel” dendiğinde ona bir değer atfetmek zorunludur. Maalesef, bu değer atfetme çoğunlukla “iktidarın dili içinden” yapılmaktadır. Akademisyenler, kapitalizmin yaşam alanlarını kolonize edici enerjisinden geleneksel bir refleksle, yani kendi “meslek ayrıcalıklarını fırtınadan olabildiğince yalıtmak” refleksiyle kaçmak istemektedir. Bunun bir sonucu da, yukarda tasvir edilen yeni iktidar tarzının bilgi üreticilerine duyduğu ihtiyacın, akademisyenlerce kendilerini ‘önemsetme’ girişimlerinde dayanak olarak kullanılmasıdır.

Devlet ve üniversite arasındaki ilişki özelinde buna en çarpıcı örnek, teknokratik zihniyet sayesinde devletlular arasındaki önemlerini-buna paralel olarak maddi kaynaklarını da arttıran-yeni akademik gruplardır. Sözgelimi, 1980’lerin başında Fransa’daki çevreci hareketin nispeten zayıf oluş nedenlerini inceleyen Pierre Bourdieu,[6] bunu iki gelişmeye bağlıyor: Birincisi, bir yönetim tekniği olarak teknokratik zihniyetin, medya katkısı olmadan gerçekleşemeyecek derecede ‘inandırıcılık’ kazanabilmesi. Kısaca, teknokratik yönetim tekniği karmaşıktır, ehil olanlar yönetirken, geleneksel sorumlu vatandaş tipi tatile gidebilir. Fakat, bu ‘ehliyet’ ancak akademik ünvanlar sayesinde elde edilebiliyor artık. Teknokratlar olmaksızın son derece politik sorunları bir yönetim tekniği sorununa indirgemek imkânsızdır. Burada, devletin çıkarlarının medya ve üniversite desteğiyle muhkemleştirildiğinin çarpıcı bir örneğini görmekteyiz. Devletin salt çıplak güçle muhalefeti etkisizleştirme tekniğini terk edeli hayli zaman geçtiği Türkiye’de de benzer ittifaklar yoğunlukla yaşanmaktadır artık. Çünkü bizim de teknokratların en çarpıcı altkolu olan nükleokratlarımız var artık! Gelişmeyi iktisadî kalkınmaya indirgeyen bakış açısının Türkiye’deki geleneksel etkisi düşünüldüğünde yeni iktidar tarzının korporatist entellektüel geleneğimizden sözcülerini türetme kolaylığı daha iyi anlaşılabilir.

TÜRK-İSLÂM MUHAFAZAKÂRLIĞI VE ÜNİVERSİTE

Korporatist/neo-korporatist akademisyenin önemli bir özelliği kendi üretiminin değerini, üniversitede oluşmuş beğenme/yadsıma ölçütleriye değil, iktidar odaklarının onayıyla oluşturmasıdır. Onay, üretimin içeriğinden çok, iktidar odağının değerler sistemiyle uyuşmasından türetilir. Bu bağlamda, piyasa ve medyanın yükselişi karşısında kültürel sermayelerini sadece devlet seçkinleri nezdinde değerlendirme riskiyle karşı karşıya kalan milliyetçi muhafazakâr akademisyenlerin reaksiyonları hızla siyasallaşmak oldu. Medya ve küresel kapitalizmin dayatmaları karşısında herkes Taha Akyol veya Güneri Cıvaoğlu gibi neo-korporatist entellektüellere dönüşme ‘becerisini’ gösteremezdi. Geleneksel devlet himayesi zihniyetine fazlaca yaslanan milliyetçi muhafazakâr akademisyenler, medya ve piyasa içinde var olamama sorunu karşısında devlette odaklandıkları kurumlarda tutunma refleksiyle ‘benzerlerini’ arttırma, yani ‘ele geçirme’ tavrına yöneldiler. Kendi üretimiyle var olamayan entellektüellerin ‘ele geçirme’ refleksine savrulması doğaldır; çünkü, benzerleri güç kazanmadan kendileri de güç kazanamazlar. Kaldı ki, cumhuriyetçi muhafazakârlığın neo-liberalizmle kaynaşması, yüzü Batı’ya dönük entellektüellere -milliyetçi muhafazakârların geleneksel rakipleri- neo-korporatist entellektüellere dönüşme imkânları sunarken, milliyetçi muhafazakârlara taşra üniversiteleri kalmıştı!

