Bizden Uzaklaşan Hapisaneler

Türkiye’de son 15-20 senedir cezaevlerinin çevresinde, sol - sosyalist görüş sahiplerinden, cezaevine girip çıkmış kişilerden, onların yakınlarından oluşan bir tür destek-sempati halesi olageldi. Özellikle 12 Eylül sonrasında siyasî nedenlerle hapisaneye giren ve devletin zulmüyle karşılaşan insanların sayıca çokluğu ve geldikleri toplumsal-sınıfsal kesimlerin farklılığı ve bu “nüfus” içinde orta hattâ üst sınıfların ağırlığı düşünüldüğünde, bu halenin -ya da yakınlık ve uzaklıklarına göre halelerin diyelim- gücü ve anlamı anlaşılabilir. Hapisaneyle bu dönemde haşır neşir olan kişiler, ya da özellikle bunların akraba ve yakınları, hapisanelerle ilgili o güne kadar uzak oldukları bazı gerçekleri kavradıkları gibi devletin cezaevlerindeki mahkûmlara insanlık dışı davranışlarını bir ölçüde engelleyecek, cezaevi direnişlerine toplumsal meşrûiyet kazandıracak bir toplumsal katman da oluşturdular. Önce yalnızca sol siyasî mahkûmlara yönelik gibi görünen bu destek ya da anlama çabası, hapisanelerle ilgili farklı bir bilincin ortaya çıkmasıyla diğer mahkûmlar konusunda da bakış açılarına farklılaşma getirdi. Özellikle 12 Eylül sonrasını mahkûm yakını olarak yaşayanlar için bu yeni ışık altında hapisaneler, eskisinden epeyce farklı bir manzara arz ediyordu.

Giderek varlığını ve etkinliğini yitiren bu destek halelerinden artık pek söz edilemiyor. Zaten her konuda ve her zaman duyarlılık gösteren insanlar, bir- iki fazlaca etkili olamayan kuruluş ve “namus belasına” bu işe karışanlar dışında, cezaevlerinin sözünü ettiğimiz destekten artık yoksun olduğu görülüyor. Bunun nedeninin, içeridekilerle destek-dayanışma halelerini oluşturan kesimler arasında uzun süre önce başlayan bir farklılaşma- ayrışma süreci olduğunu düşünüyorum. Bu süreci izah etmeyi yazının biraz daha sonraki bölümlerine bırakıp devam edersek, Adalet Bakanlığı’nın F-tipinin erteleneceği vaadiyle “uzlaşma” girişiminin direnişteki tutuklu ve hükümlüler tarafından reddedilmesi ve görüşmelerin kesilmesinin, zaten cezaevleriyle “gönül bağını” büyük ölçüde yitirmiş insanlar için bardağı taşıran son damla olduğunu söyleyebiliriz. Eğer bu işlerde, strateji düşünecek bir aklın varlığından söz edilebilirse, yukarıda belirttiğim davranışın, cezaevleri mücadelesinde en önemli stratejik hatalardan biri olarak hatırlanacağını belirtelim. (Cezaevindeki “örgüt gerçeğini” tam da bu nazik noktada fark edip, malûm koroya katılan bazı “akıl -fikir” erbabına ne söylemek gerektiğini bilemiyorum.) Bu noktadan itibaren “Cezaevlerini mafya ve örgütler ele geçirdi” söylemiyle yapacağı müdahalenin zeminini zaten oluşturmuş olan devlet, Genelkurmayın, gazete yöneticileriyle de yaptığı o teyp çalıştırılmayan meşhur toplantılardan biriyle arka bahçesini de emniyete aldıktan sonra, mahkûmları “hayata döndürmek” için iş makineleri, panzerler ve gaz bombalarıyla alışkın olduğumuz üzre iş başı yaptı. Bu operasyon başladığı anda hapisanelerdeki direnişin arkasındaki zayıf toplumsal destek ve son vicdan kırıntıları da hemen hemen ortadan kalkmıştı. Operasyonun görünür sonuçları ortada. Ancak bu son cezaevi direnişinin gerçek sonuçları, geçmişi de kapsayan ve geleceğe dönen biçimde daha sonra ortaya çıkacak. Ama daha şimdiden cezaevlerindeki insanların son çare olarak başvurdukları ve hayatlarını ortaya koydukları bu direniş biçiminin etkisini uzun süreliğine yitirdiğini söylemek yanlış olmaz. Daha da önemlisi, cezaevlerinin bundan sonra çok daha kalın bir görünmezlik perdesi arkasında kalacağı ve devletin şu anda hareket imkânı kazandığı oldukça meşrû bir zeminde, özellikle sol siyasî mahkûmları canlı canlı gömme ve insanlıktan çıkarma fırsatını gayet iyi değerlendireceğidir. Gelen haberlerden, zaten beklendiği üzre, “hayata döndürülen” mahkûmların kol bacak ve kaburgaları kırılarak devletin şefkatine kavuştukları anlaşılıyor. Şimdi mahkûmlar hiçbir zaman olmadıkları kadar yalnız ve çaresizler.

