Paranoyanın Zaferi

Türkiye’de son birkaç ayda yaşanan olaylar ve bu kapsamda cezaevleri operasyonuyla başlayan ve halen devam eden süreç bir utanmazlık abidesi olarak tarihe geçti, geçiyor. “Hayata dönüş operasyonu”nu tasarlayanlar, bunca yalanı dolanı ve manipülasyonu bu kadar kısa zamanda uygulamaya koyup yalnızca cezaevlerini “ele geçirdikleri” için değil, belki de bundan önemlisi tüm toplumu bir akıl ve vicdan tutulmasına uğratıp hapsettikleri için ne kadar öğünseler azdır. Vahşi, umursamaz ve küstah bir şiddet gösterisi karşısında bu toplumun çok geniş kesimleri ya geleneksel nasırlı kabuklarına çekilmiş ya da saldırganla özdeşimi tercih etmiştir. Etrafında olan bitenlere ve içinde yaşadığı topluma dair makûl bir gerçeklik duyumunu yitirmemiş ve “devrimci şiddet”ten medet ummayan her solcunun yüreği bugünlerde üzüntüyle, öfkeyle, çaresizlikle, yalnızlık ve yalıtılmış olmakla, umutsuzlukla, anlamsızlıkla, bıkkınlıkla sıkışıp durmaktadır. Bu durum yalnızca “evinde oturan” solculara ait olmayıp, bir yerlerde bir şeylerin ucundan tutan, iş yapan ve hattâ protesto gösterilerine katılanlar için de geçerlidir. Şiddet ve ölüm yumağı gelip tepemize çökmüş ve bizi nefessiz bırakmıştır. Resmî vahşete “alışık” olunsa bile solun sahiplendiği ve savunduğu değerler toplum tarafından hiç bu kadar öksüz bırakılmamıştır. Saygın meslek örgütleri bile “teröristlere yardım etmekle” suçlanabilmiştir. Bu ülke ölüm orucu yapanlar için “gebersinler” diyebilen bir TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, “hiçbir şeyleri yok, turp gibiler, numara yapıyorlar” diyen bir Sağlık Bakanı ve verdiği sözü bir çırpıda unutabilen ya da yutmak zorunda kalan bir Adalet Bakanı yetiştirebilmiş ve daha acısı bunların varlığını sineye çekmekte bir beis görmemiştir. Bütün bunlar en az 32 kişinin “hayata döndürme” amaçlı operasyon marifetiyle öldürüldüğü ve Türkiye’nin ölüm oruçları alanında açık farkla bir dünya rekoru kırdığı bir zamanda olabilmektedir. Birçok insan için Türkiye artık hastalığınının nihai evresine ulaşmış, “perhiz yapmasına gerek olmayan, ne yese olacak” hasta gibi bir umutsuzluk tablosu sergilemektedir. O yüzden bu konuda yazı yazmak da her zamankinden daha zor.

Hiçbir şey için olmasa bile sürüye katılmamak ve aklımızı kaybetmemek için düşünmeye, konuşmaya ve yazmaya mecburuz. Vicdan vakumunun bu derece büyüdüğü bir toplumda önce vicdan olmak zorundayız. Bunu gereği gibi yapabilirsek bu toplumun yaşadığı artık kronikleşmiş derin bunalımı daha iyi anlamak gibi bir şansımız bile olabilir.

Vahşetin tam ortasıydayken bile, her türlü sorumluluk, hassasiyet ve bedelden sıyrılabilmek için bir mazaret uydurma niyeti taşıyanları saymazsak eğer, diğerleri, hepimiz; insanlığın, insanlık onurunun, vicdanın, ahlakın mertebesinde kalmak istiyorsak... Hepsi bu aslında.[2]

Önce kayıt düşmekle başlayalım. Neler oldu, nasıl oldu?

“HAYATA DÖNÜŞ OPERASYONU”

19 Aralık 2000 tarihinde sabahın erken saatlerinde devlet 10.000 civarında asker/polisiyle iki aydır sürmekte olan ölüm oruçlarını/açlık grevlerini bitirmek ve “teröristleri kendi terörlerinden kurtarmak” amacıyla bu eylemlerin yapıldığı 48 cezaevine silâhlı bir “hayata dönüş” operasyonu düzenledi. Operasyon çoğu cezaevinde birkaç saatte tamamlanırken, mahkûmların direnişi Bayrampaşa’da bir, Çanakkale’de iki, Ümraniye’de üç günde kırılabildi. Operasyonda 32 mahkûm ve 2 er öldürüldü, 426 mahkûm yaralandı. Değişik raporlara göre 4 ila 8 mahkûm halen “kayıp” durumda. Binin üzerinde mahkûm F-tipi cezaevlerine sevk edildi. 32 mahkûmun anında hayatını söndüren “Hayata Dönüş Operasyonu” ölüm orucundaki mahkûm sayısını 282’den 353’e, açlık grevindeki mahkûm sayısını da 1.159’dan 2.000’in üzerine çıkardı.[3] DGM operasyon öncesinden konuyla ilgili yayın yasağı koyup haber alma özgürlüğünü kısıtlamaya çalıştı, birkaç gazete hakkında “devleti zayıf gösteren haberlere yer vermekten” dava açıldı. Ulusal ve uluslararası insan hakları kuruluşları operasyon sırasındaki muhtemel hak ihlâlleriyle ilgili ciddi kaygılarını açıkladılar, ama hiçbiri devlet tarafından kaale alınmadı. Operasyondan sağ kurtulan mahkûmların ifadeleri,[4] otopsilere avukatların alınmaması, ölenlerin hepsinin otopsi sonuçlarının açıklanmayışı, bazı cesetlerin kimlik kontrolu bile yapılmadan gömülmüş olması, F-tipi cezaevlerine sevk edilen mahkûmların avukatları, yakınları kanalıyla dışarıya yansıyan perişan durumu, TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi FP milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nun “içeriden” gözlemleri, Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin cezaevlerini ve mahkûmları ziyaret talebinin reddedilmesi, işlenen suçun vahşiliği ve bu suçu örtme telaşı hakkında yeterince fikir verdi. Ve bütün bunlar yapılırken medya tek tük aykırı ses dışında operasyonun ve sonuçlarının arkasında durdu, koşulsuz destekledi, geniş toplumsal onayın ya da suskunluğun oluşturulmasında manipülasyon tevzi memuru gibi davrandı. Yine bu süreçte operasyonu protesto eden yüzlerce kişi gözaltına alındı, İHD, ÖDP gibi örgütlerin şubelerine “polis destekli sivil” ya da “sivil destekli polis” baskınları düzenlendi, TAYAD’ın faaliyetleri durduruldu. Şu anda yüzlerce mahkûm ölüm oruçlarını sürdürüyorken ve ilk başlayan grup 80. günü geride bırakmışken, uluslarası tıbbî etike açıkça aykırı olan “zorla tedavi” ya da “yeniden müdahale” gündemde. Başından beri açlık grevleri konusunda tıbbî etik kuralları savunan ve operasyona kadar ölüm orucundaki mahkûmların talepleri üzerine tıbbi açıdan izlenmelerini üstlenen TTB, hakkında devlet ve medya tarafından ortaklaşa yürütülen çirkin bir kampanya sonucu tamamen devre dışı bırakılmış durumda. Karabasan bitmedi, sürüyor ve toplam kaç ölümle biteceğini şu anda kimse bilmiyor. Daha da acısı onlarca hattâ yüzlerce daha ölüm olsa bile devletin ve toplumun geniş kesimlerinin “bırakınız gebersinler” tavrından vazgeçebileceğine dair bir ipucu yok elimizde.