Bu çizgi son yirmi yıldaki gücünü ve sürekliliğini büyük ölçüde Kürt sorunu dolayımıyla elde ettiği olanaklara borçludur. Akademik üretimden çok korporatist dayanışma refleksleri ve devletin millî güvenlik kaygıları sayesinde varlığını sürdüren bu çevrelerin neo-korporatist entellektüel ağlara evrilme çabalarının sonuçlarını daha çok Türkiye’nin küreselleşme karşısındaki konumlanışı belirleyecek gibi görünüyor. Yukarıda bahsettiğimiz yeni hegemonya tesisinde devleti kutsayan ve sorgulamaktan kaçan Türk-İslâm sentezci kadroların önemli rolü olmuştur. Devlet bir yandan sermayenin başat belirleyicisi ve istifadecisi olduğu bir süreçte ‘şirketleştirilirken’, Türk-İslâm sentezciler üniversitelerde ve toplumun bazı kesimlerinde bu sürece karşı oluşabilecek muhalefetin panzehiri olmuşlardır. Türk-İslâm sentezcilerinin milliyetçilik anlayışları, sermayenin küreselleşme talepleriyle çelişmekte midir? İşte giderek ‘şirketleştirilen’ devlete milliyetçilerin gönlünü okşayacak bölgesel güç olma ‘iktisadî-politik’ misyonunu verirseniz, ittfak sancısız olabilir. Yukarda bahsedilen hegemonya başarısının bir boyutu da, devletin bugüne kadar süregelen klasik dış düşmanlarımız refleksine iktisadî savaş (Sosyal Darwinizm) söylemini de eklemlemesiyle, Türk-İslâm sentezcilerinin ‘artık kurtuluş savaşı ancak ekonomi alanında verilebilir’ türünden savunma maksatlı değil; aksine, bölgesel güç olma sevdasıyla şekillenen bir rotaya oturmalarıdır. Artık, yeterli özgüven ve emperyal vizyon damarlarımızdaki kanda keşfedilmiştir. İşte, üniversitedeki milliyetçi muhafazakârlar bu rol çerçevesinde neo-korporatist ağlara dönüşebilirlerse etkinliklerinin devam edebileceğinin farkındadırlar ve bu nedenle Orta Asya’yı ‘hayali cemaatlerinin’ temel referans noktası olarak önemsemeleri ve savunmacı olmayan bir iktisadî (rekabetçi) milliyetçilik söylemine ağırlık vermeleri, küresel kapitalizmle Türkiye devletini kaynaştırmaya çalışan ‘muktedirler’ açısından tehdit değil, teşvik edici bir konumlanmadır.

SAĞIN EMPERYAL VİZYONU VE OTANTİZM YÜCELTİMİNE KARŞI ‘DİĞERLERİ’

Türkiye’de akademi içinde etkin sağcı çevreler üretimleri üzerinden değil, ‘ele geçirme’ refleksleriyle daha fazla eleştiri alırlar. Bu çevrelerin dünya görüşleriyle sorunları olanların geleneksel tavrı, onların üretimlerini yok saymak, önemsememek şeklinde gerçekleşiyor. Oysa, bahsedilenlerin kültürel ırkçılık veya otantizm yüceltimlerinin en önemli söylemsel bileşeni, ‘diğeri’ olarak kurguladıkları ‘Batıcı/kozmopolit/hümanist entellektüel geleneklerin yadsınması üzerine kurulu. Buradaki temsil, sorunlu ve çarpıtıcı olsa da, Türkiye’de sağın eleştirdiği çevrelerin ciddi bir yerlileşme eksikliği içerisinde oldukları savı haklılık içeriyor. Büyük kentlerin prestijli üniversitelerinde yoğunlaşan bu çevrelerin Kemalizmin bakiyesi olan, evrenseli Avrupamerkezcilikle özdeşleştirme gelenekleri, son yirmi yılda başka kanallardan da yeniden üreme imkânı buldu.

Bu yeni kanalların en önemlisi, iktisat alanından türeyen, Kuzey Amerika kaynaklı iktisadî çözümleri evrensel geçerliliği olan reçeteler gibi algılamak ve yerel bağlama empoze etmek. Artık uygarlık adına ‘Doğu’ya akıl veren yeni Lord Byron’lar, Ernest Renan’lar Dünya Bankası ve IMF şeflerinden çıkıyor. Onlar, Aydınlanma’nın evrenselci söylemini, evrensel iktisadî kaçınılmazlık zihniyetiyle yeniden üretiyorlar. Ama, bu ‘evrensel bilgilerin’ hangi masum olmayan iktidara yaradığı artık çok açık. Ne var ki, Türkiye’de akademisyenlerin en fazla içselleştirdikleri çözümler, yeni iktisadî evrensellik kurguları oluyor. Bu etkilerin salt sosyal bilimlerle sınırlı olmadıkları kesin. Burada, sorun yine Türkiye’yi başka bağlamlarda elde edilen bilgilerin belirleyiciliğinde ‘anlama’ yanılgısı.

