Geç Kapitalizm, Yeni Sağ ve Yeni Üniversite

Dünyada son yirmi yıldır gündeme getirilen “yeni ve çağdaş üniversite modelinin” aslında bilimi ve yüksek öğretim kurumları olarak üniversiteleri nasıl bugüne kadar hiç olmadığı oranda kapitalizmin gereklerine tâbi kıldığını anlamak için kapitalizmin özellikle de geç kapitalizmin işleyişine biraz daha yakından bakmak gerekmektedir. Zira yüksek öğretimin yeniden yapılandırılmasına yönelik bugünkü projeksiyonlar geç kapitalizmin mantığının bu alandaki bir veçhesinden başka bir şey değildir.[1]

Kapitalist üretim biçiminde sermaye birikimi, toplumsal olarak üretilen artı-değerin daha büyük sermayeye sahip ya da sermayesinin organik bileşimi daha yüksek olan sermaye kesimleri lehine yeniden dağıtımını gerektirmektedir. Yani güçlü olan sermaye kesimleri sadece toplam kârın arttırılmasıyla değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi kendi kâr oranlarını arttırma yollarını geliştirmekle de ilgilenmek durumundadır. Kapitalistler arası rekabetin söz konusu olduğu bir ortamda bütün bu süreç sermayenin değerlendirilebilmesi için “aşırı kâr” (surplus profit) elde etme meselesine dönüşür. Kapitalist üretim biçiminin bir özelliği olan “kâr oranlarının eşitlenme” eğilimi serbest rekabet varsayımı altında toplam artı değerin kısa vadede tüm kapitalist birimler arasında eşit şekilde dağılacağını varsayar. Bu noktada söz konusu olan normal, ortalama bir kâr oranıdır. Ancak sermaye birikimi bu normal ortalama kârın üstünde “aşırı kârlar” sağlandığı oranda mümkün olabilmektedir.

Bunun yolu ise daha iyi ve yeni üretim araçları ve metodlarının uygulanması, yani sermayenin organik bileşiminin arttırılması yoluyla üretim maliyetlerinde bir düşüş sağlamaktan, üretkenliği arttıracak daha mükemmel makinelerin yardımıyla daha fazla üretmekten geçmektedir. Diğer bir deyişle kapitalist üretim biçimine içsel olan sadece kâr dürtüsü değil, aynı zamanda sermaye birikimi gerekliliğidir. Özetleyecek olursak kapitalist sermaye birikiminin idamesi normal kâr oranlarının üzerinde aşırı kârın yaratılmasına bağlıdır. Bu aşırı kârın kaynağı da daha ucuz işgücü, daha ucuz hammadde ve teknolojik atılım ve yeniliklerle verimliliği arttırarak “nispi artı-değer”in arttırılmasıdır. Üretimin herhangi bir sektöründeki herhangi bir firmanın üretim tekniğini geliştirmek üzere gerçekleştireceği bir teknik yenilik sonucunda sermayesinin organik bileşimini arttırması, diğer firmalar ve diğer sektörler de aynı teknolojik yeniliği kendi üretim süreçlerine dahil edene kadar söz konusu öncü sermaye grubu için ortalamanın üzerinde bir kâr haddi anlamına gelecektir. Kapitalist ekonominin tekelci bir yapıda olması bunu değiştirmez çünkü tekil kapitalistleri aşırı kâr aramaya yönelten aynı rekabet süreci tekeller arasında da mevcuttur. Tekel konumu sadece kâr oranlarının eşitlenme sürecinin daha uzun sürmesini sağlayabilmektedir.

Mandel’in de belirttiği gibi aşırı kârın sağlanması aslında bölgeler, uluslar, sektörler ve firmalar arasında bir artı-değer transferine bağlıdır. Sermaye birikim sürecinin kalbi olan aşırı kâr ancak “kapitalist sistem, devletler, bölgeler, sektörler ve firmalar arasındaki farklı üretkenlik düzeylerinin oluşturduğu hiyerarşik bir yapılanma” olduğu oranda mümkün olabilmektedir. Bu hiyerarşik yapı kapitalizmin değişik evrelerinde değişik biçimler almaktadır. Her ne kadar her evrede yukarıda sayılan eşitsizlik düzeylerinin her biri var olmaya devam etmekte ise de değişik evrelerde farklı eşitsizlik düzeyleri aşırı kârı doğuran artı-değer transferinin gerçekleşmesinde daha belirleyici bir rol üstlenir. Serbest rekabet döneminde esas olarak bölgesel hiyerarşi, klasik emperyalist aşamada da uluslararası hiyerarşi daha belirleyici iken geç kapitalizme gelindiğinde belirleyicilik sektörel düzeye kaymakta bu da teknolojik yeniliğin aşırı kârın kaynağı haline gelmesini ifade etmektedir.

Teknolojik yenilenmenin aşırı kârın en önemli kaynağı haline geldiği geç kapitalizm döneminde bilim sistematik bir şekilde üretime bağımlı kılınmaktadır. Marx Grundrisse’de bilimin bu şekilde tâbi kılınmasının ancak aşama aşama gerçekleşeceğini belirtmektedir:

“... makineleşmenin bu doğrultuda gelişimi ancak büyük sanayi yüksek bir aşamaya ulaştığında ve bütün bilimler sermayenin hizmetine koşulmak zorunda kaldığında; ve mevcut makinelerin zaten çok büyük olanaklar sunduğu aşamada gerçekleşmektedir. Bu andan itibaren icat/yenilik artık bir iş haline gelir ve bilimin üretime doğrudan uygulanması bilimi hem belirleyen hem de teşvik eden bir unsur haline gelir.”[2]

İşte bilimin tamamıyla kapitalist üretim sürecine tâbi kılınması tam olarak ancak geç kapitalizm döneminde gerçekleşir. Artık bilim sanayileştirilmiştir.

Kapitalizmin vardığı bu aşamada araştırma ve geliştirme (AR-GE) faaliyetleri büyük şirketler içinde ayrı bir bölüm haline gelir. Buradaki temel güdü şirketin kendi kârını maksimize etmesidir. Söz konusu kârlılığın “genel toplumsal ihtiyaçların karşılanması yani kullanım değerlerinin üretilmesi” ile hiçbir ilgisi yoktur zira söz konusu olan “geç kapitalist toplumun yapısı çerçevesinde büyük sanayi şirketlerinin kâr maksimizasyonudur.” Buradaki çelişki ve karşıtlık artan bilimsel ve teknolojik bilginin toplumsal yarar doğrultusunda değil, tekil sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda kullanılmasından kaynaklanmaktadır.

Ancak araştırma ve geliştirme faaliyetlerine yatırılan sermayenin değerlenmeye girebilmesinin ön koşulu sarf edilen emeğin üretken olması, yani yeni metaların üretilmesini sağlamasıdır. Yeni meta üretimini sağlayacak veya meta üretiminde verimliliği arttıracak teknolojik araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin geç kapitalizm için yaşamsal bir hal almasıyla birlikte yüksek vasıflı kafa emeğine duyulan ihtiyaç da artar. Bu süreç eğitimin geç kapitalist teknolojinin gereklerine mutlak bir şekilde tâbi kılınmasına doğru ilerler. Bu noktada üniversiteler ile sermaye arasındaki ilişkinin önemi ortaya çıkar. Şirketlerin kendi iç örgütlenmelerinde yaptıkları değişikliklerle kurdukları ve üniversitelerden transfer ettikleri araştırmacıların yer aldığı araştırma-geliştirme bölümleri bir süre sonra yetersiz kalınca, üniversitelerdeki bilimsel faaliyetten azami faydayı sağlayabilmek için üniversite ve sanayi arasında organik ilişkilerin kurulup

“bütün araştırmaların yeniden tanımlanması sağlanabilir. Artık üniversitelerdeki bilimsel çalışmalarda hangi soruların peşine düşüleceğini, hangi problemlerin inceleneceğini, ne tür çözümlerin aranacağını ve ne tip sonuçlar çıkarılması gerektiğini”[3]

kendi çıkarları peşindeki sermayenin güdümündeki bu organik yapı belirleyecektir. Sonuç,

“klasik hümanist üniversitenin krizidir... Artık üniversitenin ana işlevi muhakeme yeteneğine sahip eğitimli insan yetiştirmek değil, meta üretim ve dolaşım süreçlerinde işlev görecek entellektüel vasfı yüksek ücretliler yetiştirmektir.”[4]

Kapitalizmin bu geç evresinde gitgide artan bir şekilde ama sınırlı bir sayıda kafa emeğine ihtiyaç duyulmaktadır. Artık kafa emeğinin üretimi tamamen sermayenin değerlenme sürecinin gereklerine tâbi kılınır. Bunun yolu da eğitimin, özellikle de yüksek eğitimin teknokratik düzenlemelerle bir reforma tâbi tutulmasıdır.