Cezaevlerinin etrafını saran bu destek halesinin bir gelgit dalgası gibi nasıl çekildiğini anlayabilmek için son 15-20 yıla göz atmakta yarar var.

“BİZİM” HAPİSANELERİMİZ

12 Eylül öncesinde benim kuşağımdakilerin genel olarak hapisaneler, konusundaki düşünce ve duygularını ifade edeceğini umduğum bir anekdotla başlayacağım. Bizim kuşağın hapisaneyle ilk tanışması yukarıda sözünü ettiğim gibi 12 Eylül öncesine denk düşüyor. Denilebilir ki, bu dönemde hapse düşmek bir tür oyun gibiydi. Girip çıkmış olmanın getirdiği onur azımsanacak gibi değildi. Yine de içine bir kez adım attığınızda, o mekânın dile getirilmez varlığı, muska vazifesi gören siyasî inançlarımıza rağmen etkileyiciydi. Adli mahkûmların kapatıldığı bir cezaevinde kalıyordum. Yaklaşık 80 kadının kaldığı koğuşa bütün yaraları sarmaya, bütün insanları kucaklamaya hazır bir biçimde girdiğimizi söylemeye gerek yok. Birbirini tanımayan, ayrı nedenlerle orada bulunan dört “siyasî mahkûmduk” o zamanki deyimiyle. Ama illa bir tanım gerekirse, özellikle kendim için çocuk sözcüğünü kullanmaktan çekinmem. Bizim kaldığımız bu büyük koğuş, hülyalı zihnimizle, nüfuz etmekten tümüyle aciz olduğumuz pek çok insanlık durumunu barındırıyordu. Yine de bu yazıyı yazarken hatırı sayılır derecede şeyin bilincine varabildiğimi fark ettim. Bazı filmlerde gösterilmesinden pek hoşlanılan dayanışma ortamından eser yoktu. Mahkûmlara cezaevinden yemek verilmediği için parası olmayanlar, başkalarının pişirdiği yemeklerin artıklarını yerler ya da sahanlarda arta kalmış yemek sularına ekmek artıklarını atıp yeniden pişirerek karınlarını doyururlardı. Yemek malzemesi alacak parası olmayan mahkûmların sofralara kedi misali o usulcacık yaklaşışı aklımda kalmış. Ve adeta mumyalanmış küçük suratlarında, bütün sevinçlerin eğreti durduğu çocuklar. Çocuklar önemli; çünkü her şey onlarla beraber yaşanırdı. Gece, yağmaya hazır bir şehvet yüküyle koğuşun üstüne çökerdi. Birbirleriyle cinsel ilişkiye giren kadınlar, bunu herkesin gözü önünde yapmaktan kaçınmazlardı. Bu tür ilişkileri adet haline getirmiş olanlar benimle ilgili niyet ve taleplerini, bir mal üzerinde hak beyan eder gibi açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdi. Siyasî mahkûm olmamın dışında hapisanede başıma gelebilecek şeylerden kurtulmamın nedenlerinden biri de, kendi deyimiyle “ayıp yerinde” eroin taşırken yakalanan Menekşe adlı bir Çingenenin benim koruyuculuğumu üstlenmesiydi. Onunla insanî ilişki kurmak için gösterdiğim çabadan etkilendiğini sanıyorum. Galiba benimle aynı yaştaydı. Ve galiba ayıp yerlerinde sadece uyuşturucu taşımıyordu. İkimiz hakkında yapılan imâları ve çirkin şakaları çok geç algıladım ve biraz şaşırdıktan sonra hiç aldırmadım. Koğuş bitten geçilmiyordu, haftada bir götürüldüğümüz hapisane hamamında tacize uğramak vakayı adiyedendi. Kendimi korumayı çabucak öğrendim. Babalarının ya da ağabeylerinin işlediği cinayetleri üstlenmiş çok genç yaştaki kadınlar, akşamları, hapisane için fazlasıyla süslü geceliklerinin düğmelerini çözerlerdi. Bu davranışlarında yasak bir cinsellik yaşama arzusundan çok, hiç kimse görmeden bu taş duvarlar arasında yaşlanıp gitme telaşı sezilirdi. Tam bir erkeğe benzeyen kadın gardiyanın, sık sık oynamak için koğuşun ortasına çıkan bu kadınların sanki özel anlamlarla kıvrılan vücutlarına bakışı, bu kadar zaman sonra bile gayet net olarak aklımda. Hapisanenin insan nefesinden ve kirden garip bir kimyayla parlayan ışığı altında, ranzanın üstünden seyrettiğim bu manzara, bir tabloya özgü bu renk ve ışık altında bana tümüyle gerçek dışı görünürdü. Gece, koğuş, bu