Türkiye’yi dolaysız göremeyenlere son yıllarda eklenen başka bir çevre daha var, yine Batı’daki prestijli üniversitelerde konumlanmış olan. Bu çevreyi tanımlamak ve eleştirmek açısından Emrah Göker’in çarpıcı tesbitlerini alıntılamak yararlı olabilir:

“…Birleşik Devletler ve Batı Avrupa bağlamlarında üretilmiş ve sorunsallaştırılmış ‘çok kültürlülük’, ‘toplumsal hareketler’ gibi paradigmaların Türkiye’yi tartışırken kullanılmasında ‘akademik emperyalizm’in etkilerine karşı da uyanık olmak gerekiyor: Üniversite içinde etnisite, cinsellik ve benzeri konular üzerinde geliştirilen Amerika-merkezli argümanların dünya akademik pazarlarında dolaşıma girmesi, Bourdieu ve Wacquant’ın (1999) çarpıcı örnekleriyle gösterdikleri gibi, ‘ırk’, ‘çevre’, ‘mezhep’, ‘altkültür’ vs. üzerinden kurulan siyasi stratejilerin de Amerikan örneklerine benzetilmesi tehlikesini barındırıyor. Akademik aydınlar olarak, Bourdieu ve Wacquant’ın ‘emperyalist aklın kurnazlığı’ dedikleri şeye dikkat etmemiz gerekiyor.”[7]

Yukarıda kısaca eleştirdiğimiz tutumlardan mesafeli olarak Türkiye’de bilgi üretme kaygısı duyanların Türk sağının akademik üretiminin içeriğini dikkate almaları gerekmektedir. Bu çevrelerin üretimlerini popülerleştirme veya siyasallaştırma anlamında daha etkin ve başarılı olmalarının bir nedeni, kendilerini rakip görmeyen, hattâ yabancı gören entellektüel geleneklerde aranmalıdır. Türkiye’de özellikle sosyal bilimler alanında farklı iddiaların ‘ele geçirme’ mantığının ötesinde düşünsel çatışmalara girmeleri gerekiyor. Kısaca, Türkiye’de eleştirel sol çevrelerin, üniversitelerde tesis edilmeye çalışılan “yeni emperyal Türk” anlayışına direnç göstermeleri, muhataplarının ürünlerini eleştirmeleri, panellerine katılmaları kısaca onları muhatap kabul etmeleri gerekmektedir. Türk sağının özellikle tarih, sosyoloji gibi alanlardaki üretimlerinin ciddiye alınması çok önemli. Kısaca, DTCF’de yeşeren, 1960’larda TKAE (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü) gibi kurumlarla serpilen, 1990’larda Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı gibi çevrelerde yukarıda bahsedilen yeni rotaya oturmaya çabalayan “ilimci milliyetçilik” ve onun sosyal bilimlerdeki yansımalarıyla teorik mücadele önemsenmelidir. Küresel kapitalizmin önceliklerini yeniden üretme potansiyeli yadsınamayacak olan “emperyal Türk” yaratma çabalarına karşı iddiamız varsa, minderden kaçmanın puan kazandırmadığını bilmeliyiz…

SON SÖZ YERİNE BİR ÖRNEK

Belki de, yukarıda anlatılmak istenenleri özetleyen çarpıcı bir örnek 22 Temmuz 2000 tarihli Milliyet gazetesinde YÖK başkanı ve üyelerini “üniversite özerkliği ve akademik hürriyet” adına eleştiren Taha Akyol’a YÖK üyeleri ve Başkanı’nın yazılı cevap vermeleriyle ortaya çıkan polemiktir. Aslında çatışan sadece iki muhafazakârlıktır-cumhuriyetçi ve milliyetçi. İki geleneğin üniversiteye bakışlarında temel bir farklılık olmadığının en çarpıcı göstergesi Akyol’un 1997’de yazdığı “Demokratik’ Üniversite”8 yazısında savundukları:

“Demokrasi bilimi geliştirir mi? Hayır, işlerimizi, bu arada bilimi demokrasiye havale etmek gibi bir lükse sahip değiliz. AB üyesi Portekiz’de bilim parlak bir süreç sergilemiyor... Buna karşılık otoriter rejimle yönetilen Güney Kore ve Tayvan’da müthiş bir bilim atılımı vardır (145)...Ortaçağ allameliğinden kurtulamamış bazı ‘ilerici’ ulema, ‘bilim ticarileştirilemez’ diyor! Aksine bilimin gelişmesi ve hayatımıza yararlı olması için ‘ticarileşmesi’ lazımdır! (147)”