Bütün bunlar kapitalizmin önceki evrelerinde üniversitenin kapitalist toplumsal yapı ve toplumsal ilişkilerden tamamen bağımsız olduğu anlamına gelmemektedir. Üniversite kapitalist üretim biçimi ve ona tekabül eden toplumsal ilişkiler içinde yer aldığı oranda bunlar tarafından değişen oranlarda belirlenmiştir de. Ancak kapitalizmin vardığı son noktada bu ilişkiyi (kapitalizm/sermaye-üniversite) daha özgül kılan nokta, bir kurum olarak üniversitenin ve hatta tüm bir eğitim sisteminin sadece ideolojik ve kültürel yeniden üretimin değil, bizatihi iktisadî bir süreç olarak sermaye birikiminin de kalbi haline gelmeye başlamasıdır.

Üniversitelerin ve yüksek öğretimin geç kapitalizmin gerekleri doğrultusunda yeniden yapılandırılma süreci kendini en iyi “üniversite-sanayi (sermaye olarak okuyunuz) işbirliği” mantığında ifşa etmektedir. Yukarıda da değindiğimiz gibi kapitalizmin geç evresinde hızla değişen üretim ve dolaşım süreçlerine intibak edebilmek için bilgi, şirketler bakımından büyük önem kazanmaktadır. Bu süreçte firmaların geçmişten çok daha hızlı bir biçimde teknolojik ve organizasyonel değişikliklere ayak uydurabilmeleri, dahası bunlara öncülük edebilmeleri gerekmektedir. Bilgi üretimi ile ekonomi arsındaki ilişki bu kadar doğrudan hale gelince üniversiteler bilimsel araştırma ve projelerini bir meta olarak piyasaya sunar hale gelirler. AR-GE faaliyetlerinin yüksek maliyeti nedeniyle bu durum firmalar için de oldukça elverişlidir. Yani sermaye açısından bakıldığında bu işbirliği, geç kapitalizmde sermaye birikim süreci için gerekli aşırı kârın kaynağı haline gelen teknolojik yenilenmenin ve onun bir gereği olan araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yüksek maliyetini kamu finansmanından faydalanan üniversiteler üzerinden topluma yayma anlamına gelmektedir.[5] Sanayi-üniversite işbirliği programı kapsamında üniversitelerdeki altyapı ve insan gücü sermayenin hizmetine koşulacak, üniversitelerdeki asistan ve öğrenci emeği tercihen bedava, olmadı çok ucuza kullanılmış olacak ve bunun sonucunda sermayenin belirli kesimleri önemli bir malî külfetten kurtulmuş olacaktır. Peki üniversiteler açısından böylesi bir programı “savunulabilir” kılan nedir? Zaten kıt olan kaynakları neo-liberal “kamu harcamalarının kısıtlanması” politikalarıyla iyice yetersiz hale gelen üniversiteler de, araştırma faaliyetlerini yürütmek için ihtiyaç duydukları, ancak devletten/kamudan alamadıkları malî kaynakları sermayeden elde etme amacıyla böylesi bir işbirliği programını meşrû kılmaya çalışmaktadırlar. Öte yandan kapitalist piyasa ekonomisinin ve son yirmi yıldır piyasayı mutlaklaştırmak üzere uygulamaya konan neo-liberal ideolojinin “faydalanan öder” şiarı üniversiteler tarafından da kullanılmakta ve “eğer üniversitelerdeki araştırma faaliyetlerinden sermaye kesimleri de faydalanıyorsa onlar da bunun maliyetine katılmalıdırlar” denilerek bu işbirliği programı meşrû kılınmaya çalışılmaktadır.[6] Denize düşen yılana sarılmaktadır. Kısaca özetleyecek olursak sanki önümüzde bir “alan memnun satan memnun” oyunu oynanmaktadır. Bunu böyle algılamak ise ancak sorunların kaynağının önümüze çözüm olarak sürülmesi ve sorulması gereken soruların telaffuz dahi edilmemesi sayesinde mümkün olmaktadır

Böylece örneğin, Microsoft Cambridge Üniversitesi ile, ilaç ve genetik sektörlerindeki Novartis de Berkeley ile ortaklığa gidebilmektedir. Piyasayla, firmalarla kurulan bu tarz ilişkiler üniversitenin yarattığı toplumsal fayda olarak selamlanırken, bu ilişkiler çerçevesinde üretilen bilginin toplumsal niteliğinin aslında oldukça sorunlu olduğu aşikârdır. Firmalarla yapılan anlaşmalarda, yapılan araştırma sonuçlarını belli bir müddet kamuoyuna açıklamama gibi hükümler dahi bulunmaktadır. Örneğin Novartis ve Berkeley arasındaki anlaşma, firmanın konusuyla ilgili araştırma sonuçlarını dört ay yayımlamama şartını koşmuştur.[7] Böyle şartlar şüphesiz üniversitelerde üretilen bilginin topluma maledilmesini, toplumsallaşmasını engeller niteliktedir. Bilginin kamusal niteliği bu yolla tahrip edilmekte, bilgi bireysel/firmasal bir mal haline gelmektedir. Keza bir başka mesele de firmaların bu tarz anlaşmalar çerçevesinde yapılan akademik araştırmalara müdahale etmesi ve sonuçları etkileyebilmesidir.

SERMAYE VE TAHRİBAT

Eğitimin sermayeleştirilmesinin bir boyutu, yukarıda bahsettiğimiz teknolojik yenilenmenin geç kapitalizmde aşırı kârın tayin edici kaynağı haline gelmesi ise bir diğer boyutu da doğası gereği kendisini devamlı surette yaygınlaştıran kapitalizmin o ana kadar metalaştırılmamış toplumsal alanları da kendi mantığına tâbi kılma sürecidir. Sermaye birikiminin süreklileştirilmesi, kapitalist pazar ilişkileri ağının içine çekilmemiş alanların da metalaştırılmasını ve piyasa süreçlerine dahil edilmesini gerektirmektedir. Kapitalizmin geç evresinin ana özelliği tüm toplumsal ilişkilerin iktisadî ilişkiler olarak yeniden tanımlanmasıdır. Böylece gündelik yaşam etkinliklerimiz, Habermas’ın deyişiyle yaşam dünyalarımız, piyasa tarafından ele geçirilmekte, sömürgeleştirilmektedir. Yani sermaye kendini genişleyerek yeniden ürettikçe, gittikçe daha fazla farklı alanı kendi ilişki düzeneğine dahil etmektedir. Bunun sonucu olarak bilgi ve bilginin edinimi ve aktarımı faaliyeti olarak eğitim de bir kâr unsuru haline gelmektedir. Hal böyle olunca Fuat Ercan’ın haklı olarak belirttiği gibi, söz konusu sürecin eğitimdeki yansımalarına özelleştirme demek hem yetersiz kalmakta hem de yanlış imâları içerisinde barındırmaktadır.[8] Söz konusu olan özelin kamu aleyhine genişlemesi değil, hem özelin hem de kamunun yeni bir temelde yeniden düzenlenmesidir. Bu yüzden bu süreci sermayeleştirme olarak tarif etmek, çok daha açıklayıcıdır.

Eğitim faaliyetinin anlamına ilişkin olarak ise topyekûn bir dönüşüm söz konusudur. Bu dönüşümün mantığını kavrayabilmek için onu, toplumsal pratiklerin günümüzde geçirmekte olduğu daha genel bir değişimin içerisinde düşünmek gerekmektedir. Eğitim faaliyetinin yeniden tanımlanması; kârlılık, verimlilik ve bireysel fayda gibi kavramlar etrafında şekillenmektedir. Eğitim piyasa süreçleri içersinde tanımlanınca bu faaliyetle üretilecek ve aktarılacak bilgi biçimleri de doğal olarak değişecektir. Yani devrin hâkim kıstasları olan performans, verimlilik ve etkinlik, dil ve bilgi için de geçerli olunca bilimsel önermelerin doğruluğu ya da yanlışlığından ziyade verimliliği, performansı, işe yararlılığı önemli hale gelmektedir. Böylece de bilim ile teknoloji yer değiştirmekte ve bilim teknolojiye indirgenmektedir. Bilişsel her önermenin tek ölçütü mümkün olan en yüksek etkinliği elde edebilmek olunca bilimsel etkinlik yerini tekno-bilime bırakmakta; bilim, sanayinin ve tekniğin ihtiyaçlarına cevap veren bir üretim girdisine dönüşmektedir. Eğitimin pragmatist anlayış doğrultusunda örgütlenmesi piyasa sürecinde sermaye için daha işlevsel olan bilgi biçimlerini öne çıkartmaktadır.