Operasyonun dar anlamda öyküsü şimdilik böyle. Onca insan ölmüşken ve onlarcası daha sıraya girmişken en dikkat çekici durum bu trajedi karşısındaki “toplumsal donma” halidir. Bu donma halinin değişik kesimler için trajediye pasif destek/onay vermekle veya silâhlarını kuşanıp savaşa tutuşmuş iki kesim algılaması sonucu arada sıkışıp kalmakla ilişkili olduğu düşünülebilir.

ÖLÜM ORUÇLARI SÜRECİ

Operasyona varan ölüm oruçları sürecine baktığımızda bu eylemin Türkiye’nin oldukça sarsılarak yaşadığı bir değişme/değişmeme (ya da “rejim”) bunalımının tam göbeğine düştüğü söylenmelidir. “Andıç” rezaleti ortaya serilmiş; AB Katılım Ortaklığı Belgesi’ni (KOB) açıklamış, devlet içinde bu konudaki kapışmalar ayyuka çıkmış;[5] ABD ve Fransa’daki Ermeni soykırımı tasarıları bir “infial” yaratmış; bankalar sistemindeki yolsuzluklar ortaya saçılmış; IMF’ye ek mektup verilmesi ve emekçi kesimlerin daha da yoksullaştırılması bir kez daha teyit edilmiş; IMF politikalarını protesto etmek üzere çalışanların kitlesel eylemleri başlamış; oldukça tartışmalı bir af yasası gündeme gelmiş; sermaye temsilcilerinin TÜSİAD cephesinden hükümet AB sürecinde ayak dirediği için sertçe eleştiriler alırken İTO başkanı MGK’yı ekonomiye el koymaya davet etmiş ve Türk Ordusu, bir yıldan fazla bir süredir tek taraflı ateşkese uyan ve silâhlı güçlerini sınır dışına çekmiş bulunan PKK’yı takip ve imha etmek üzere Talabani ve Barzani’yle işbirliği içinde bir kez daha Kuzey Irak’a girmiştir. Ölüm oruçlarından operasyona varan sürecin siyasî panoraması bu şekildedir. Bu gelişmelerin çoğu geleneksel otoriter zihniyet ve devlet sahiplerinin tahammül sınırlarını altüst etmiştir. Bu altüst oluşun nasıl bir paranoyaya tekabül ettiğine yazının ilerleyen bölümlerinde değineceğim.

Ölüm oruçları sürecini anlamaya çalışırken bu eylemleri yapan DHKP-C, TKP-ML ve TİKB gibi “silâhlı propaganda” yolunu seçmiş örgütlerin tavırlarına değinmeden geçmek mümkün değildir. Açlık grevleri ve ölüm oruçları başlangıçta bir sessizlik ve vurdumduymazlıkla karşılanmış olmasına rağmen zaman içinde özellikle meslek örgütlerinin, insan hakları kuruluşlarının ve genel sol kamuoyunun çabaları sonucu belli bir toplumsal duyarlılık yakalanabilmiş, F-tipleri yaygın bir şekilde tartışılmaya başlanmış ve devreye arabulucuların girmesi sağlanabilmiştir. Tam bunlar olurken önce polis bir gece duvarlara bu eylemleri destekleyen slogalar yazan bir genci öldürmüş ve hemen ertesinde buna “misilleme” olarak Okmeydanı’nda bir polis otobüsü taranmış ve iki polis öldürülmüştür. Bu eylem üzerine binlerce polis birçok büyük şehirde “izinsiz gösteri yürüyüşü” yapmış, amirlerini tartaklamış, “kana kana intikam,” “hükümet istifa,” “polis burada aydınlar nerede?” “bu silâhlar kullanmak için var” tarzı sloganlar atmışlar ve işkenceci arkadaşlarının da af kapsamına alınmasını talep etmişlerdir.[6] İki polisin öldürülmesi sonucu bu derece organize ve “terör estirici” polis eylemlerinin vuku bulması ve bunun tam da cezaevi direnişi ve ölüm oruçları konusunda çözüm umutlarının yükseldiği bir zamanda gündeme gelmesi örnek bir provokasyon vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu düşündürmüş olmasına rağmen eylemi TKP-ML TİKKO “ölüm orucu direnişçilerine destek” şiarıyla üstlenmiştir.[7] Aynı zamanlarda Zeytinburnu Ülkü Ocakları binası taranmış ve bir kişi de orada öldürülmüştür. Bu eylemlerden sonra zaten sınırlı ve medyanın dezenformasyon salvoları yüzünden oldukça gevşek olan toplumsal destek erozyona uğramaya başlamış, arabulucuların işi zorlaşmış, devletin manevra kaabiliyeti artmıştır. Operasyondan sonra da DHKP-C’nin “feda” ve cezalandırma eylemleri başlamış bulunmaktadır.[8] Açıkça belirtmek gerekir ki, bütün bu tarz şiddet eylemleri demokratikleşme karşıtı güçler tarafından iktidarlarının sürmesinin bir garantisi olarak memnuniyetle karşılanmaktadır. Ne kadar çok böyle eylem olursa o kadar çok demokratikleşmeme gerekçesi olacak ve toplumsal muhalefet bütün cepheleriyle o kadar çok bastırılabilecektir. Gayet haklı nedenlerle F-tipi cezaevlerinde uygulanmak istenen tecrit politikasına karşı çıkanların kendilerini bu tip şiddet eylemleriyle psikolojik olarak toplumdan tecrit ettirmeleri kabul edilemez.