İlginç olan Taha Akyol’un bu yazıdaki görüşlerini desteklemek için Kemal Gürüz’ün araştırmasından destek alması. Akyol, akademisyenlerin politik özgürlüklerinin nasıl kargaşa yaratabileceği görüşünü Gürüz’ün alıntılarıyla destekliyor: Gürüz’ün üniversiteyi bekleyen üç tehlike olarak, Politik Model, Düzenli Karmaşa ve (YÖK’le gelen) Bürokratik Yönetim’i gösterdiği hatırlatılıyor. YÖK öncesi “demokratik üniversitenin” yol açtığı “Politik model Gürüz’ün alıntılarıyla eleştiriliyor: “Politik modelde...kurum içinde çeşitli gruplar oluşur ve bunların arasındaki çıkar çatışmaları ile amaç farkları kararları etkiler.”[9]

Kemal Gürüz ise Taha Akyol’un akademik hürriyet ve özerklik adına 2000 yılında YÖK’e yönelttiği eleştirileri yanıtlarken ilginç bir şekilde Akyol’un kısa bir süre önce kendisinden alıntıladığı görüşlerle yanıt veriyor:[10]

“Üniversite özerkliği ve akademik hürriyet bir iki basit cümleyle ifade edilebilecek kavramlar değildir. Üniversite özerkliği, bu kurumun ihtiyacı olan malî kaynakları sağlayan toplumun kurum üzerindeki hesap sorma ve denetim hakkı ile, bilimsel araştırma ve eğitim-öğretim faaliyetlerinin gerektirdiği hoşgörü ve özerklik arasındaki ince ve hassas bir dengeye dayanır. Bu dengenin bir ucunda toplum (ve serbest pazar), bir ucunda devlet, bir ucunda ise öğretim üyeleri vardır. Denge, eskiden birçok Kıta Avrupası ülkesinde olduğu gibi, Eğitim Bakanlığı (Devlet)- öğretim üyeleri ekseninde kurulduğu takdirde, bir tek denge noktası vardır: Devletin ağır basması durumunda Bürokratik yönetim’, öğretim üyelerinin ağır basması durumunda ise ‘Politik Yönetim’ ve çok daha dejenere bir hal olan ‘Düzenli Karmaşa’ durumları ortaya çıkabilir...”

Kısaca, iki tarz muhafazakârlığın özgürlük kavgası yapmadığı, devletin tercihe şayan organik entellektüelleri olmak için çatıştıkları açık. Amaç devletimizi ve sermayemizi yeni dalgalardan başarıyla kurtarmak. Taha Akyol’un vurguladığı gibi: “Türklüğün bir medeniyet proletaryası olmaması ve ikinci binyıldaki devlet çekişmesinde ayak altında kalmaması için bilgi toplumuna geçmesi gerekir”[11] Bu iki tarzın çatışmasından özgürlük adına ve bilginin demokratikleştirilmesi imkânları adına bir şey çıkmayacağı açık...

[1] Aktaran Paul Beaud ve Francesco Panese. From One Galaxy to Another: The trajectories of French Intellectuals. Media, Culture and Society, C.17 (1995), 388-412; s.388.

[2] A.g.e., s.389.

[3] Murat Belge, ‘Tarihsel Gelişimi İçinde Aydınlar’, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi-Cilt-1, İletişim yay. 1983, ss.127-8.

[4] Bu yeni yönelimlerin eleştirisi için bkz.Halil Nalçaoğlu. Türkiye’nin Yeni Üniversite Düzeni: “Kriz ve Kalite”, Doğu Batı, yıl:2, sayı: 7,1999. s. 81-95.

[5] Prof.Dr. Ferhunde Özbay, “Üniversite Çevresi” s.109-137, Yüksek Öğretimde Sorunlar ve Çözümler, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği, Cem Yayınevi, 1990.

[6] Pierre Bourideu, The Corporatism of the Universal: The Role of Intellectuals in the Modern World. TELOS 81 (1989), s.99-110.

[7] Emrah Göker, “Fikir Alemimizde Üniversite: YÖKsullar ve Zenginler” ,Mürekkep, Sayı.12 1999, s.47.

[9] Prof. Kemal Gürüz vd., Türkiye’de ve Dünyada Yüksek Öğretim, Bilim ve Teknoloji, TÜSİAD yay. İstanbul 1994, s. 144.

[8] Taha Akyol. Bilim ve Yanılgı, içinde “Demokratik Üniversite”, s. 141-152, İstanbul: AD yay., 1997.

[10] Prof. Kemal Gürüz, “Sayın Taha Akyol”, Milliyet, 25 Temmuz 2000, http://www.yok.gov.tr.

[11] Taha Akyol’un Ankara ve İstanbul Aydınlar Ocaklarının ortaklaşa düzenledikleri “Ekonomi ve Millî Kültür Paneli”ndeki konuşmasından. Tercüman, 14 Şubat 1988.