kadınların hiç sakınmadan çıkardıkları iniltilerle dolardı. Bazı geceler, özellikle dışarıdan parası gelmeyen kadınların, gardiyanın eşliğinde koğuş kapısından dışarı süzüldükleri görülürdü. Yine de orada kaldığım sürece hemen hiç uykusuz gece geçirmememi neye yormak gerektiğini bilmiyorum. Çıkan kanlı kavgalarda şahit olduğumuz şiddet, şimdi bu tür filmlerde gösterilenleri aratmıyordu. Mahkûmların suçlarını saklamaları bizi şaşırtıyordu. Siyasî olduğumuz ve her konuda onlarla dayanışma gösterdiğimiz için bize yalan söylemeyeceklerini bekliyorduk herhalde. Her mahkûmun suçunu bir diğerinden öğreniyorduk. Yemeğimizi paylaşıyor, dolaplarımızı kırıp yiyeceklerimizi çalan mahkûmlara hoşgörü gösteriyor, çocuklarla ilgileniyorduk. Biz oradayken, kimse, başkasının artığını yemedi. Kavgalarda da ara bulmaya çalışıyorduk. Ama beş aylık hamile bir kadının çocuğunu düşürmesine ve birçok kadının yaralanmasına neden olan büyük kavga çıktığında, hayatın bu sahici şiddeti karşısında, elimizin kolumuzun nasıl bağlı kaldığını hiç unutmadım. Bu benim için büyük bir tecrübe oldu. Ders çalışamadığımız gerekçesiyle idamla yargılanan kadınların koğuşlarına gönderilmemiz için defalarca odasına gittiğim müdür, beni vazgeçirmek için adeta yalvarmıştı. Sonunda bizi, sekiz kadının paylaştığı küçük koğuşa göndermek zorunda kaldı. Bu koğuş evet, son derece sessizdi. Ama aradığımız sessizlik bu değildi. Hepsi bir ya da daha fazla adamı, kötü biçimde öldürmüş bu kadınların hikâyeleri genellikle namus davasına dayanıyordu. Onlara inanmak konusunda hammaddemin bütün elverişliliğine rağmen hikâyelerinde görünmeyen şeylerin o kuvvetli varlığını sezmemek mümkün değildi. Beni en çok etkileyen şeylerden biri de, bu kadınların hareketlerindeki -havada asılı kalmış izlenimini veren- ağırlıktı. Hareketlerinin başka bir zamana ait görünen ahengi yüzünden o koğuşta sanki saatler durmuştu. Yine orada, ömrüm oldukça bana acı verecek bir şey öğrendim; ne kadar haklı olursa olsun bir insan öldüren, bir daha asla diğerleri gibi olamıyordu. Hapisaneden çıktıktan sonra, zamanın kendine özgü hercümerci içinde bunların üzerinde fazla düşünmedim. Ama o gün bana ve benimle aynı yaştaki arkadaşlarıma sorulsa, düzenin kurbanları olarak gördüğümüz bu insanların -ki bu tespit bazı ana hatlarıyla hâlâ geçerli- hemen salıverilmesinde bir an bile tereddüt etmezdik. Bugün, o zamanın hapisanesini ve orada karşılaştığım insanları ve koşulları düşündüğümde, aradaki en belirgin farkın, o insanların yaptıkları şeyden utanmaları olduğunu düşünüyorum. Yine bir binaya kapatılmış bu küçük toplum parçası, ayrıldığı bütünle, bugünkünden daha farklı bir rabıta içindeydi. Daha doğrusu, aradaki irtibatın, suç işlemiş bir tür kader kurbanıyla dışarıdakiler arasındaki irtibatın, daha sahici bir zeminde kurulduğunu düşünüyorum. Niçin orada bulundukları sorusuna, utangaç, yalan yanlış cevaplar veren gözler, şimdi televizyon ekranlarından gözlerini kırpmadan, adeta meydan okurcasına bakan insanlarınkinden çok farklıydı. Toplumun adaletle ilgili kanıları bugünkü gibi sarsılmamış, toplum vicdanı böylesine ağır yara almamış, suç ve ceza kavramları bu kadar bulanıklaşmamıştı. Bugün ise en ağır suçları işleyenler bile sanki kendi suçlarıyla vicdanlarının bir köşesinde barışmış gibi davranıyorlar. Sanki yanlış ve yetersiz de olsa, kendilerinin de şüphesiz bizden daha sağlam bir parçası oldukları toplumun koyduğu yasaların geçersiz olduğu, bir mahkemede yargılanmış ve aklanmış gibi... Ve böyle bakınca birçok sözcük anlam değiştiriyor; ıslah olmak, cezasını çekmek, pişman olmak ve affedilmek...