Ancak bu örgütlerin tavırları ve yaptıkları şiddet eylemleri tartışmamızın ana konusu değildir. Devlet her ne kadar bu şiddet eylemlerini kendi yaptığı zorbalıklar ve katliamlar için bir meşrûlaştırma aracı olarak kullanıyor ve toplumun geniş kesimlerinden bu sayede onay alıyorsa da bu tuzağa düşülmemelidir. Mesele bu örgütlerin ne yaptıkları ve genel olarak ne savundukları meselesi değil, ısrarla önümüze çıkartılan F-tipleri, buna karşı gelişen ölüm oruçları ve devletin yaptığı operasyondur. Konuya insan hakları perspektifinden baktığımızda önümüzde bunlar vardır, örgütlerin siyasî çizgileri değil. Mercek altına alınması gereken devletin F-tipi cezaevi projesiyle ne yapmak istediği, öteden beri cezaevlerinde ne yaptığı ve “Hayata Dönüş” operasyonu sırasında ve sonrasında kendi yasalarını bile nasıl ihlâl ettiğidir.

BİR KAN DAVASI CEPHESİ OLARAK TÜRKİYE’DE CEZAEVLERİ

Türkiye cezaevleri öteden beri insan hakları ihlâlleri ve altyapı yetersizlikleri nedeniyle yoğun bir tartışma ve eleştiri konusu olmuştur. Ancak 12 Eylül askerî diktatörlüğü bu geleneksel aksaklıklarla/problemlerle yetinmemiş cezaevlerini kan davası gütme amacıyla yeniden şekillendirmiştir.

12 Eylül döneminde hapisanelerin ve genel olarak infaz kurumunun, modern öncesi bir devletin ayaklanan tebaasını cezalandırma yöntemlerine bu denli benzemesi o yüzdendir. Hapisaneler özellikle “askerî” olanlar, mahkûm ve tutukluların tecrit edildiği yerler oldukları gibi, aldıkları ve alacakları “yasal ceza” ne olursa olsun her an “imha” tehdidi altında yaşadıkları feodal zindanları aratacak bir acımasızlık ve sertliğin hüküm sürdüğü, işkence, toplu dayak ve her tür eziyetin sistematik olarak uygulandığı birer devlet terör kurumu haline geldiler. Siyasal suçlulara, özellikle devletin ilk planda hedef aldıklarına yönelik bu “özel infaz biçiminin, 12 Eylül dönemi resmen sona erdikten sonra, hapisane içi işkence, sistematik dayak ve eziyet dozu bir miktar azaltıldı ise de, ardındaki mantık değişmedi, kalıcılaştı. “Suçlu”nun tecridi ile, salt hapsetmiş olmakla yetinmeyen, onu toplum dışı sayan, “aslında” imha edilmesi gerektiğini düşünen ve bunun için fırsat kollamayı mübah sayan bir “mantık”tır bu. 12 Eylül dönemiyle birlikte Türkiye hapisanelerinde -Ortaçağ zindan görevlilerinin yaptığı türden- mahkûmları toplu olarak öldürmeye yönelik olayların sıklaşması bu yüzdendir.[9]

1980-95 döneminde cezaevlerinde 460 mahkûm, işkence, silâhlı operasyonlar, tıbbi bakım yokluğu veya ölüm oruçları nedeniyle ölmüş ya da öldürülmüştür.[10] 1980’den beri cezaevi koşullarını ve işkenceyi protesto eden mahkûmlar sayısız miktarda açlık grevi ve ölüm orucu yapmışlardır. Son olaylar hariç 1980’den beri ölüm oruçlarında ölen mahkûm sayısı 27’dir. 1996’da iki ay süren son büyük ölüm orucu dalgasında 12 mahkûm yaşamını yitirmiştir. Dört yıl önce yaşanan bu trajedide mahkûmların gayet haklı taleplerini uzun süre ciddiye almayan hükümet ancak 12 ölüm olduktan sonra uzlaşma yoluna girmiş ve talepler kabul edilmiştir.[11] Bu kabul edilen talepler bile bir süre sonra uygulanmaktan vazgeçilmiştir. O zamanlardan beri devlet çeşitli cezaevlerinde kanlı operasyonlar düzenlemiş ve bu operasyonlarda 27 mahkûm öldürülmüş,12 Burdur cezaevindeki operasyonda da bir mahkûmun kopan kolu çöplükte bulunmuştur. Bütün bu operasyonlarda sergilenen vahşet ve vahim insan hakları ihlâlleri yerel ve uluslararası insan hakları örgütleri tarafından ayrıntılarıyla belgelenmiş olmasına rağmen sorumlular hakkında herhangi bir yasal işlem yapılmamıştır. Mahkûmların “yargısız cezalandırılması” ve bu cezaları verenlerin yasalardan bağışık olmaları cezaevi ve infaz sisteminin ana özellikleri olmaya devam etmiştir.

1980 darbesinden beri karakollar gözaltına alınmış olanların, cezaevleri de tutuklu ve hükümlülerin her türlü eziyeti gördüğü, fiziksel ve psikolojik olarak tahrip edilmek istendiği, öç alındığı, insan sayılmadığı ve gerektiğinde imha edildiği kurumlar olma vasıflarını pekiştirerek sürdürmüşlerdir. İHV’nin verilerine göre 1980’den beri Türkiye’de doğrudan işkenceden geçirilen insan sayısı bir milyonun üzerindedir. Bu durumun ne tür kin yumakları yarattığı ve hâlâ da yaratıyor olduğu ortadadır. Bir toplumun bu kadar terörize/travmatize edilmesinin sarılması zor sosyal ve psikolojik yaralar açtığı/açacağı bellidir.[13] Cezaevlerinde ölüm orucu yapan ve cezaevi dışında şiddet eylemlerinde bulunan örgütlerin arka planında böylesine vahşi bir ezme/imha etme politikasına maruz kalmış olmak da vardır. Şiddet eylemlerini onaylamasak da nerelerden beslendiğini anlamamız mümkündür.

Devletin “tehlikeli” saydığı siyasî mahkûmlara “özel muamele” yapması yalnızca sistematik işkenceyle sınırlı olmamış, aynı muamelenin gereği olarak 12 Eylül günlerinden itibaren “özel tip” ya da “münferit tip” cezaevleri de gündeme getirilmiştir. Çünkü:

“Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidirler. Çünkü terörist, haberleşemediği zaman sudan çıkmış balık gibi ölür. Başka bir ifade ile teröristi ruhen ve fikir bakımından besleyen kaynaklar veya kanallar kesilip kurutulunca, onun devrimci yani yıkıcı yanı ölür. İşte bu ihtiyaçtandır ki, teröristler çevreleri ile, dünya ile yandaşı örgütlerle haberleşebilmek için bütün dünyada çırpınır dururlar.”[14]

Şimdi “F-tipi” diye gündeme gelen cezaevlerinin geçmişi “ıslahı mümkün olmayan mahkûmlar” için yapılmış, 1-3 kişilik oda esasına dayanan ve ana derdi siyasî mahkûmları birbirlerinden ve dışarıdan tamamen tecrit etmek olan “münferit tip” cezaevleridir. Eskinin “münferit”i şimdi toplam beş bin kapasiteli bir sürü cezaevleriyle sıradanlaştırılmaktadır.