VE TÜRKİYE: “BİR TAKIM” RAPORLAR

Bu noktada Türkiye’de bu sürecin gelişimine bakarak geç kapitalizmin mantığının üniversiteler düzeyinde nasıl işlediğini ete kemiğe büründürmek mümkün olacaktır. Türkiye’de üniversitelerin sermayenin yukarıda aktardığımız doğrultuda değişen taleplerine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılma süreci kurum ve programları itibariyle 1980’li yılların başlarına kadar uzanmakla birlikte asıl ivmesini 1990’lı yıllarda kazanır.[9]

1979-1983 yıllarına tekabül eden ve 1982 yılında YÖK’ün kuruluşunu da içeren IV. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde kurulan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) ve 1983’te Devlet Bakanlığı’nın yayımladığı 1983-2003 Türk Bilim Politikası isimli belge bu süreçteki önemli kilometre taşlarındandır. BTYK 1989, 1993 ve 1997 yıllarında üç toplantı yapar ve 1993’teki ikinci toplantısında TÜBİTAK tarafından hazırlanan “Türk Bilim ve Teknoloji Politikası 1993-2003” isimli belgeyi kabul edip, uygulama görevini de TÜBİTAK’a havale eder. TÜBİTAK’ın üniversite ve sermaye kesimlerinin eşit oranda katıldığı 1990 tarihli I. Bilim-Teknoloji Şurası raporu ve 1994 tarihli üniversite-sanayi işbirliğine dair alt komisyon raporu ana hatları itibariyle “üniversitelerde gerçekleştirilen araştırmaların ... büyük ölçüde sanayi işbirliğinin ihtiyaçlarına yöneltilmesini” ve “lisansüstü araştırma konularının, sanayinin gündemindeki konulardan seçilmesini; güdümlü araştırmaların denetiminde sanayicilerin de yer almasını”[10] savunmaktadır. VII. Beş Yıllık Kalkınma Planı (1996-2000) ile birlikte TÜBİTAK’ın bu çalışmaları, 1991 yılında özel sektör ve kamu sektörünün ortaklaşa kurdukları Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı’nın (TTGV) çalışmaları ile bütünleştirilmiştir. VII. Plan çerçevesinde

“... sanayinin esnek üretim/esnek otomasyon teknolojilerini kazanmasının sağlanması, ulusal savunma sanayini geliştirmeye yönelik teknolojilerin birincil hedefler arasında olması ve kaynak tahsisinin bu yönde yapılması, teknoloji destek ve geliştirme merkezlerinin, teknoparkların, rekabet öncesi araştırma konsorsiyumlarının oluşturulmasıyla ve kamu araştırma kurumları ve üniversitelerle özel sektör sanayi kuruluşlarının ortak araştırma girişimlerinin desteklenmesi planlanmıştır.”[11]

Yüksek öğretimin yeniden yapılandırılması sürecindeki kritik dönemeçte, TÜSİAD’ın Haziran 1994’te, bugünkü YÖK başkanı Kemal Gürüz koordinatörlüğünde (ve İstanbul’un yeniden imarı ümitlerini 7.6’lık bir depreme bağlayan Celal Şengör’ün de katılımıyla) yayımladığı Türkiye’de ve Dünya’da Yüksek öğretim, Bilim ve Teknoloji isimli çalışma yer almaktadır. Bu raporun önemi sadece Türkiye’deki büyük sermayenin dayatmak istediği üniversite modelini ifadelendirmesinden değil, aynı zamanda raporu hazırlayan ekibin başındaki Kemal Gürüz’ün daha sonra YÖK başkanı olmasından dolayı rapordaki modelin bir YÖK politikası haline dönüşmüş olmasından da kaynaklanmaktadır.

“Bilgi ve bilgili insanın ekonominin en önemli girdileri ... bilim, teknoloji ve iyi yetişmiş insan gücünün de başta gelen üretim faktörleri” olarak kabul edildiği raporun öngördüğü “girişimci,işletmeci ve piyasacı üniversite”[12]

modeli sanayi-üniversite, sermaye-üniversite işbirliğinin bugün artık zaruri olduğunu ve yeni üniversite modelinin bu doğrultuda biçimlenmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu işbirliğinin bir tezahürü, bizatihi üniversitelerin kendisinin firmalaşmasıyla sonuçlanan ve malî kaynak sağlayan sermaye kesimlerine teknolojik araştırma ve ürün geliştirme hizmeti sunan teknoparklardır. Bu teknoparklar sayesinde “üniversitelerdeki bilimsel gelişmelerin ticari uygulamaya dönüşümü”nün sağlanması planlanmaktadır.[13] Üniversitelerde yürütülecek araştırma konularının sanayinin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenen “öncelikli araştırma alanları”[14] doğrultusunda tanımlanması talebi ise sermaye ile işbirliğinin bir diğer boyutunu oluşturmaktadır.

Üniversitenin bu şekilde sermayenin güdümüne sokulması, özellikle toplum ve kamudan bağımsız ve kendisinden hesap sorulamaz olarak takdim edilen köhnemiş bürokratik üniversite modelinin karşısına “toplumun ve pazarın istek ve beklentilerine duyarlı”[15] olması hasebiyle toplumsal sorumluluk sahibi olacağı iddia edilen “piyasacı üniversite modeli” konularak meşrûlaştırılmaya çalışılmaktadır. Egemen sınıfın kendi çıkarlarını toplumun geniş kesimlerinin çıkarları gibi sunmak durumunda oluşu Marx’tan beri bilinmekle birlikte, yukarıdaki ifadedeki “ideolojik çarpıtmanın” üzerine dayandığı totolojik mantığı gözler önüne sermekte yarar vardır. Raporda olduğu kadar bu yeni üniversite modelini savunan herkes tarafından toplum ve piyasa kavramlarının birbirini ikame edici şekilde kullanılması, dolayısıyla da toplumun piyasa mantığına indirgenmesine ek olarak piyasanın çıkarı belli sektörlerin çıkarına, bu sektörlerin çıkarı da firma (tekil sermaye) çıkarlarına indirgenmektedir. Bu indirgemeler silsilesi sonucunda toplumsal yarar bazı tekil sermaye kesimlerinin dolayısıyla da sermaye birikiminin çıkarlarına, toplumsal sorumluluk ise sermaye kesimlerine olan sorumluluğa indirgenmektedir. Bir kere bu zincirin halkalarına hapis olunduğunda da üniversitelerin ve Yüksek öğretim Kurulu’nun yönetim kurullarında sadece bilim, kültür ve sanat alanlarında değil aynı zamanda ve daha da önemlisi “sanayi, ticaret ve finans alanlarında temayüz etmiş özel sektör mensuplarının”[16] da bulunması garip karşılanmayacaktır. Böylece sermayenin üniversiteleri, yüksek öğretimi ve bilgi üretim sürecini kontrolü altına almasının mekanizmaları da oluşturulmuş olur.

MANTIĞIN SONUCU: PARALI EĞİTİM

Özetlemeye çalıştığımız gibi, sermaye ve üniversiteyi içiçe geçirme girişimleri bilginin ve eğitimin içeriğinde de büyük bir değişimi öngörmektedir. Bilginin teknokratik karakteri itibar kazanırken, eğitim de piyasada sunulan hizmetler kaleminin bir parçası durumuna indirgenir. Eğitimin piyasa değerleri ile eklemlendiği noktada üretilen argümanları dikkate almak meseleyi daha anlaşılır kılacaktır.