12 EYLÜL - İÇERİDEKİ YOLDAŞLAR, DIŞARIDAKİ YOLDAŞLAR...

Aradaki ufak tefek hapisane maceralarını geçip, 12 Eylül’e gelmeden önce şunu eklemek yerinde olur; yukarıda anlattığımdan çok daha farklı tecrübelerden geçen arkadaşlar oldu, olmuştur. Sözgelimi erkek siyasî mahkûmların kaldıkları koğuşlardaki konumlarının bizden farklı olması gerekir. Ve siyasî mahkûm olmanın getirdiği saygınlıktan daha çok yararlandıklarını, diğer mahkûmların onlara ilişmeye pek cesaret edemediklerini biliyorum. Kimi yerlerde de siyasiler zaten bir koğuş oluşturacak çoğunluğa sahipti. Ancak o zaman hapisaneler, düşenlerin bir müddet dışarıdaki mücadeleden uzak kaldığı, “mola” yerleriydi. Asıl mücadele dışarıda sürüyordu. Kimi yerlerde cezaevlerindeki sol siyasî mahkûmlar kendilerine yapılan muameleyi uygun görmeyip direnmiş olsalar bile, bu durum, bugünün cezaevleri merkezli “siyasî” mücadelesiyle hiçbir benzerlik taşımıyordu.

12 Eylül sonrasına gelince, burada benim hapisanelerim, yaşamakta oldukları gerçeğini kabul ettiğim andan itibaren arkadaşlarımın bulunduğu yerlerdi. Hapisaneler, içeriden gelen bitip tükenmez zulüm haberleri, ölümler, açlık grevleri, direnişler, işkenceler, ölüm oruçları, kimi gazeteci, kimi farklı sıfatlarla yapılan ziyaretler ve kaçış haberleriyle hayatımızın ciddi bir parçasıydı. Bu hapisane gerçeği, 12 Eylül sonrasının gerçeğiyle bir koza gibi örülmüştü. İçerdekilerle oraya gazeteci, milletvekili, avukat sıfatıyla giden eski yoldaşları ve yakınları arasında çok dolaysız bir bağ vardı. Bu dönemde de cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamalara karşı pek çok kez açlık grevi, ölüm orucu yapıldı. Buralarda şef-örgüt militanı hiyerarşisi geçerli değildi. Herkes hayatını ortaya koydu. Bu eylemler sırasında, içeridekilerin uzak yerlerdeki yakınları bilgi almak için bizleri ararlardı. Cezaevleri kapılarında annelerle aynı endişeler içinde kucaklaşırdık. İçerdekiler bizimkilerdi. Hapisanedekiler, dışarıdakiler için hayatlarının gerçek bir parçasıydı. Oralardan kurtulmak her bakımdan bir miladı simgeliyordu. İnsanlar yavaş yavaş hapisanelerden çıktılar, sonra başka gerçeklerle yüz yüze gelindi. Ama bu dönem için anlatacaklarım bu kadar. Bir yanıyla herkesin bildiklerinden, belki hapisanede olanlar ya da yakını olanlar için benim yaşamadığım, sadece duyup bildiğim şeylerden ibaret.

“Bizim” için bu dönem bir anlamda nihayete ererken, hapisanelerde vahim sonuçlarını bugün yaşadığımız başka bir olgu da filizlenmeye başlıyordu. Özellikle iki siyasî grup için cezaevleri, temel siyasî mücadele alanı haline gelmişti. Bütün çirkinliği şimdi gözler önüne serilen ve cezaevindeki mahkûmların direniş vasıtalarını etkisizleştirerek ellerinden alan bu tehlikeli oyun, insan hayatları pey sürülerek oynanıyordu. “Siyasî” mücadelelerinin temelini cezaevlerindeki mahkûmlara dayandıran bu gruplar, ellerindeki sudan ucuz insan hayatlarıyla, zalimliği pek çok kez kanıtlanmış bir devlet ve duyarlılıklarını büyük ölçüde kaybetmiş bir toplum önünde budalaca bir oyuna girişiyorlardı. Başkalarının hayatlarıyla, başkalarının duyarlılıkları üzerine oynanan bu oyunun müptelalarının ya da bu işlerden ekmek yiyenlerin nasıl bir vicdani bedel ödeyeceğini bilmiyorum. Bütün bildiğim, asıl bedeli onların değil başkalarının (en çok da mahkûmların) ödeyeceği. Bu siyasetin doğrudan sonucu olarak, cezaevi kapılarında sessiz fakat anlamlı bir ayrışma görülmeye başlandı. Gerçekten hapisanelerdeki yakınlarına yapılan insanlık dışı muamelelere karşı çıkmaya, onlara bu konuda destek olmaya çalışan ve bunu tümüyle insanî gerekçelerle yapan mahkûm yakınları ile hapisane merkezli mücadele sürdüren grupların direktifleri doğrultusunda davranmayı esas alan, bu mücadelenin merkezden yönlendirilen bir parçası haline gelen mahkûm yakınları arasındaydı bu ayrışma. İkinci kesim, daha çok alt sosyal sınıflardan gelen mahkûmların yakınlarından oluşuyordu. Cezaevlerini kuşatan çok çeşitli sosyal ve sınıfsal kesimlerden gelen destek halelerinin giderek bu daha alt sosyal sınıf ve tabakalardan gelen siyasî mahkûm yakınlarına doğru daralması süreci başlamıştı.