F-tipleri üzerine artık yeni bir şey söylemeye pek ihtiyaç yok. Nasıl tecrit amaçlı olduğu (ve tecritin genel olarak sağlık üzerindeki etkileri), ortak zaman/mekân kullanımına nasıl el vermediği ve insan hakları sicili böyle olan bir ülkede 1-3 kişilik hücrelerde (yani tanıksız ve desteksiz ortamlarda) ne tür eziyetlerin yapılabileceği bu konuda ciddi araştırmalar/incelemeler yapmış meslek örgütleri ve bazı yazarlar tarafından yeterli netlikte ortaya konmuştur.[15] Öteden beri yapılan bütün bu uyarılar hükümet tarafından tamamen göz ardı edilmiş ve bu yeni cezaevlerinin inşaatı sürdürülmüş, bazıları bitirilmiştir. Hükümetin ve genel olarak kamuoyunun bu geliştirilen F-tipi politikasına dair, uyarıları hiçe sayan vurdumduymazlığı Ekim ayında açlık grevi ve ölüm orucu sürecini başlatmıştır. Demokratik duyarlılığı yeterince gelişmiş ve cezaevlerinde neler olduğunu dert edinen bir toplumda F-tiplerine karşı tepki/mücadele esas olarak “dışarıdan” gelir ve mahkûmların bu denli trajik bir eyleme kalkışmalarına gerek kalmayabilirdi. Türkiye’de ise dışarının suskunluğu içerinin radikalliğini beslemiştir.

Ölüm orucu sürecinde mahkûmların temel olarak üç talebi olmuştur: 1) F-tiplerinden ya vazgeçilmeli ya da meslek örgütlerinin gözetimi ve onayı doğrultusunda yeniden düzenlenmeleri kabul edilmelidir; 2) daha önceki cezaevi katliamlarının sorumluları yargılanmalıdır (çünkü şimdiye kadar bu suçlardan hiç kimse yargılanmamıştır); 3) daha önceki cezaevi operasyonları ve de ölüm oruçları sonucunda ciddi derecede hastalanan veya malûl durumda olan mahkûmların tedavisi yapılmalıdır (çünkü bu kategorilere giren onlarca mahkûm yıllardır cezaevlerinde neredeyse ölüme terk edilmiş biçimde yaşamaktadır). Bu üç talep de tamamen haklı taleplerdir. Hükümet ellinci günlere kadar ölüm orucu yapan mahkûmlarla hiç ilgilenmemiş ve konuyu yok saymıştır. Ancak ölüm sınırı olan 60. güne yaklaşıldığında arabulucuların devreye girmesine izin verilmiş ve dolaylı görüşmeler başlayabilmiştir. Bu görüşmeler sonucunda Adalet Bakanı “F-tipi cezaevlerinin bir toplumsal uzlaşmaya ulaşılıncaya kadar ertelendiğini ve bu uzlaşma sürecinde meslek örgütlerinin “fikirlerinin alınacağını” ilân etmiştir. Mahkûmlar, devletin daha önce verdiği sözlerden nasıl çabuk bir şekilde cayabildiğinin bilgisiyle “fikir almak” gibi muğlak bir ifadeye itibar etmemişler ve yazılı bir protokolle meslek örgütlerinin onayının alınacağının kayda geçirilmesinde ısrar etmişlerdir. Bu noktadan sonra görüşmeler tıkanmış, arabulucular devre dışı bırakılmış, Adalet Bakanı arabulucuların görüşme taleplerini reddetmiş ve birkaç gün sonra operasyon yapılmıştır.[16] İçişleri Bakanı daha sonra bu operasyona bir yılı aşkın bir süredir hazırlanıldığını açıklamıştır. Ölüm oruçları sürecinde belli bir uzlaşma ihtimalinin ortaya çıkması belli ki, F-tipini var olduğu haliyle dayatmaktan başka bir şey düşünemeyen “şahin” kesimin oldukça asabını bozmuş, medya kanalıyla önce toplum hazırlanarak operasyon gerçekleştirilmiş ve F-tipine fiili geçiş sağlanmıştır. Operasyondan sonra Adalet Bakanı’nın bir hafta önce verdiği sözleri hemen unutması asıl amacın her zaman “ne olursa olsun” F-tipine geçiş olduğunu göstermiştir.

Şimdi gelinen durum devletin ve medyanın gözünde “cezaevlerinin düzene konulması” ya da “istikrarın sağlanması” olarak kutsanmaktadır. Sağlanan istikrar, bu devletin her ciddi krizde olduğu gibi krizi ele alış ve cevap veriş reflekslerindeki geleneksel istikrardır ve bu istikrarın toplumsal huzur/güven/barışla uzaktan yakından bir bağlantısı yoktur. Krizlere karşı devletin geleneksel refleksi ne pahasına olursa olsun kriz yaratanı yok etmeye çalışmak şeklinde tezahür etmektedir. Bu tarz, krizi hiçbir şekilde çözmemekte, tersine yeni ve daha şiddetli krizlerin tohumlarını atmaktadır. “Neden kriz oluyor?” sorusu hiç sorulmamakta ve bir bıçak darbesiyle krizden kurtulunacağı sanılmaktadır. Oysa, örneğin bu operasyon sonucunda Türkiye istikrar ve barış ortamından daha da uzaklaşmıştır. Kan davası çıtasını daha da yükseltmiş ve intikam yemini edenlerin hem sayısını hem de kin duyma şiddetini misliyle arttırmıştır. Şimdi de yaygınlaşması pek muhtemel intikam eylemlerini kendi “haklılığı” için yeni malzemeler olarak kullanmaya hazırlanmaktadır. Sorunlara hep “güvenlik,” “tehdit” ve “devletin bekası” açılarından bakıldığı sürece bu kısır döngüden kurtulmak ve gerçekten istikrara ulaşmak mümkün olmayacaktır. “Milli güvenlik” devletinin gücü de açmazı da bu noktada düğümlenmektedir.