İlkin eğitimin, esas olarak, bireyin gelecekteki kazançlarını arttıran bir yatırım olarak ortaya konduğunu görüyoruz. Buna göre eğitimin toplumsal getirisinin yanında kişisel bir getirisi de vardır. Bu da, eğitim görmüş kişinin bundan dolayı yaşamı süresince elde edeceği ek getiridir. Eğitim insana (“beşeri sermaye”) yapılan en mühim yatırım olarak değerlendirilmekte ve eğer birisi iyi bir eğitim görüp bunun sonucunda ileride maddi kazancını arttıracaksa bunun maliyeti de gene o birey tarafından ödenmelidir denmektedir. Buna göre eğitim, kişisel getirisi nedeniyle “yarı kamusal” bir hizmettir. Eğitimin yarattığı “katma değerin” önemli bir kısmı, bu eğitimi gören kişilere dönmekte ve eğitimin kademesi yükseldikçe de toplumsal getirisi azalmakta, kişisel getirisi ise artmaktadır. Böylece neo-liberal “yararlanan öder” mantığı ile bireysel bir yatırım aracı kertesine indirilen eğitim, tamamen iktisat kategorileri ile düşünülmektedir. Eğitim bireysel bir kazanç işine dönüşünce onun maliyetini de bu yatırımdan faydalanacak olanın veya onun ailesinin, en azından belli bir ölçüde, yükümlenmesinden doğal bir şey olamaz. Böyle bir bakış açısından eğitim elbette paralı olacaktır. Çünkü eğitim de bir maldır ve piyasada tüketicilere sunulmaktadır.

Bilgi ve bilginin üretimi ve aktarımı faaliyeti olarak eğitim alınır satılır bir mal; karşılığında bir ücret ödenmesi gereken bir metaya dönüşünce, eğitim ticari bir faaliyet halini almaktadır. Yani bilginin de üretiminden, yaygınlaştırılmasına kadar tüm süreçler herhangi bir metanın üretimi ve tüketimi döngüsünden neredeyse farksız hale gelmiştir. Dolayısıyla artık bilgi de tüm diğer metalar gibi muamele görebilir. Burada önemli olan bilginin yalnızca parayla alınır, satılır hale gelmiş olması değildir. Nasıl aynı türden mallar kalitelerine göre ucuz ya da pahalı olabiliyorlarsa; satın alınacak bilgi de ödenilen bedel ölçüsünde nitelikli olacaktır. Dolayısıyla bilginin değişik alım güçlerine uygun türleri ‘üretilmelidir’. Bu durumda üniversitelerin bir yanda pahalı ve nitelikli (“elit üniversiteler”), diğer yanda ise ucuz ve niteliksiz üniversiteler (“kitle üniversiteleri”) olmak üzere ikiye ayrılmaları doğaldır.[17] Kapitalist bir toplumsal formasyonda nasıl sermaye gitgide daha az sayıda elde toplanıyorsa, elit-kitlesel üniversite ayrımının öngördüğü de bilginin gitgide daha az sayıda insanın tekeline girmesidir. İnsanları elit ve orta düzey olarak ayıran bu yaklaşım kendini “işlevsel eşitsizlik” olarak meşrûlaştırmaya[18] çalışmaktadır. Böylesi bir işlevselliğin kimin yararına ve kimin zararına olduğu sorusu ise doğal olarak telaffuz dahi edilmemektedir.

Dikkati çeken bir başka nokta, eğitim hizmetinin piyasa mekanizmalarına tâbi tutulmasının klasik iktisadın bir dizi varsayımı ile gündeme getirilmesidir. Öncelikle “piyasaların işlemesine yapılacak her tür müdahale kötüdür” varsayımı çerçevesinde, devletin eğitim alanına yaptığı müdahalelerin kaynakların etkin dağılımını engellediği ve eğitim hizmetinin arz miktarını düşürdüğü savunulmaktadır. Buna göre devlet müdahalesi eğitime dönük kaynakların rasyonel olmayan kullanımına yol açmaktadır. Keza mevcut yapı, merkezî niteliği nedeniyle tüketicilerin tercihlerini dikkate almamaktadır. Dolayısıyla “piyasa kaynakların etkin dağılımında en rasyonel mekanizmadır” varsayımından yola çıkarak eğitim hizmetinin sunumu piyasaya devredilmelidir. Böylece hizmetin sunumunda oluşacak rekabet ortamı çeşitliliği, kaliteyi ve hizmetin genel olarak arz miktarını arttıracaktır.[19]

Aslında eğitimin bütünüyle sermayece sunulması mümkün değildir. Çünkü piyasaya sunulan eğitim hizmetinden toplumun ancak sınırlı bir kesimi yararlanabilir. Keynesgil uzlaşma modelinin tasfiyesine dayanan neo-liberal politikalar, eğitim faaliyetinin bütünüyle piyasaya devredilmesini imkânsız kılmaktadır. Neo-liberal uygulamalar yoluyla kamusal harcamaların kısılması ile yaşam düzeyinde meydana gelen düşüş, eğitime olan talebin de düşmesine neden olmaktadır. Yani eğitim hizmetinin bütün olarak sermaye tarafından sunulması mümkün değildir. Zira piyasada sunulan bu hizmeti ancak çok küçük bir kesim talep edebilmektedir. Yani eğitimin “özelleştirilmesi” noktasında neo-liberalizm kendi kendisiyle çelişir duruma düşmektedir. Bir taraftan kamusal kaynakların mümkün olduğunca kısılmasını savunmak, diğer yandan insanların tamamen piyasa koşullarına devredilmiş eğitim etkinliğine katılmasını beklemek açıkça çelişkilidir.

Tam da bu noktada sermaye, devletin piyasada serbest rekabet koşullarında eşitsizlik yarattığı gerekçesiyle devletin ya piyasadan tümüyle çekilmesini, bunun mümkün olmadığı koşullarda ise hiç değilse kendisinin desteklenmesini talep etmektedir. Yani kamu harcamalarının kısılmasını isteyenler özel okulların devletçe teşvik edilmesini savunmaktadır. Bir yanıyla eğitimin bir kamu hizmeti olma niteliği tahrip edilirken diğer yandan da bir kamu hizmeti ifa edildiği gerekçesiyle özel okullar için devlet desteği (yüzsüzce) talep edilebilmektedir. Eğitim “sektörüne” girenler, devletten kendi maliyetlerini düşürmesini; arsa tahsisi, teşvik kredileri, yatırım indirimleri, vergi muafiyetleri, kamu kaynağı aktarılması vb. yollarla talep etmektedir. Zaten 2547 sayılı Yüksek öğretim Kanunu’nda 1991 yılında yapılan bir değişiklikle vakıf üniversitelerinin bütçelerinin %45’inin devlet tarafından karşılanabileceği ve bunlara yine arazi tahsis edilebileceği belirtilmiştir. Buna rağmen toplam eğitim faaliyetleri içerisinde sermayeye ait eğitim arzı yalnızca %1 dolaylarındadır.

Örneğin Prof. Dr. Orhan Morgil İTO’nun düzenlediği panelde özel okullara yapılmasını istediği teşvikleri şöyle sıralamaktadır:

“1) Vakıf üniversitelerine sağlandığı gibi, özel öğretim kurumlarına bedelsiz kamu arazisi sağlanmalı, 2) belediyeler yasası değiştirilerek özel okullar her türlü resim ve harçtan muaf tutulmalı, 3) özel okullara uzun vadeli ve düşük faizli yatırım kredisi uygulanmalı, 4)özel okullar kurumlar vergisinden muaf tutulmalı, 5) son yıllarda özel okullar atıl kapasite ile çalıştığına göre, devlet özel okullarda eğitim gören öğrencilerin ücretlerinin bir kısmını ödemelidir.”[20]

Yani eğitimin sermayeleşmesini savunanlar kendi elleriyle klasik iktisadın dayanmakta oldukları bir varsayımını, “her arzın otomatik olarak kendi talebini yaratacağı” varsayımını da bertaraf etmiş olmaktadırlar.[21] Zira eğitime ve diğer toplumsal hizmetlere ayrılan kamusal kaynakların kısılması ile birlikte eğitim hizmetine olan talep, radikal bir biçimde düşmekte, özel okullar “müşteri” bulamamaktadır.

Bir başka argüman da “düşük gelir grupları” ve yüksek öğretim arasındaki verili uçurumun normalleştirilmesi üzerinedir. Eğitim faaliyetinin yürütülmesinin piyasa mekanizmalarına dahil edilmesi savunulurken özellikle yüksek öğretimden zaten toplumun varlıklı kesimlerinin istifade ettiği, bu durumda da söz konusu etkinliğin kamusal kaynaklarla finanse edilmesinin toplumsal bir adaletsizlik yarattığı iddia edilmektedir. Bu iddiaya göre yoksullar zenginlerin eğitim masraflarını karşılamaktadır.