Hapisaneler temel alınarak geliştirilen bu “siyasî” mücadele doğrultusunda mahkûm yakınları ve insan hakları dernekleri de istihkâm kuvveti olarak özel bir anlam kazanıyordu. TAYAD’ın durumu ve İnsan Hakları Derneği’nin burada anlatmaya lüzum görmediğim ele geçirilme (ve sonuçta da etkisizleştirilme) operasyonu bu “siyasî” kararların sonucudur.

Sözü edilen siyasî gruplara mensup insanların cezaevine düşmeleri ya da idam cezasına mahkûm edilmiş olmaları, -insanların gereğinde siyaset malzemesi olarak tüketilecek kimliksiz nesnelere dönüştüğü siyaset etme mantığı içinde- onları yalnızca, devlete karşı mücadelede, eldeki imkânlar haznesinin bir çeşnisi durumuna getiriyordu. İnsanlar adına bu seçimleri yapanlar, -muhakkak ki- mücadelelerinin haklılığını öne sürüyorlardı. Ama mücadele değil, onun adına uygulanan zulüm baki kaldı.

ŞİMDİ İÇERİDE “BİZDEN” KİMSE YOK

Gelelim şimdiki hapisanelerimize... Eskiden cezaevlerine girmiş çıkmış insanlarla bugün cezaevlerinde yatanlar arasında ciddi bir farklılık var. Aradan geçen zamanda, o haşır neşirlik duygusu pek çok insan için kayboldu. Şimdi karşımızda çok daha farklı bir hapisane gerçekliği var. İnsanî ve siyasî duyarlılıklarımız nedeniyle hiçbir zaman göz ardı edemeyeceğimiz, ama artık “oradakilerle” pek az ortak noktamız kalmasıyla, siyasî olarak oldukça farklı şeyler düşünmemizle, hattâ tümüyle farklı sosyal ve sınıfsal çevrelerden olmamızla vs. bizden giderek uzaklaşan bir gerçeklik bu. Öncelikle şimdi hapisanelerde bulunan insanların siyaset yapma yöntemi olarak seçtiği “silahlı mücadele”, sol siyasetler için geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş görünüyor. Bu temel siyasî tercihler ve bu tercihleri kuşatan hayat tarzları açısından içeridekilerle dışarıdakiler arasında büyük bir fark var. Ayrıca, bu tür tercihleri farklılaşsa da, sözü edilen çevreler arasında bir tartışma, tanışıklık ya da ilişki kurulmasını sağlayacak bir zemin de yok. Tartışma bir yana, birlikte en sade eylemlerin bile yapılması zorlaştı. Örnek olarak özellikle son yıllardaki 1 Mayıs gösterileri verilebilir. Ama daha önemli ve belirleyici olan aradaki sosyal-sınıfsal farklılık. Artık cezaevlerinin sol siyasî nüfusunu oluşturanların ezici bir çoğunlukla toplumun kıyısındakiler olduğunu söylemek yanlış olmaz. Varoşlardan bulanık bir sel gibi akan, geleceksiz, umutsuz genç insanlar bunlar. Hiçbir zaman bu toplumun gerçek bir parçası olamayacağının bilinciyle kararmış insanlar... Şu veya bu tercihlerinin, şu veya bu safta olmalarının önemini kolaylıkla yitirebileceği (yitirebildiği) bu insanlarla, ismimiz aynı genel başlık altına konulsa da, bırakın aynı siyasî hedefi, aynı sokağı, aynı mahalleyi hattâ aynı lokantayı bile paylaştığımızı söylemek güç.

Sivil cezaevlerinin genel ahvaline bakıldığında ise, güçlü olanın her türlü ayrıcalığa sahip olduğu bu mekânlar, Birikim’in “hapisaneler” sayısının giriş yazısında ifade edildiği gibi, dışarıdaki gidişatın ne yönde olduğunu gösteren bir ayna. Buralarda, dışarıdaki para ve güce dayalı hiyerarşinin çok daha kıyıcı bir şekilde varlığını sürdürdüğü de malûm.