BİR DÜZENLEYİCİ/KURUCU FANTEZİ OLARAK PARANOYA

1999 yılında Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye’nin AB’ye adaylığının tescil edilmesiyle başlayan süreçte demokratik değişim umutları alabildiğine artmıştı. 15 yıllık bir tür iç savaş fiilen son bulmuş, PKK silâhlı güçlerini sınır dışına çekmiş, siyasî çözümü (“demokratik cumhuriyet”) savunmaya başlamış, Öcalan’ın asılmayacağı belli olmuştu. Öte yandan AB adaylığıyla Türkiye’nin 75 yıllık “muasır medeniyet seviyesine erişme” hedefi gerçekleşme yoluna giriyordu. Ancak genel olarak coşkuyla karşılanan bu olumlu gelişmelere rağmen demokratik reformlar konusunda Türkiye bir türlü ikircikli ve kuşkucu tavrından kurtulamadı, hep mazeret aradı. İki yüzyıla yakındır Batılılaşmak için çabalayan ve son olarak birkaç on yıldır AB üyesi olmak için uğraşan bir ülkenin, iş öteden beri bilinen ya da bilinmesi gereken üyelik koşullarını yerine getirmeye geldiğinde yan çizmesi, hattâ her aday ülke için geçerli birtakım AB koşullarını PKK talepleri olarak değerlendirmesi, AB’nin “bölücülük” yaptığını iddia etmesi nasıl açıklanabilir?

Türkiye’deki egemen politik kültürün etraflı bir psikodinamik tahlilini başka bir yazıya bırakıp, on yıllardır Türk devletinin ve toplumunun geniş kesimlerinin tahayyül ve zihniyet dünyasını şekillendiren düzenleyici/kurucu ilkeler[17] arasından konumuzla doğrudan ilgili olan iki tanesinin üzerinde kısaca durmak istiyorum.

Bir yandan Türkiye kendisini Batılı, “uygar” dünyanın bir parçası olarak saymakta (ya da öyle görmek istemekte) ve iki yüzyıla yakın süredir “Batılılaşma”ya çalışmaktadır. Cumhuriyet’in kuruluşu ile bu ilke “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” şeklinde daha da pekiştirilmiştir. Bu bağlamda Avrupa’nın (yani Avrupa Birliği’nin) bir parçası olma hedefi genel onay görmekte ve hattâ coşku yaratmaktadır. Bu ilkenin bir tür ego-ideali olarak işlev gördüğünü söyleyebiliriz. Öte yandan Türkiye sürekli olarak kendisini yıkmak ya da bölmek isteyen “iç ve dış” düşmanlarla (ve tehlikelerle) karşı karşıya olduğunu düşünmektedir. Herkes şu ya da bu nedenle Türkiye’yi batırmak için uğraşmaktadır. Derin bir güvensizlik, kuşkuculuk, hatalar/sorunlar için hep başkalarını suçlama (bu anlamda “özeleştiri özürlüsü” olma), saldırganlık ve tehditkârlık, intikamcılık, katılık, böbürlenme, güç/iktidar fetişizmi, eşsiz[18] olunduğu duygusu ve yaygın milliyetçilik gibi özellikler eşliğinde bu ikinci ilkenin de tam anlamıyla bir paranoid fantezi olduğunu belirtelim.

Bu iki ilke devletin bütün kesimleri tarafından, toplumun da büyük çoğunluğu tarafından değişik derecelerde de olsa taşınmakta ve yeniden üretilmektedir. Yakın zamanlara kadar aralarındaki belli bir gerilime rağmen bu iki ilke büyük bir çatışma olmadan yanyana var olabilmişken son zamanlarda iki pozisyonun uzlaştırılması giderek imkânsız hale gelmiştir. AB adaylık süreciyle “Batılılaşma” idealinin yalnızca ekonomi, teknoloji ve bunlar üzerinden bir güçlenme anlamına gelmediği, işin “ne yazık ki” bir de demokrasi boyutu olduğu iyice açığa çıkmış ve bunun da paranoyadan vazgeçilmesini gerektireceği yeterince anlaşılmıştır. Paranoyadan vazgeçilmesi “Milli Güvenlik” devletinin radikal bir biçimde değişmesi demektir, iktidarlarını ve toplumsal desteklerini bu paranoyaya borçlu olanların işsiz kalmaları ya da iş tanımlarının ciddi bir şekilde elden geçirilmesi ve nesnel çıkarlarının oldukça zedelenmesi demektir. Türkiye’de son aylarda yaşanan olayları paranoid pozisyonun bir atağı ve kendi vazgeçilmezliğini ispat etme gayreti olarak görmek mümkündür. Bu bağlamda Ordu ve MHP’nin pozisyonlarının giderek yakınlaşması ve örtüşmesi dikkat çekicidir.[19] Aşağıdaki alıntı ego-idealiyle paranoid fantezi arasındaki arasındaki çatışmayı yeteri açıklıkta ortaya koymaktadır:

Harp Akademileri’ndeki AB ile ilişkilerin ele alındığı iki günlük sempozyumun dün kapanış konuşmasını yapan [Orgeneral] Şenoğul, Türkiye’yi çağdaş uygarlığa ulaştırmanın TSK’nın en büyük arzusu olduğunu belirtti. Şenoğul şunları söyledi: “Çağdaş uygarlığa ulaşmak için de Türkiye AB’ye girmek mecburiyetindedir. Bundan dolayı biz Türkiye’nin AB’ye girmesini en çok isteyenlerden daha çok istemekteyiz [ego ideali]. Ancak üniter yapımızın ve ulus devletimizin zarar görmesinden kaygı duymaktayız.” [bundan sonrası paranoid fantezi] Şenoğul, AB’nin isteklerinin PKK’nın istekleriyle örtüştüğünü belirtirken, Türkiye’nin AB adaylığı açıklandığında Türk milletinden çok Yunanistan, Rumlar, PKK ve laik cumhuriyeti yıkmak isteyenlerin sevindiğini söyledi. “Belki de en çok Diyarbakır’a büyükelçi seçmeye giden Bayan Claudia Roth sevindi. Bütün bunlar sizlere bir şeyler ifade etmiyor mu?” diyen Şenoğul, Türkiye’nin mozaik olduğu, ulus devletinin sona erdiği, Kıbrıs’ın Türkiye’ye ayak bağı olduğu söylemlerinin yanlış olduğunu savundu.[20]