“Toplumların yüksek öğretime yapılan devlet sübvansiyonundan en çok yararlanan kesimleri büyük farkla yüksek gelir gruplarıdır. (...) Yüksek öğretim giderlerinin tamamen kamu kaynaklarından karşılanmasının toplumların alt gelir gruplarından yüksek gelir gruplarına kaynak aktaran bir mekanizma oluşturduğu ve bu nedenle sosyal adalet ve fırsat eşitliğine aykırı olduğu görülmektedir.”[22]

Buna göre “alt gelir grupları” zaten üniversiteye gidememektedir ve ulaşamadıkları bir hizmeti vergileri yoluyla finanse etmektedirler. Burada bir olumsuzluğu bir başka olumsuzlukla telif etmeye dönük hakikaten takdire şayan bir cambazlık söz konusu. Yani eğitim sistemindeki mevcut eşitsizlik, keza Türkiye’deki vergi adaletsizlikleri veri olarak ele alınarak “gerçekçi” bir yaklaşımla mevcut eşitsizlik meşrûlaştırılıp daha da pekiştirilmektedir.

Son olarak ilginç bir akıl yürütmeyi de belirtmeden geçemeyeceğiz. Yine TÜSİAD raporunda, eğitimin paralı hale getirilmesi hakkında “ücretsiz verilen hizmetlerin kıymetinin bilinmeyeceği gerekçesi”[23] de öne sürülmektedir. Liberalizmin zihniyet dünyasında tek değer değişim değeri olduğuna göre bu “psikolojik” gerekçe karşısında hayrete düşmemek gerekiyor aslında. Hattâ bu ifade, bütün raporun ardında yatan düşünce dünyasını gözler önüne sermektedir. Buna göre parayla ölçülemeyen, karşılığı ödenmeyen hiçbir şey değerli olamaz, onun kıymeti bilinmez.

“YENİ” SAĞ, “YENİ” ÜNİVERSİTE

Yukarıda aktarılan sürecin, kendisi politik bir hegemonya ile birlikte piyasa ilişkilerinin topluma tamamen nüfuzunu gerektirdiği ölçüde,“tıkır tıkır” kendiliğinden işleyen saf iktisadî bir süreç olarak ele alınamayacağı ortadadır. Türkiye’nin bugününe dair söylenecek her şeyin bir şekilde referans vermesi gereken bir milat haline gelen 1980’in, neo-liberal yeniden yapılanma açısından taşıdığı önem, kendisine “eskiyi ve yeniyi, iyiyi ve doğruyu” ayırdedebilme yeteneğini sağlamasıdır muhakkak. Yurt sathında “huzur ve güvenlik ortamı”nı sağlam bir şekilde tesis eden Milli Güvenlik Devleti’nin amentüleri hiç kuşkusuz bu restorasyon döneminin de ana koordinatlarını oluşturmaktaydı. ’80 sonrası sivil toplumcularının görmemek konusunda direndikleri nokta tam da buydu: liberal restorasyonun doğası gereği siyasal liberalleşme konusunda adım atması beklenemezdi, çünkü varlığının koşullarını Milli Güvenlik Devleti’nin zapturapt altına alma politikası oluşturuyordu. “Güçlü devlet-serbest ekonomi” şeklinde özetlenebilecek olan neo-liberalizmin konumuz açısından en önemli veçhesini toplum ve piyasayı birbirine indirgeme eğilimi oluşturmaktadır. İktisadî alanın, “ekonomi” kelimesinin gerçek anlamını oluşturan ev idaresi vurgusundan tamamen soyutlanıp, “rasyonel” bireylerin “rasyonel” tercihleri doğrultusunda şekillendirilmesi ve piyasa koşullarının, her türlü akıl düzeneğinin önsel kabulleri olarak dayatılması bu eğilimin vücut bulduğu her söylemin içinde karşımıza çıkmaktadır.

Sermaye birikim sürecinin ‘70’ler itibariyle girdiği bunalımın, ‘80 darbesinin yarattığı baskı ortamı içersinde, sermayenin, her türlü “toplumsal sorumluluk” kaygısından sıyrılarak yeni bir hegemonik proje etrafında aşılmaya çalışılması, otoritarizm ve iktisadî liberalizm evliliğinin zeminini oluşturmaktadır. Bu hegemonik projenin en önemli ayağı şüphesiz, devletin toplumla kuracağı ilişkinin karakteridir. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi piyasa modelinde işlemesi düşünülen toplumsal ilişkilerin; siyasal, ideolojik ve hukuki tesisi konusunun en kudretli sorumlusu olarak işleyen devlet mekanizması, bu karakteri itibariyle piyasa ile içiçe geçmektedir. Demokratik değerler karşısında kendisini daha önce salt “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” söylemi ile konumlayan devlet, neo-liberal süreç ile piyasa değerleri ve verimlilik ilkelerini de kendi adına devşirmiştir. ‘80’ler ve ‘90’lar, devletçe devşirilen bu söylemin toplumsal hegemonik bir söyleme dönüşmesinin ve sınıfsal veya kültürel, her türlü toplumsallığı keser hale gelmesinin süreci olarak da özetlenebilir.

Tüm bu süreci özetlememizin konumuz açısından önemi, neo-liberal yeniden yapılanmanın kendini sunum biçimlerine karşı kısa bir karşı perspektif sunmaktı. Özellikle üniversite konusunda kendini açıkça belli eden bu sunum biçimi kendini, kaba biçimiyle bürokratik ve hantal devletin karşısında konumlayarak, kendi meşrûiyetini oluşturmaya çalışır. Bu hantallığın ve bürokratizmin karşısında, “bilgi çağı, iletişim devrimi, 2000’li yıllar” gibi sloganvari üslûpları kullanma konusundaki mahareti Yeni Sağ’ın en önemli ideolojik cephanesi olarak görünmektedir. “YÖK kalksın diyenler ya Hizbullahçıdır, ya PKK’lıdır ya da Dev-Sol’cudur” diyen YÖK başkanı Kemal Gürüz’ün de içinde bulunduğu komisyonca hazırlanan TÜSİAD raporu da aynı karşıtlık üzerinden kurar modelini: bürokratik yapılı akademi oligarşisine karşı teknoloji üreten ve bu üretimi oranında saygınlık kazanan bir üniversite. “Toplumsal sorumluluk” taşımayan hantal bürokratik zihniyete karşı, üreten ve üretime katkısı oranında toplumsal sorumluluğunu yerine getiren bir üniversite. Böylelikle teknolojinin ulaştığı noktanın ve sermayenin teknoloji ile girdiği yeni ilişkinin sorgulanamaz biçimde akademik üretimin temeli haline gelmesi, pragmatizmin de her türlü akademik ilginin epistemolojisini oluşturur hale gelmesine neden olur. “Akademik etik, akademik özerklik” gibi kavramlar, piyasalaşan toplumun bağrında genel olarak özgürlüklerin uğradığı akıbetin ötesinde bir kadere sahip olamadılar ve en iyi durumda politik olarak etkinlik alanı yaratamayan bir çeşit ahlâki ezberlere dönüşürken, en kötü durumda ise içleri boşaltılıp yeni duruma uygun şekilde yeniden tarif edildiler.

TÜSİAD’ın meşhur raporuna bir göz atmakla, üniversite bazındaki yeniden yapılanmanın esas derdinin üretim ve verimlilik olduğunu ve bu derdin de esas olarak katılımcı ve demokratik bir üniversite söylemi ile girdiği iç münakaşa sonucu argümanlaştırıldığını anlayabiliriz. “Daha demokratikleşmek her şeyin daha iyi olmasına yol açmaz”[24] nevinden birçok aforizmayı bu raporda bulmak mümkündür. Rapor, mevcut üniversite sistemini iki şekilde tanımlar; “devlet otoritesine dayanan bürokratik yapılanma ve akademik oligarşi”.[25] Bu iki özelliğe eşlik eden nitelikler ise üniversitelerin popülist ve sorumsuz özellikleridir elbette. Raporun akademik özerkliğin tartışıldığı bölümüne bakıldığında[26], akademik özerklik isteminin neredeyse sorumsuzlukla eş tutulduğu izlenimine kapılıyor insan. Sanki ortalıkta “biz istediğimizi yaparız, istediğimiz araştırmayı yaparız, kimse bize karışamaz, akademik özerklik de budur” diyen varmış gibi, karşıtlık devamlı bu türden bir akıl yürütme üzerinden kurulmaktadır.