Cezaevlerinde evet, büyük bir can güvenliği sorunu var; ama bu sorun esas olarak ne örgütten ne de mafyadan kaynaklanıyor. Parayı verenin düdüğü çaldığı, devletin mahkûmları işledikleri suçun cezasını çeken vatandaşları olarak değil, hasmı, düşmanı olarak gördüğü, en iyi halde “sizi bize sayıyla mı verdiler” mantığının geçerli olduğu cezaevi ortamında, can güvenliğinin olmayışından devlet sorumlu. Dahası can güvenliğini ihlâl eden bizzat devlet. Özdemir Sabancı’nın katilinin cezaevinde öldürülmesi ve Uğur Dündar’ın “ne sihirdir ne keramet” türünden aniden kurduğu bir canlı yayınla olaya medya desteğiyle, gülünç bir hapisane isyanı süsü verilmesi, cezaevlerinde can güvenliği olmadığının ve bu durumun sorumlusunun devlet olduğunun en iyi örneklerinden biri. Basında da örtbas edilen bu olayla ilgili ciddi bir soruşturma yapıldığı duyulmadı. Bu olayın istisna olduğunu düşünmemiz için sebep de yok. Bu fiilî güce dayalı sistem, birçok mahkûmun, ancak güçlülerin himayesi altında var olabilmesine ve onların istediği gibi davranmaya zorlanmasına yol açıyor. İçerdeki mafya, çete üyesi ya da para ve güç sahibi mahkûmlar, bir yandan hapisanelerin gerçek egemenleri haline gelirken, dışarıdaki kirli işlerini hapisane çatısı altında sürdürüyorlar. Bu “al gülüm ver gülüm” ilişkisinin sürmesinden sorumlu ve haberdar olması gereken devlet, ceza-infaz yasasını gözden geçirmek ve cezaevlerinde mahkûmlara insanca davranılmasının yasal zeminini oluşturmak, pratik tedbirlerini almak yerine, cezaevlerindeki bu durumun kamuoyunda yarattığı tepki ve kafa karışıklığından, asıl düşman saydığı siyasî mahkûmları F-tipi cezaevlerinde tecrit edip bir nevi yok etmek için yararlanıyor.

YA BİZİM DURUŞ NOKTAMIZ...

Yukarıda artık cezaevlerindeki sol siyasî mahkûm nüfusuyla dışarıdaki sol siyasî çevreler arasında ciddi bir farklılaşma -ayrışma olduğunu söylemiştim. Haşır neşirlik duygusunun ortadan kalktığı, bir yakınlığın kalmadığı bu durumda adalet gibi, hukuk gibi, insan hakları gibi kavramların geçerli olduğu bir duruş noktası daha da gerekli oluyor. Oysa arkamıza baktığımızda bu zeminin de iyiden iyiye tahrip olduğunu görüyoruz. Şu durum bana çok çarpıcı geliyor; bizim bırakın toplum olarak, bu toplumun duyarlı, solcu, demokrat insanları, devrimcilikle sosyalizmle alakalı olmuş ya da hâlâ âlâkalı insanları olarak bir takım konularda değişmez duruş noktalarımız yok. Temel insanî ve siyasî konularda refleks haline gelmesi gereken davranışlardan söz ediyorum. Örnek vermek gerekirse, Refah Partisi’nin ve siyasal İslâmın yükselişi sırasında pek çok sol-sosyalist görüşlü insanın, “devletin yumruğunun” böyle bir durumda mazûr görülebileceği, İslâmcılara yönelik askerî darbeye karşı çıkmamak gerektiği gibi sözler sarf ettiğini duydum. Gerek kadın hareketinde, gerek medyada, gerek insan hakları hareketi içinde de böyle temel duruş noktalarının olmadığını gördüm. İdam cezalarıyla ilgili kampanya da “faşistlerin idam edilmesine karşı çıkmak üstümüze vazife mi” tartışması yapıldı. Savaşa karşı kampanya da “haklı savaş-haksız savaş” tartışmalarına girildi. Yargısız infaza karşı olanlar, bir kadına tecavüz iddiası söz konusu olduğunda linç kampanyası açtılar. Tamamen sivil diyebileceğimiz örgütlenmeler, başları birazcık sıkıştığında devletin en sicili bozuk kurumlarını işin içine sokmakta tereddüt etmediler. Basit, ama kullanışlı bir deyişle çifte standart her yerde kendini hissettiriyordu. Bu, insanların birlikte olma duygusunu ciddi şekilde zedeledi. Birlikte yapılan işlerdeki hevessizliğin, bıkkınlığın, pırıltısızlığın, neredeyse sanal diyebileceğim beraberliklerin biraz da bunun sonucu olduğunu düşünüyorum. Daha da önemlisi en temel konulardaki bu çifte standartlar, üstünde durabileceğimiz sağlam bir zemini yok etti. Çünkü bu zemin, temel insanî-siyasî ilkelere sağlam, ikirciksiz bir inançla var olabilirdi ancak.