“Düşmanlarla ve türlü müsibetlerle çevrelenmiş” olduğumuz tezi paranoid pozisyonun ana dayanak noktasıdır. O yüzden Ordu’nun siyasî ve ekonomik ağırlığı aynen korunmalı, o yüzden muhalif fikirler/kişiler/örgütler imha edilmeli ya da süründürülmeli, o yüzden Kürtçe yayına/eğitime izin verilmemeli, o yüzden Kıbrıs’ta ve Ege’de anlaşma/uzlaşma yolu tercih edilmemelidir. Çünkü bütün bunlar paranoyanın gereksizliğini gözler önüne serebilecek “tehlikeli” gelişmelerdir. PKK’nın silâhlı değil, siyasî mücadele stratejisini tercih etmesi ve demokratik/gönüllü birliği savunmaya başlaması, AB’nin “madem o kadar heveslisiniz, buyrun o zaman üyelik koşularını yerine getirin, üye olun” demesi, Kıbrıs Türklerinin “bizi bu kadar kurtardığınız yeter, biraz da kendimizi kurtarmak istiyoruz” demeye başlaması (ve hattâ daha uzaktan ve dolaylı olarak bütün dünyanın İzmit depremi ertesinde Türkiye’nin yardımına koşması) paranoid pozisyonu derin bir bunalıma sokmuş ve asabını ciddi şekilde bozmuştur. O şimdi konumunu korumak için üzerinde yükseldiği ve bu sayede toplumu rehin alabildiği “tehlikeleri” yeniden keşfedecek, gerekiyorsa da yaratacaktır. Ölüm oruçları sürecinde ve “Hayat Kurtarma” operasyonu sırasında ve sonrasında yapılanlar bu paranoid pozisyonun savunmacı taaruzunun bir halkası olarak okunmalıdır. Şu anda zafer kazanmış ya da zafere çok yakın bir durumdadırlar. Bu cendereden kurtulmanın tek yolu da toplumun geniş kesimlerinin paranoid pozisyonun gerçek sahipleri ve yaratıcılarıyla arasındaki siyasî ve ekonomik “rehinelik” ilişkisini görebilmesinde ve daha kapsamlı ve demokratik bir “ego-ideali” tanımlayabilmesinde yatmaktadır. Bu faaliyette, şiddetsiz ama militan bir solun katkılarına olan ihtiyaç her zamankinden daha çoktur.

[1] Bu yazının çok daha dar bir versiyonu için bkz: MERIP Press Information Note 42, “Turkey’s Operation Return to Life,” December 29, 2000.

[2] E. Özmen (2000). “Belki de insanlığımızı kaybederiz o zaman…”, Birikim, 136, s.16.

[3] Burada kullanılan bütün sayılar İnsan Hakları Vakfı’nın operasyonla ilgili basın duyurularından alınmıştır. Maalesef sayıların artması an meselesidir. Dergi okuyucuya ulaştığında ölü sayısının artmış olma olasılığı oldukça yüksektir (14 Ocak 2001).

[4] Bayrampaşa cezaevindeki operasyondan sağ kurtulan Hamide Öztürk anlatıyor: “19 Aralık günü sabah saat 05.00’te Sağmalcılarda duvarları delmeye çalışırlarken hepimizin kalktığını görünce ateş etmeye başladılar. Arkasından yoğun bombardımana tuttular. Sis, ses bombası, sinir gazı, biber gazı attılar. Biz onlara sürekli sloganlarımızla ve zılgıtlarımızla cevap veriyorduk. Onlar bize sürekli “Teslim olun yoksa hepinizi öldüreceğiz” dediler. Zaten çatışma başladığında biz yatakhanedeydik. Tavanı delmeye başladılar. Tavan deliklerinden, mazgallarından, çatıdan, havalandırmaya bakan mazgallardan bize sürekli ateş ediyorlardı. Bombaları silahlarla sıktılar. Tavanı deldiklerinde çekildiğimiz her yöne doğru tavanı milim milim delmeye devam ederek bomba atıyorlardı. Özellikle ranza boşlukları ve tavanın her tarafını deldiler. Bombalar kafamıza sırtımızı ve ayaklarımıza geliyordu. Yüzümüzü ıslak havlularla kapatıp birbirimizin üzerine siper olmaya çalıştık. Özellikle Ölüm Orucu direnişçilerini korumaya çalıştık. Onları ne tarafa çektiysek herkesin üzerine bomba atıyorlardı. Bu şekilde öğlene doğru saat 12, 12.30’a kadar sürdü. En son yoğun gaz bombalarından sonra o yoğun gaz içine yangın bombaları sıktılar. Hepimiz kendimizden geçmiş, kimimiz bayılmıştık. Aynı anda alevlerin içinden kendilerine gelen arkadaşlar bizi kapıya yöneltti. Çıkabilenler geri gelip diğer arkadaşları kurtarmaya çalıştılar. En son çıktığımızda artık alevlerden hiçbir şey görünmüyordu. Gülser, kapının ağzında alev alev yanmıştı. Gülseren Yazgül Güder, Özlem Ercan, Şefinur Tezgel, Seyhan Doğan, Nilüfer Alcan ve Gülser Tuzcu alevler içinde diri diri yandılar. Hepimizi yakmaya çalıştılar. Biz aşağıya inince bu sefer yemekhaneye yoğun bomba attılar. Hepimiz havalandırmanın ortasına geçtik ve halay çekmeye başladık. “Gelin hepimizi tarayın ama hiçbirimizi teslim alamazsınız” diye bağırdık onlara. Gaz bombalarının yoğunluğu bütün havalandırmayı kapladı. Sürekli “Şehitlerimizin hesabını soracağız. Bizi diri diri yaktınız, 6 tane canımızı diri diri yaktınız, gelin bizi de tarayın ama asla bizi teslim alamayacaksınız” dedik. Havalandırmada böyle saat 3’e doğru sürdü. En son kapıları kırıp karşılıklı iki koğuşa girdiler. Çatılardan da bizi kuşatmışlardı zaten. Operasyonu sürekli çatıdan kameraya çekiyorlardı. Havalandırmaya girdiklerinde de kamerayla çekiyorlardı. “Çekin çekin” dedik. “Bayramımızı böyle kutluyorsunuz, gidin karınıza çocuğunuza insan eti yediğinizi, insan kanı içtiğinizi anlatın” dedik. Sonra etrafımızı iyice kuşattılar ve vahşice saldırıp işkencelerle bizi maltadan sürükleyerek dışarı çıkarıp askeriyenin bir salonuna aldılar. Bizi ikişer üçer kişi hastaneye (Sağmalcılar Hastanesi) götürdüler. Oradan da Bakırköy Hapishanesine getirdiler. Şehit düşen yoldaşlarımız Gülser, Yazgül Güder Ölüm orucu direnişçisi, 54 gündür Ölüm orucundaydılar. Seyhan; sürekli atılan bombaları dışarı fırlatmaya çalışıyor, oradan oraya kurşun yağmurları altında koşuyordu. Şefinur yine aynı şekilde. En son Şefinur yanarken ayağa kalkmış ve zafer işareti yaparak el sallıyormuş. Karşı koğuştaki başka gruplardan arkadaşlar anlatıyorlar. Seyhan yine yanarken zafer işareti yapıyormuş. Özlem sürekli ölüm orucu direnişçilerini korumaya çalışıyordu.” (Kaynak: www.hucre-iskencedir.com)

[5] MİT ile Genelkurmay herhangi bir konuda ilk kez kamuoyu önünde “Kürtçe yayın” meselesi üzerinden tartışmıştır.