Sorumsuzlukla eş tutulan böylesi bir akademik özerklik anlayışının karşısına piyasa ile harmanlanmış bir “toplumsal fayda” ve “toplumsal ihtiyaçlar” söylemi çıkartılmaktadır:

“Günümüz üniversiteleri artık faaliyet alanlarını sadece kendi mensuplarının değer yargılarına göre tespit etmekten ziyade, faaliyetlerinin türlerini ve alanlarını toplumun gereksinim ve beklentilerine göre tespit eden kurumlardır. Dolayısıyla, çağdaş üniversite toplumun her kesimi ile bütünleşmiş; faaliyetleri bakımından toplum tarafından yönlendirilen; sahip olduğu her türlü fiziksel olanak, tesis, teçhizat ve bilgi birikimi ve insan gücünü girişimci bir zihniyetle değerlendirecek ek malî kaynak yaratan, modern işletmecilik teknikleri ile yönetilen fevkalade karmaşık yapıya sahip bir kurumdur”.[27]

Burada bahsedilen “toplumun”, piyasa ve değerleri ile eş anlamda olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yoktur. Önemli olan nokta, söylemin kendisini toplumsal sorumluluk eksenine oturtmuş olmasıdır. Kıyametin koptuğu veya kopması gereken yer burasıdır diyebiliriz aslında. Toplumsal sorumluluk kavramını sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden tanımlayan yeni sağ, kamu sektörünü sorumsuzluğun, “rasyonel” olmamanın zemini olarak tanımlarken; özel sektör “rasyonalite”nin, verimliliğin ve dolayısıyla toplumsal sorumluluğun alanı olarak ortaya konmaktadır. Ayrıca her türlü sorumluluk vurgusuna rağmen, “...bürokratik modelden piyasa veya girişimci modele geçiş sürecinin başladığının bir gerçek olduğu ve gelir kaynaklarının çeşitlendirilmesinin özerkliği arttıracağı” yönündeki umutlar da dile getirilir.[28]

Tüm bu argümanların altında yatan ise en ilk(el) burjuva düşüncesidir aslında: devlet politik alana sıkıştırılarak, baskının, şiddetin ve özerk ol(a)mamanın alanı olarak tarif ediliyor ve böylelikle sivil toplum rasyonel bireylerin rasyonel kararları doğrultusunda özerkleşebilecekleri alan olarak ortaya çıkıyor. Neo-liberal saldırının kendi meşrûiyetini bu mekanik ayrıştırma üzerinden oluşturduğunu söyleyebiliriz. Özellikle devletin hantal, bürokratik ve ahbap-çavuş ilişkileri ile şekillenmiş karakterinin Türkiye gibi bir ülkede ayan beyan ortada olması, bu türden bir meşrûlaştırma çabasının işini hayli kolaylaştırmaktadır.

Üniversitelerde bu durumun en açık biçimde yaşandığını görmek mümkündür. Devlet üniversitelerinde yaşanılan baskıların pek uğramadığı, fiilî ve göreli bir özerkliğin yaşandığı özel üniversitelerin bir çok akademisyen açısından yeni bir varoluş alanı oluşturması ve buraya doğru yaşanan akım, işin sadece görünen kısmıdır. Devlet üniversitelerinin de “özelleşmiş” bir zihniyet çerçevesinde işliyor ve kurgulanıyor olması ise meselenin daha çetrefil olan karakterini ele verir. Devlet üniversitesi başlığı altında toplanan üniversitelerin kendi içlerinde ne kadar farklılaştıklarını görmemek mümkün değildir. Taşra üniversitelerinin birçoğu, İstanbul Üniversitesi gibi üniversiteler halen “eski” tip olarak işlemeye devam edip, idari kadrolarıyla da hantal, otoriter ve bürokratik imajlarını korurlarken; İTÜ, ODTÜ ve Boğaziçi gibi üniversitelerin “daha değişik işlemeleri”, meselenin özel üniversiteler ile devlet üniversiteleri arasında olmadığını gösteriyor. Mühendislik Fakültelerinin altyapı kalitelerinin yüksek oluşu, giren öğrencinin genel düzeyinin görece yüksek oluşu ve yurtdışı bağlantılarını görece kolay kurabilmeleri bu tip üniversitelerin piyasa ile kolayca eklemlenip, TÜSİAD raporunda belirtildiği üzere malî özerkliklerini ve dolayısıyla genel anlamda özerkliklerini de “daha fazla” elde etmelerini sağlamaktadır. “Devlet” imajlı üniversitelerin piyasa ile eklemlenememeleri ya idari kadronun beceriksizliğine ya da geri kafalı olmasına tahvil edilebilmektedir kolayca. “Boğaziçi de devlet üniversitesi, ama daha becerikli bir yönetimi var” veya “en iyi rektör işletme bilgisine sahip rektördür” gibi aforizmalar daha yapısal ve merkezî bir politikanın izini takip edemiyorlar. TÜSİAD raporunda elit üniversiteleri ve kitlesel eğitim yapan üniversiteler şeklinde ortaya konan ayrımı, basitçe özel üniversiteler ve devlet üniversiteleri olarak okumaktan kaynaklanan bu türden çıkışlar, kamunun özel aleyhine geri çekilmediğini, fakat özelin her geçen gün kamunun içine nüfuz ettiğini atlamaktadırlar. Dolayısıyla devlet üniversiteleri ve özel üniversiteler gibi tezahür eden ayrımı ,“devlet” imajlı üniversiteler ve “özel” imajlı üniversiteler olarak değiştirmek daha gerçekçi bir analiz olarak ortaya çıkmaktadır.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, neo-liberal saldırının özelliği, karşı kampın “hantal, otoriter ve bürokratik” karakteri karşısında kendi efektifliği iddiasından müteşekkildir. Bu iddianın kendisini bu kadar konsolide edebilmesi ise karşı kampın karakterinin inkâr edilemeyecek bir biçimde “hantal, otoriter ve bürokratik” olmasındandır. Neo-liberal saldırının söyleminde devlet şeklinde tezahür eden politik alanın özerk ol(a)mamanın alanı olarak resmedilmesi ve bunun karşısında alternatif olarak piyasa ile özdeşleştirilmiş bir (sivil) toplumla bütünleşmenin, her türlü demokratik ve katılımcı karakterden azade olarak salt etkinlik kıstasıyla donatılmış bir şekilde ortaya konulması, belirttiğimiz gibi, her türlü toplumsal düşünceye geçerlilik sağlayan bir epistemolojik zemin sağlamaktadır adeta. Devlet üniversitelerinde uzun yıllar bulunmuş ve bunun karşılığında madden ve manen hiçbir tatmine ulaşamamanın ötesinde, Kemal Alemdaroğlu gibi proto-tipler yüzünden kişiliklerini de tehdit altında hisseden çoğu akademisyenin bu ikileme kendilerine mahkûm eden haklı “yorgunluk ve bıkkınlık” hisleri, bu zemini sağlamlaştırma noktasında epey bir işlev görmektedir maalesef.

Bu ikilemin kendisinin doğal sonucu olarak tezahür eden kamusal yarar düşüncesinin irtifa kaybetmesi, hiç şüphesiz muhalif bir karşı saldırının üzerinde durması gereken merkezî noktayı oluşturmaktadır. Düşünceyi devlet ve piyasa ikilemine sıkıştıran tutucu söyleme karşı demokratik bir kamu düşüncesi, muhalif karşı söylemin ideolojik omurgasını oluşturma potansiyeline sahip gibi görünmektedir. Böyle bir demokratik kamusallığın tüketici bir tartışmasını yapmaktansa, hayati görünen iki önemli ayağı üzerinde durmak istiyoruz.

Birincisi sınıfsal bir karakter taşıyor. Eğitim ile alt sınıflar arasındaki ilişkinin somutlaştırılması hiç şüphesiz ki, demokratik üniversite muhalefetinin en acil sorunudur. Eğitimin paralı kılınması ile bilginin metalaşması arasındaki ilişkiyi haklı olarak vurgulayan üniversite muhalefetinin eğitim ve emeği ile geçinen insanların çıkarları arasındaki ilişkiyi somut bir talep olarak örgütleyemediğini düşünüyoruz. Böyle bir işin çok zor olduğu ise ortadadır. TÜSİAD raporunda doğrudan bireysel sermaye olarak tanımlanan eğitim konusuna yaklaşırken, bir yandan bilgi ile kurulan ilişkinin bu türden bir bireysel sermaye birikimine indirgenmesine ve bilginin metalaşmasına karşı çıkarken, aynı söylemi bu sefer emekçilerin cephesinden üretip, eğitim ve emekçi çocuklarının geleceği hakkında doğrudan bir ilişki kurmak çelişkili görünebilen ve zor bir iştir muhakkak. Eğitimin tamamen piyasaya devri verili sınıfsal katmanlaşmanın neredeyse mutlak bir biçimde yeniden üretimini öngörmektedir. Dolayısıyla “altta kalanların” da bilgi edinim süreçlerine ulaşmasını savunmak ile eğitimin bireye yapılan bir yatırım olarak değerlendirilmesine karşı çıkmak politik olarak bir arada nasıl savunulabilir sorusuna yanıt aramak gerekmektedir. Bilgiyi piyasa değerlerine ve sermayenin mantığına tahvil eden neo-liberal saldırı karşısında bilginin kamusallaştırılması ve demokratikleştirilmesini indirgeyici olmayacak bir şekilde emeğiyle geçinen insanların talepleri ile bağlantılı kılamamanın politik bir zaafiyete yol açacağı ortadadır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere TÜSİAD raporunda eğitimin paralı hale getirilmesi, alt sınıfların zaten yüksek öğretimden yararlanamadığı noktasından hareketle kurgulanmaktadır. Böyle bir ön kabul üzerinden üniversite üzerine politika üretme yüzsüzlüğüne ulaşmış olan sağın karşısında, solun kitleler dışında yüzünü dönebileceği bir yer bizce yoktur ve bu anlamıyla bilginin metalaşmasına karşı çıkmak, salt bilginin karakteri konusunda etik bir karşı çıkış olarak düşünülemez.[29]