Cezaevleri konusunda en sade duruş noktası nedir? Bu duruş noktası, cezaevinde örgüt de olsa, mafya da olsa, içeriye uçaksavar da sokmuş olsalar, devletin hapisteki vatandaşlarının can güvenliğinden sorumlu olmasıdır. İçeridekilerin siyasî mahkûm değil, azılı cani, ırza tecavüzcü, çocuk katili olması durumu değiştirmez. Çünkü devletin, toplumu temsilen, cezalarını çekmek üzere hapse koyduğu bu insanlar, bu ülkenin, yasalara göre suç işlemiş vatandaşlarıdır. Devlet, oradaki insanların hayatından kayıtsız şartsız sorumludur. Birçok kişiye “malûmu ilân” gibi görünecek bu sözleri sarf etmemin nedeni, bu duruş noktasını kaybetmemesi gereken pek çoklarının, “Örgüt var, insanlara zorla açlık grevi yaptırılıyor, barikat kurulmuş, içeri silah sokulmuş” gibi gerçek ya da söylenti olması bu noktada hiç önemli olmayan gerekçelerle operasyonu. “Bu durumda devlet ne yapsın kabilinden” haklı görmeye ve göstermeye çalışması. Devletin insanların hayatlarını hiçe sayarak yaptığı ve alay edermiş gibi adını “hayata dönüş” koyduğu bu operasyon hiçbir şart altında kabul edilemez. İnsanları, özellikle de siyasî mahkûmları en temel insanî gereksinimlerden mahrûm etmeyi, canlı canlı gömmeyi ve insanlıktan çıkarmayı amaçlayan F-tipi cezaevleri de kabul edilemez. F-tipi cezaevleri, yalnızca siyasiler değil, hiçbir mahkûm için savunulamaz. Çünkü, en kötü suçu işleyen insanların bile idamla cezalandırmayıp, cezaevlerine konulmasının nedeni, bu insanların, uygun koşullar yaratıldığında, yeniden topluma katılacağına olan inançtır. Bu aynı zamanda insanın kendine olan inancıdır. Bunun gerçekleşmesi için suç işlemiş olan insan, insanlıktan çıkacağı değil, insanî özelliklerini geliştirebileceği, yeniden toplum içinde yaşamaya hak kazanacağı koşullarda tutulmalıdır. Devlet toplumun bu suç işlemiş üyesinin yalnızca güvenliğinden değil, bir tür insanî yenilenmesinden de sorumludur. Bunlar, modern ceza-infaz sistemlerinde de geçerli olan genel ilkeler. Ama göründüğü kadarıyla, buralardan çok uzaktayız.

SONUÇ OLARAK

Cezaevlerindeki son direnişlerde pek çok kişi bu güne kadar olduğu gibi elinden geleni yapmaya çalıştı. Gerek mahkûmlarla devlet arasında aracılık yapanlar gerek ölüm oruçlarının insanlar ölmeden son bulabilmesi ve F-tipi cezaevlerinden vazgeçilmesi için kampanyalar, protesto eylemleri örgütlemeye çalışanlar, yukarıda anlatmaya çalıştığım “ölüm orucu siyaseti” ve aradaki derin sosyal-sınıfsal- siyasî farklılaşma nedeniyle büyük bir çaresizlik yaşadı. Bu durum değişmeyecek; ama cezaevlerinde bundan sonra gelişecek olaylarda da bu işin takipçileri yine aynı insanlar olacak.

F tipleri ve hapisanelerdeki insanlık dışı uygulamaların giderilmesi, ceza infaz sisteminin gözden geçirilmesi için yeniden çeşitli kampanyaların düzenleneceği varsayımıyla, genel olarak düzenlediğimiz kampanyalarda ve bu tür örgütlenmelerde iyice geçerlik kazanan reklam ve halkla ilişkiler mantığından söz etmenin yersiz olmayacağını düşünüyorum. Televizyona karşı tutarlı tavrıyla tanınan Fransız sosyolog Bourdieu, bir vakitler, “Başarılı gösteriler mümkün olan en çok sayıda insanı harekete geçirenler değil, gazeteciler arasında en büyük ilgiyi uyandıranlardır” dediğinde bu tür gösterileri ve örgütlenmeleri bir tür halkla ilişkiler ve reklam kampanyasına dönüştürecek olgunun da altını çiziyordu. Bu mantığın yerleşmesi sonucu, medyada yer almak için vitrine koymaya çalıştığımız “ünlüler” temel addedilen bazı konularda bizlerle aynı duyarlıklara sahip olmadıkları için, kimi kez faydadan çok zarar getirdiği gibi, işin içine medyatik kişiler girince yapılanlar, televole ya da pazar magazinin yayın kanalından algılanmaya başladı. İkinci olarak, söz konusu mantık gereği, iş, gönüllü katılanlardan çok reklamcı, halkla ilişkilerci, gazeteci gibi profesyonellere teslim edildi. Bu durum zaman zaman içerikten fedakârlığa kadar vardığı gibi, bu tür işlerde olması gereken gönüllülük dozu rahatsız edici bir tarzda azalıp, “profesyonellik” dozu arttı. Daha da önemlisi, ister istemez bu tür kampanyaların malzemesi haline gelen duyarlılıklar, bu mantığın yabancılaştırıcı etkisiyle zedelendi. Dayanışmacıyla dayanışma gösterilen arasındaki bağ, yukarıda anlatılan şeylerin dolayımından geçerek zayıfladı. Son olarak da, insanların artık medyadan haber ya da bilgi aldığı kanallar kireçlendiğinden, medyada görünebilmek beklenen etkiyi de yaratmıyor.