[6] Bu konuda polis yürüyüşünden dört ay kadar önce yayımlanmış bir hiciv denemesi için bkz: M. Paker (2000). “Tüm işkenceciler, birleşin, örgütlenin!” Birikim, 136, 66-68.

[7] Yakın zamana kadar bu eylemin “cezaevi direnişini kırmak için buz gibi bir provokasyon” olduğunu, genel olarak yaptıklarını ne kadar onaylamasam da bu örgütlerin bu denli hesapsız ve düşüncesiz hareket etmeyeceğini savunan biri olarak, TKP-ML’nin web sitesini ziyaret ettikten sonra yanıldığımı anladım.

[8] DHKP-C ayrıca 8 Ocak 2001 tarihli 148 nolu açıklamasında arabululuk yapmaya çalışan meslek örgütlerini ve diğer kişileri katliamın suç ortağı olmakla itham ediyor: “Dün, katliam öncesi kimi meslek örgütleri, kimi kişiler, tutsaklara tek kelime sormadan; “bir yıl erteleme”, “evet odalar olsun, ama ortak kullanım alanları da olsun” gibi, izolasyonu meşrûlaştıran, oligarşinin ıslah politikasını, devrimci düşünceleri yok etmeyi savunan, önerileri ortaya attılar. Bu doğrultuda biraraya geldiler, toplantılar yaptılar, kumpas kurdular. Tutsaklara tek kelime sormadılar. Tutsakların “yapmayın... bu yol yanlıştır” demelerine rağmen, devam ettiler. Devlet üzerinde baskı yapıp, tutsakların taleplerini savunacaklarına; Adalet Bakanlığı ile zımnen anlaşıp tutsaklar aleyhine kamuoyu oluşturup direnişi kırmak istediler. Yine uyarıldılar. “Yapmayın, bu müdahale demektir; müdahale katliam demektir...” denilmesine rağmen, devletle birlikte tutsakları kuşatıp, baskı yapıp, devletin istediği “çözümü tutsakların istemediği” görünümünü yaratıp, direnişe müdahale ortamını hazırladılar. İşte devlet bu zeminde katliam yaptı. Tutsaklara rağmen hareket eden bu örgüt ve kişiler, katliamın suç ortağıdır.” (Kaynak: www.hucre-iskencedir.com)

[9] “Hapishaneler: Zuladaki resmimiz.” Birikim, 136, s.13 (Ağustos 2000).

[10] IHV verileri.

[11] 12 insanın canına mal olan talepler şöyleydi: Duruşmalarını kaçırmamak için mahkemenin olduğu ildeki cezaevlerinde yatmak; sevklerde dayak yememek; yakınlarının cezaevi önünde dayak yememesi; görüşlerin engellenmemesi, vb. Bu taleplerin hemen hepsi daha önceki Adalet Bakanı’nın (Mehmet Ağar) genelgeleriyle iptal edilen hakların geri alınmasına yönelikti.

[12] Bu operasyonların yapıldığı yıllar, cezaevleri ve öldürülen mahkûm sayısı şöyledir: Buca (1995) 4; Umraniye (1996) 3; Diyarbakır (1999) 10; Ulucanlar (1999) 10. Ulucanlar katliamıyla ilgili TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırlamış olduğu ayrıntılı bir rapor da mevcut.

[13] Bu konuyu 1996’daki ölüm oruçlarının hemen ertesinde yazdığım bir yazıda etraflı olarak tartışmıştım: M. Paker (1996). “Şimdi utanmazsak ne zaman?” Birikim, 88, 17-26. Bu yazıdaki bir pasaj şöyleydi: “... işkence ve savaş, daha önce pek de politik olmayan insanlardaki politizasyon düzeyini oldukça arttırmıştır. Ancak bu yolla, devleti ya da kendisine saldıranı ‘düşman’, ‘güvenilmez’ olarak yeniden tanımlayıp, işkence yaşantısına bir anlam verebilmişler ve yaşadıkları travmatik stresi çözümlemeye çalışmışlardır. Bu yeniden anlamlandırma çabası, psikolojik zorlukları dindirmede oldukça etkili evrensel bir yöntemdir. Ancak bu yazının başında ‘vehamet’ diye tanımladığım şey, bireysel psikolojik zorlukları dindirirken aslında hep birlikte ödediğimiz bedelde gizlidir. O bedel de yeni düşmanlıklar, yeni kan davaları, yeni intikamlar, yeni nefretler gibi daha önce tanımladığım şiddet makinasının yapı taşlarıdır.”

[14] Cezaevi İdaresi, (Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı, 1986), Yazan: Hüseyin Turgut, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi. Bu kitabın ayrıntılı bir analizi için bkz: M. Paker (Taşdemir) (1989). ‘Türkiye’de cezaevi’, Birikim, 5.

[15] Örneğin: 1) Izmir Baro’sunun raporu, http://balder.prohosting.com/~haberci/izmirbaroftipirapor.htm ; 2) F tipi cezaevlerine ilişkin TTB ön raporu, Hekim Forumu, Ağustos 2000, Cilt:18, Sayı: 140 (http://balder.prohosting.com/~haberci/ttbonrapor.htm); 3) TBB Raporu, Toplum ve Hekim, Eylül-Ekim 2000, Cilt: 15, Sayı: 5. (http://www.ttb.org.tr/rapor/f_tipi.html). Ayrıca İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin (Human Rights Watch) konuyla ilgili raporu için bkz: http://www.hrw.org/reports/2000/turkey/index.htm#P47_869 Aynı zamanda Birikim’in Ağustos 2000, 136 nolu “Hapishaneler” özel sayısında konuyla ilgili bir çok makale yer almaktadır: T.Bora, “Hapishane rejimi: Bir seri katil zihniyeti;” C. Kaptanoğlu, “Panopticondan F Tipine tecrit;” Y. İşlegen, “F tipi cezaevleri, insan hakları, sağlık;” H.K. Elban, “Amerikan rüyasının arka sokaklarında cezaevi gerçeği ve biz;” M. Erdal, “Devletin cezaevi politikası;” E. Cinmen; “Tecrit politikası, F tipi ceza ve tutukevleri.”

[16] Mehmet Bekaroğlu, bu süreçte Adalet Bakanı’nın kendisinin de içinde bulunduğu arabulucu heyeti “aldatmış” olduğunu ifade etmektedir.

[17] “Düzenleyici/kurucu ilke” (organizing principle) kavramını Öznelliklerarası Psikanalizin kurucularından Atwood ve Storolow’dan (1984, Structures of Subjectivity, Hillsdale, NJ: The Analytic Press) uyarlıyorum. Bu ilkeler merkezî fantezi konumundaki ruhsal süreçler ve yapılardır. Kişiliğe asıl rengini verirler ve kişinin yaşadıklarını öznel olarak algılayıp anlamlandırmasını sağlarlar.