İkinci olarak da TÜSİAD raporu boyunca sıkça karşımıza çıkan meritokrasi vurgusu üzerinde durmak gerekmektedir. Bireysel başarı ile toplumsal veya kurumsal statüler arasında kurulan birebir ilişki anlamında meritokratik düşünce, toplum içindeki eşitsizlikleri göz önüne almadan başarı ve dolayısıyla statü farklılıklarını kişisel liyakat çerçevesi içinde ele almakla malûldûr. Dubiel’in de belirttiği gibi Yeni Sağın refah devleti politikaları karşısındaki acı çığlıklarının kökeninde meritokratik talep yatmaktadır.[30] Refah devleti politikaları neticesinde ortaya çıkan şeklî fırsat eşitliği ortamının gerçek bir eşitlik istemine yol açacağı konusundaki sezgileri Yeni Sağın, bu politikalar karşısındaki tavrının zeminini oluşturmaktadır. Ayrıca yaygınlaşmış ve yüzünü refah devleti politikalarına dönmüş böyle bir kitlenin öz-gerçekleştirim istemlerinin, başarı ve statü konusundaki tek kriter olan bireysel çaba ve liyakat ilkesinin altını oyacağı da aşikârdır. Böyle bir eğilimin karşısında, Yeni Sağın çalışma ve verimli olma konusundaki Protestan ahlâk vurgusu da böylelikle anlaşılır bir hale gelmektedir. Üniversite konusuna dönecek olursak, üretimle belirlenmiş akademik liyakatın demokrasi ve katılım ilkelerinin önüne geçmesine şahit olmaktayız. “Daha bilgili olanların daha çok söz hakkına sahip olduğu” bir modelin teşviki ve üniversitenin problemini YÖK’de değil de toplumsal sorumluluğunu yerine getirmemiş olmakta gören “verimlilik” zihniyetinin hırçın tavrı liyakata dayalı bir hiyerarşi istemini dile getirmektedir aslında.[31] Akademik liyakatın ise kabaca üretime net katkı sağlamaya indirgendiği hatırlandığında gerek genel olarak kamusal yaşamda, gerek üniversite içindeki meritokratik eğilimi basit bir liyakat ilkesinden öte sınıfsal karakteri haiz olduğu görülebilir. Bireysel çaba-başarı-statü formülüne karşı, toplum net üretimine indirgenemeyeceği gibi, akademiyi ve akademisyenliği de akademik üretime indirgemeyecek ve bireylerin öz-gerçekleştirim olanaklarını çoğaltacak koşulları vurgulayan bir karşı söylemi düşünmek gerekmektedir.

SONUÇ

Kapitalizmin geç evresinde bilgi, sermaye birikim sürecinde merkezî bir konum edinmektedir. Keza bilgi edinim ve aktarım kanallarının bizatihi kendileri geç kapitalizmin belirleyici vasıflarından olan sermayenin değerlenmesi sürecinin sektörel yayılması dolayısıyla metalaşmaktadır. Bilginin kapitalist üretim ilişkileri alanında edindiği bu kilit konum nedeniyle bilimsel bilginin üretim ve aktarım kanalları giderek daha fazla siyasal mücadelenin konusu haline gelmektedir. Kendini toplumsal ilişkilerden azade, bağımsız, toplumun yukarısında bir kurum olarak tanımlayan üniversite modeli, bilindiği gibi ‘70’li yıllardan itibaren kabuk değiştirmektedir. Bugün iyiden iyiye hâkim olan model, kendisini sermayenin teknolojik ve organizasyonel yenilenme ve değişme ihtiyacının karşılanmasına adamış üniversitedir. Bu değişim, kendisini zaten toplumun ötesinde, yukarısında tanımladığı için toplumsal meşrûiyeti zayıf olan hümanist üniversite modelinden “toplumsal fayda”yı ön plana alan üniversiteye bir geçiş olarak sunulmaktadır. Burada önemli olan toplumsal faydanın, toplumsal ihtiyaçların ve dolayısıyla toplumun piyasa alanı olarak düşünülmesine ilişkin kadim düşünce kıvraklığının devreye sokulmasıdır. Toplumsal fayda bir kez piyasaca dolayımlanan fayda olarak tanımlanınca elbette sermayenin yani firmaların teknolojik yenilenme ihtiyacı toplumsal bir ihtiyaç olarak sunulacaktır. “Yeni” üniversiteye dair projenin en güçlü yanlarından birisi, kendisini “bürokratik, hantal” devletin karşısında ve güya “toplum”un tarafında konumlandırmasıdır. Bu yüzden üniversite ve bilgiye yönelik sermaye kökenli bu projenin karşısına geleneksel üniversite modelini çıkarma çabası etkili olmamaktadır. Hele hele Türkiye gibi otoriter modernleşmeciliğin, devletçi elitizmin kalelerinden olan üniversiteyi toplum, kendisine yönelik bir getirisi olmayan kendisinden uzak bir kurum olarak görmekte ve dolayısıyla üniversiteyi savunmaya değer görmemektedir.

İşte bu yüzden üniversiteyi ve bilgiyi dert edinen bir muhalefet için önemli olduğu kadar da meşakkatli olan mesele, kâr mantığına tahvil edilemeyecek bir toplumsal fayda, toplumsal çıkar tanımlayabilmektir. Sol bugün toplumun yukarısında konumlanan, her türlü maddi ilişki ve pratikten uzak olmakla kendini tanımlayan üniversiter modeli savunamaz. Akademik elitizm ile piyasacı üniversite arasında sıkışmamanın bir yolu mutlaka bulunmalıdır. Örneğin TÜSİAD’ın üniversitenin yönetimine “toplumu” katmak adına sanayici, işadamı ve yöneticilerin üniversite idare heyetlerine alınması önerisi karşısına yalnızca üniversite bileşenlerinin (öğrenciler, çalışanlar ve akademik personel) aktif olduğu bir üniversite yönetim modeli ile çıkılamaz; çünkü bu üniversiteyi yine kendinden menkûl bir yapı olarak tanımlamak anlamına gelir. Yapılması gereken toplumun geniş kesimlerinin, özellikle de bilgi üretim ve edinme süreçlerinden sistematik olarak dışlananların üniversite bileşenleriyle birlikte yer alacağı modelleri ortaya koyabilmektir. Kısacası toplumsal faydayı, kamusal çıkarı savunma retoriği sağın elinden alınmadıkça; sol yeniden toplum/halk adına konuşma konumunu edinmedikçe bunu başarmak da pek mümkün görünmemektedir. Bu da ancak siyasetle, hem de yalnızca üniversite ile sınırlı olmayan bir siyasetle mümkündür.

Ansal, Hacer (1997), “Bilim ve Emek Süreci” içinde Akalın E., Aydoğdu H., Saracoğlu R. (haz.), Bilim, Bilim Politikası ve Üniversiteler, Bağlam Yay., İstanbul.

Ataünal, Aydoğan (1998), Türkiye’de Yükseköğretim (1923-1998): Yasal Düzenlemeler ve Değerlendirmeler, MEB, Ankara.

Bernstein, Richard J. (1979), The Restructuring of Social and Political Theory, Methuen & Co Ltd., Londra.

Chomsky, Noam (2000), “Önce Eğitimin ve Dayanışmanın Altını Oyacaksın”, Ürün, sayı 7.