Bütün bunlardan yola çıkarak, biraz pırıltısız, gönülden katılımın daha geçerli olacağı bir öneri getireceğim. Cezaevlerinde bundan sonra daha da kolay at oynatacak olan devlet, esas olarak F-tipi tercihinden de belli olduğu gibi, bizim hapisanede olan insanlarla ilişkimizi kesmeye çalışacak. Bütün yazı boyunca anlatmaya çalıştığım nedenlerle bu ilişki zaten yeterince zedelenmiş durumda. Biz de özgürlükleri şu veya bu nedenle elinden alınmış bu insanlarla -yalnız siyasileri kastetmiyorum- daha dolaysız bir iletişim kurmanın yolları üzerine düşünebilir miyiz? Mesela, cezaevlerinde bir mahkûma kişisel olarak sahip çıkmak, onun dışarıdaki bir tür arkadaşı, temsilcisi, yardımcısı olmak gibi bir kişisel temas yolu aranabilir mi? Cezaevlerinden daha da insanlıktan çıkmış olarak salıverilecekleri muhakkak olan ve bu topluma ait olmadıkları duygusu orada gördükleri muameleyle de iyice içlerine işlemiş bu insanlarla böyle bir temas, yaratacağı şifalı etkinin ötesinde, ailesiyle bağlantı kurma, çıktığında iş bulmasına ya da kendini geliştirmesine yardımcı olma gibi sürekli bir dayanışmaya dönüşebilir.

Birikim’in “hapisaneler” sayısının kapak başlığını çok beğenmiştim; “Zuladaki Resmimiz”. Diyelim ki, o resme daha kişisel planda bakmak, bu yakın temasın etkisiyle suç-ceza-hukuk-adalet gibi bulanıklaşmış ve toplum açısından geçerliliğini kaybetmiş kavramlar üzerine daha dolaysız düşünmenin yolunu da açabilir mi? Bu yolun, yabancılaştırıcı siyaset etme yöntemlerinden uzak, daha insanî bir çıkış noktasından açılabileceğini söyleyebiliriz.

Madem ki, içeridekiyle dışarıdaki arasındaki duvar suç ile yasallık arasındaki çizgiyle örülüyor; madem ki bizim de pekâlâ düşünebildiğimiz bazı şeyleri yapanlar suçlu oluyor; madem ki yapılanların niteliğine göre insan olmakla insan olmamak arasındaki fark da burada beliriyor; madem ki hapisaneler, bizim zuladaki resmimiz ya da karanlık yanımız. O zaman aydınlığı görebilmek için kendi karanlık yanımıza iyice yakından bakmakta büyük yararlar olabilir.

NOT

Birikim’in hapisaneleri konu alan sayısında hücre tipi cezaevlerinin insanlık dışı yanları anlatılırken bu konuda yapılan hayvan deneylerine sıkça yer verildiği dikkatimi çekti. İnsana aykırı olan şeyin kanıtı hayvanlar olabilir mi? Hayvanların ‘insanî’ nedenlerle bu deneylerde kullanılmasının tatsızlığı bir yana, insanın doğal bir varlık olmasından, doğadaki diğer varlıklara benzediği sonucunu çıkarmak da doğru değil. İnsan ne yalnızca gelişmiş bir memeli türü, ne akıllı maymunlar bizim uzak akrabalarımız, ne de yalnızca düşünen hayvanlarız; insan benzersiz bir canlı. Bu nedenle su aygırlarını, fareleri ya da maymunları rahatsız etmeyen şeyler bizi rahatsız edebiliyor. Ayrıca bu denli insanî bir konuyu -iyi niyet ve bilimsellik kaygısı taşısa da- bir tür laboratuvar ortamına sokarak yabancılaştırmak da bana doğru gelmiyor. Fareler yalnız tutulmaktan depresyona girip yemekten içmekten kesilmeselerdi, bunun bizim açımızdan ne tür bir anlamı olacaktı? Ölüm orucu üzerinden düşünüldüğünde ise insan, tamamen bilinçli olarak ölümü seçen, bütün içgüdülerine karşı koyarak, yemeyerek içmeyerek hayatını sona erdirmeyi göze alan tek canlı.