[18] “Biz birbirimize benzeriz.” O yüzden bizim demokrasimizin de “bize gore” bir demokrasi olması gerekir!

[19] Ordu-MHP pozisyonunun yalnızca bu iki kesimle sınırlı olmadığını, bütün büyük partiler tarafından da değişik derecelerde savunulduğunu, en azından hiçbir büyük siyasî çizginin paranoid pozisyona karşı tutarlıklı/bütünlüklü bir muhalefet geliştiremediğini vurgulamak gerekir.

[20] Murat Gürgen (13 Ocak 2001). “Askerin AB’ye tepkisi” Radikal.

ÇERÇEVE(34-35)

Talepler

A. F-tipi cezaevleriyle ilgili olarak:

1. F-tipi cezaevlerinin kullanımı bir toplumsal uzlaşmaya varılana kadar, Bakan Türk’ün operasyon öncesinde söz verdiği gibi, ertelenmelidir. F-tipi cezaevlerine sevk edilen mahkûmlar, af yüzünden boşalan cezaevlerine geri gönderilmelidir.

2. Yeni F-tipi cezaevleri ve eski cezaevleri, mahkûmların fiziksel, ruhsal ve sosyal sağlığını gözetecek ve insan hakları ihlallerine yer vermeyecek bir şekilde, uluslararası standartlara uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Bu düzenleme yapılırken hak ihlâlleri açısından bütün uluslararası insan hakları örgütleri tarafından sürekli ve sertçe eleştirilen ABD cezaevleri model olarak alınmamalıdır.

3. Cezaevleri yeniden düzenlenirken, TTB, TBB ve TMMOB gibi meslek örgütleriyle insan hakları örgütlerinin azami katkısı ve onayı alınmalıdır.

4. Şimdiki haliyle 1-3 mahkûmun barındığı oda/hücrelerden oluşan ve sosyal mekânlara ve sosyal mekânlarda zaman geçirmeye yer vermeyen F-tipi cezaevlerinin öteden beri eleştirildiği gibi tecrit amaçlı olduğu ve hak ihlallerinin artması için uygun bir zemin yaratacağı açıktır. Bu nedenle F-tipleri yeniden duzenlenmeli sosyal mekân ve zaman kullanımı azamiye çıkarılmalıdır.

5. Cezaevlerindeki hak ihlallerini ve sorunları sürekli izleyerek kamuoyunu ve hükümeti bilgilendirecek bir bağımsız denetim mekanizması kurulmalıdır. Bu denetim kurulunda ilgili meslek ve insan hakları örgütlerinin temsilcileri yer almalı ve yalnızca kısa bir süre öncesinden yetkililere haber vermek suretiyle uygun gördükleri cezaevlerini ziyaret edebilmeli, istedikleri mahkûmlarla görüşebilmeli ve çalışmalarının sonuçlarını raporlar halinde kamuoyuna ve hükümete açıklamalıdırlar.

Ölüm oruçları, “Hayata Dönüş” Operasyonu ve sonuçlarıyla ilgili olarak:

1. Ölüm oruçları ve cezaevlerindeki olaylar karşısında kamuoyunun haber alma özgürlüğünü engelleyen mahkeme kararları hemen kaldırılmalıdır.

2. Daha fazla ölümün olmaması için hükümet mahkûm temsilcileriyle bir araya gelip bir uzlaşma yolu bulmalıdır. Gerektiği takdirde arabulucular devreye sokulmalıdır.

3. F-tipi cezaevlerine sevk edilen mahkûmlar yakınları ve avukatlarıyla her iki taraf için de herhangi bir eziyet söz konusu olmadan düzenli olarak görüşebilmelidirler.

4. Halen F-tipinde bulunan mahkûmlara yönelik, onlarla görüşen avukatlarının ve yakınlarının bildirdiği, işkence ve taciz derhal durdurulmalı, sorumluları yargıya sevkedilmelidir.

5. Halen kayıp olduğu bildirilen mahkûmların akibetleri hükümet tarafından hemen açıklanmalıdır.

6. Operasyon sırasında yaşanmış hak ihlallerini araştıracak bağımsız bir komisyon (A-5 maddesinde anlatıldığı biçimde) oluşturulmalı ve operasyon sırasında yaşananlar açığa çıkarılmalıdır. Muhtemel hak ihlâllerinden sorumlu olanlar ve bu yönde emir verenler yargıya sevk edilmeli ve cezalandırılmalıdır. Siyasi sorumluluk sahibi olanlar en azından istifa etmelidir.

7. F-tipi cezaevleri ve şu anda bu cezaevlerinde bulunan mahkûmlar, ulusal ve uluslararası bağımsız insan hakları ve mesleki örgütler tarafından ziyaret edilip denetlenebilmelidir. Mahkûmlarin bağımsız sağlık ekiplerince tibbi muayeneden geçirilip rapor hazırlanması sağlanmalıdır.

8. TBMM İnsan Hakları Komisyonu, bir bütün olarak en azından bu komisyon üyesi FP milletvekili Mehmet Bekaroğlu gibi davranmalı ve görevini yaparak bu operasyon ve F-tiplerindeki mahkûmların durumu hakkında nesnel bir rapor hazırlamalıdır. Bu görevlerini yapmayacaklarsa geçen dönem edinmeye başladıkları ancak yeni dönem komisyon başkanı MHP’li miletvekilinin ölüm orucu yapanlar için sarfettiği “gebersinler!” tarzı hamleler nedeniyle oldukça erozyona uğramış saygınlıkları tamamen yok olacak ve bir daha kaale alınmaları mümkün olmayacaktır.

9. Ölüm orucu ya da açlık grevi yapan mahkûmların tıbbî bakımıyla ilgili, TTB’nin başından beri savunduğu uluslararası tıbbî etik standartlarına uyulmalıdır. Mahkûmun onayı olmadan hiçbir tedavi zorla yapılmamalıdır. Ölüm orucu yapan mahkûmlar operasyon öncesinde TTB’nin sağlık ekipleri tarafından muayene edilmiş ve izlemeye alınmıştır. Mahkûmların doktor tercihine saygı gösterilmeli, aynı ekiplerin ölüm orucunu sürdüren mahkûmları tıbbî yönden izlemesine izin verilmeli ve bilinç kaybı durumlarında mahkûmların tercih ettiği doktorların kararlarına uyulmalıdır. TTB aleyhine hükümet ve medya tarafından sürdürülen taciz etmeye ve karalamaya dönük demagojik kampanyaya derhal son verilmelidir.

10. Ölüm orucu ya da açlık grevi yapan mahkûmların tuz, şeker, vitamin gibi ihtiyaçları her hangi bir zorluk cıkarılmadan giderilmelidir.