Dubiel, Helmut (1998), Yeni Muhafazakârlık Nedir?, İletişim Yay., İstanbul.

Ercan, Fuat (1999), “Neo-Liberal Eğitim Ekonomisi; Eleştirel Bir Çerçeve Denemesi” içinde Eğitim: Ne İçin? Üniversite: Nasıl YÖK: Nereye?, Ütopya Yay., Ankara.Ercan, Fuat (1998), Eğitim ve Kapitalizm. Neo-Liberal Eğitim Ekonomisinin Eleştirisi, Bilim Yay., İstanbul.

Heper, Metin (1994), “2000’li Yılların Eşiğinde Türkiye’de Devlet ve Üniversite”, Dünya’da ve Türkiye’de Bilim, Etik ve Üniversite, TÜBA Yay., Ankara.

Hobsbawm, Eric (1996), Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991. Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yay., İstanbul.

Mandel, Ernest (1975), Late Capitalism, Verso, Londra & New York.

Özuğurlu, Metin (1998), “Üniversite-Sanayi İşbirliği Programı Üzerine Bir Eleştiri”, Kültür ve İletişim, 1/2.

TÜSİAD (1994), Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji, İstanbul.

Şahin, Şükran (1997), Türkiye’de Bilim ve Teknoloji Politikası. 1963-1997: Kurumlar-Belgeler, Göçebe Yay., İstanbul.

[1] Aşağıdaki kapitalizm ve onun en son vardığı evre olarak geç kapitalizm analizi için bakınız Mandel (1975).

[2] Aktaran Mandel (1975), s. 249. Marx yine Grundrisse’de şöyle demektedir: “Büyük sanayi geliştiği ölçüde gerçek zenginliğin yaratımı emek zamanından ve kullanılan emek miktarından ziyade gitgide emek zaman sürecinde harekete geçirilen araçların gücüne bağımlı hale gelir. (Diğer yandan) bu araçların etkinliği de ... (diğer etkenlerden ziyade) bilimin ulaştığı genel noktaya ve teknolojinin ilerlemesine, diğer bir deyişle söz konusu bilimin üretime uygulanmasına tâbi olur.” Aktaran Bernstein (1979), s.183.

[3] Ansal (1997).

[4] Mandel (1975), s.260-261.

[5] Burada şirket içi AR-GE bölümleri, bağımsız AR-GE şirketleri ve üniversiteler arasında bir diğerini dışlayan bir tercihten ziyade bir vurgu söz konusudur. Yani sermayenin AR-GE faaliyetlerini daha ucuza ve daha etkin bir şekilde yürütmek üzere üniversitelere yönelmesi diğerlerinin önemini kaybettiği veya ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Burada vurgulanan hâkim olan eğilimdir. Bu üçü arasındaki dengenin nasıl kurulduğu değişik toplumsal formasyonlarda farklılık gösterebileceğinden bu üçü arasındaki farklı varyasyonlar göz ardı edilmemelidir.

[6] “Faydalanan öder” neo-liberal şiarının diğer bir muhatabı olarak da öğrenciler gösterilmekte ve böylece paralı eğitimin önü açılmaktadır. Bu konuya aşağıda tekrar değineceğiz.

[7] Chomsky (2000), s.32-35.

[8] Ercan (1998), s.10-13.

[9] Bu sürecin kurum ve belgeleri için bakınız Şahin (1997).

[10] Özuğurlu (1998), s. 59.

[11] Şahin (1997), s.16; (İtalikler bize ait).

[12] TÜSİAD (1994), s. 9, 101, 146.

[13] TÜSİAD (1994), s. 75. Şu anda mevcut teknoparklar arasında İTÜ-KOSGEB (Küçük ve Orta Ölçekli sanayi Geliştirme İdaresi) İstanbul Teknoloji Geliştirme Merkezi; ODTÜ-KOSGEB Ankara Teknoloji Geliştirme Merkezi; Marmara Araştırma Merkezi (MAM) teknoparkı; İzmir Teknopark şirketi; Anadolu Teknolojik Araştırma Parkı Şirketi sayılabilir. Bakınız Şahin (1997), s.26.

[14] TÜSİAD (1994), s. 78. Benzer şekilde 1990 yılında TÜBİTAK tarafından düzenlenen I. Bilim Teknoloji Şurası’nda da şöyle denilmektedir: “Üniversitelerde bulunan araştırma uygulama merkezlerinin sanayi ile birlikte yürütülmesi gerekir. Bu merkezlerin yetkili yürütme kurullarında sanayiciler de yer almalıdır”. Aktaran Ercan (1998), s.87.

[15] Bu ifade raporda en çok tekrar edilen hususlardan birini oluşturmaktadır. Bakınız TÜSİAD (1994), s. 16, 114, 252.

[16] TÜSİAD (1994), s. 253,146, 15.

[17] TÜSİAD raporunda en çok tekrarlanan hususlardan biri de bu ayırımın gerekliliğidir. Bkz. ss. 15, 174, 245, 248, 250, 251.

[18] Seçkin ve seçkin olmayan üniversite ayrımında olduğu kadar akademik çalışmaların meritokratik değerlendirmeye tâbi tutulması savunulurken de bu meşrûlaştırma kullanılmaktadır. Örnek olarak bakınız Heper (1994), s.18.

[19] Örneğin Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında (1996-2000) “her eğitim kademesinde özel eğitim kurumlarının arttırılmasına yönelik yeni düzenlemeler”, “herkese eğitim ve öğretim imkânı sunulabilecek ortamı yaratıcı” önlemler arasında sayılmaktadır. Ataünal (1998), s. 119.

[20] Ercan (1999), s.83-84.

[21] Neo-liberal uygulamalar bilindiği gibi talep yönelimli bir ekonomiden arz yönelimli bir ekonomiye geçişi ifade ediyor. Buna göre sermayenin değerlenme koşulları teşvik edilmelidir. Yani girişimciler için vergi kolaylıkları, riskli sermayenin devletçe sübvansiyonu, araştırma ve teknolojik yenilenmenin devletçe üstlenilmesi gerekiyor. Bu da belirttiğimiz gibi her arzın kendine otomatik olarak talep yarattığı varsayımına dayanıyor. Bu tarz kadim varsayımların günümüzde yeniden geçer akçe oluşu karşısında Hobsbawm şaşkınlığını gizleyemiyor: “Büyük Çöküş yıllarını yaşayan bizler, o zamanlar böylesine açık biçimde itibar kaybetmiş olan saf anlamda serbest piyasa ortodoksilerinin, geç 1980’lerin ve 1990’ların bir kez daha anlaşılamayan ve üstesinden gelinemeyen küresel depresyon dönemine nasıl hâkim olduğunu anlamanın neredeyse imkânsız olduğunu görüyoruz. Gene de bu garip fenomen bize, bu durumun örneklediği, tarihin önemli bir karakteristiğini hatırlatmalıdır: ekonomi teorisyenlerinin ve uygulayıcılarının inanılmaz bellek yetersizlikleri.” Hobsbawm (1996), s. 125.

[22] TÜSİAD (1994), s. 107.

[23] TÜSİAD (1994), s. 109.

[24] TÜSİAD (1994), s.147.

[25] TÜSİAD (1994), s.247.

[26] TÜSİAD (1994), s.141-148.

[27] TÜSİAD (1994), s.146.

[28] TÜSİAD (1994), s.146.

[29] Neo-liberal saldırıya muhalif olanların tutumlarının, genel anlamda, devletçi-Kemalizm ile halen dayandığı etik söylemi politikleştirmeyi becerememiş özgürlükçü bir sosyalizm yönelişi olarak çatallandığını söyleyebiliriz. ÖDP’de şekillendiğini düşündüğümüz ikinci yönelişin kendi içindeki ayrımlar bu yazının konusu değil. Fakat neo-liberal saldırı karşısında halen politik bir söylem oluşturamamış olmanın kendisinin her türlü ayırımı enlemesine kestiğini ve sosyalistleri “etik kaleleri” muhafazanın ötesine geçememeye mahkûm ettiğini belirtebiliriz sanıyoruz. Milliyetçi bir söylem ile şaha kalkan “bölünmezlik” düsturunun “herkesin kendi bacağından asılması” ile içiçe geçmiş olması, her türlü açıklayabilme kabiliyetinin ötesinde çaba isteyen bir toplumsallık yaratmıştır ve solun, bu toplumsallığın karşısında başka bir toplumsallığı tarif ettiğini söyleyebilmek zordur.

[30] Bkz. Dubiel (1998), s.83-100.

[31] TÜSİAD (1994), s.159.