I
Çocukken bir oyun oynardık! Ne zaman evde tavuk pişse, evin çocukları tavuğun lades kemiği adı verilen kemiğini ikiye ayırır ve birbirinin unutkanlığından faydalanmaya dönük bir oyun oynardı: Lades. Bu oyuna taraf olan kişiler ya birbirlerinden hiçbirşey almayacaklar veya birşey almadan önce “aklımda” diyerek, ‘oyuna gelmediklerini’ bilerek bir ilişkinin içerisine girdiklerini hatırlatacaklardı. Derken, tavuklar gittikçe bollaştı ve biz bu oyunu oynamaz olduk. Şimdi ‘aklımızda hiçbirşey yok!’ Her şeyi unutuyoruz. Suç bollaşan tavuklarda mı, yoksa kaybolan aklımızda mı, orası belli değil!
II
1986 yılıydı, Üniversite öğrencisiydim. YÖK gibi bir kurumun nasıl olup da biz, gencecik, güzel insanların geleceğini yönlendirdiğine bir türlü anlam veremiyordum ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde bu kurumun yok olacağına, bu tür bir çılgınlığın uzun sürmeyeceğine, ‘Özerk, Demokratik Üniversite İdealine’ çabucak kavuşacağımıza inanıyordum.
Yine aynı yıl YÖK üzerine bir panel izledim. Konuşmacılar arasında Yalçın Küçük de vardı. İnancımı sarsan bir konuşma yaptı. Birileri YÖK Başkanı Doğramacı’ya ‘akıllı adam,’ demişti. Küçük buna çok sinirlendi. Kısaca konuşmasında şuna benzer bir tartışmaya yer verdi: “Akıl ile kirliliği birbirine karıştırmayın! Doğramacı kapitalizmin çocuğudur ve kapitalizm kadar kirlidir. Kurduğu ilişki ağları para ile idare edilir, paranın paylaşımı üzerine oturur. Tepe Mobilya, üniversitelerin bütün ahşap donanım işlerini almakta ve Doğramacı’nın iktidarını güçlendirmektedir. YÖK para ile kurulmuştur ve o oranda da kirlidir.”
Doğramacı’nın YÖK başkanlığı yıllarında ihaleler yüzünden dekanlara baskı yaptığı iddiaları gazetelere de yansımıştır. Örneğin, İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu, 6 Mart 1998 tarihli Sabah gazetesinde Nuriye Akman ile yaptığı söyleşide Doğramacı’nın Nurettin Sözen’i bir ihalede yolsuzluğu önlemeye çalıştığı için dekanlık görevinden aldığını iddia etmektedir (Sabah gazetesi, 6 Mart 1998).
III
Prof. İhsan Doğramacı’nın 70’li yaşlarında temellerini attığı üç vakıf ve 44 şirket hızla büyüyor (Şenocaklı, 1999). Doğramacı’nın 30 yıl önce Hacettepe Üniversitesi’nin yapımını hızlandırmak için kurduğu yapı, inşaat ve mobilya şirketleri 1998 yılında 600 milyon dolar ciro yapmıştır; gelirin tümü Doğramacı’nın kurduğu vakıflar aracılığıyla Bilkent Üniversitesi için harcanmaktadır (Şenocaklı, 1999). Tepe Grubu, Bilkent Holding’e bağlı üç gruptan birisi. Bunlar, Tepe Grubu, Meteksan Kağıt Üretim Tesisleri ve Dilek İnşaat Grubu. 1998 yılı itibariyle tüm Holding cirosunun % 80’ini Tepe yapmaktadır (Şenocaklı, 1999).
Bilkent, Tepe Grubu’nun eseri. Bilkent evleri için bugün Ankara’nın en pahalı evleri dersek çok da yanlış birşey söylemiş olmayız. Bilkent, sakinlerine sadece bir evin sunabileceği lüksü sunmuyor. Yürüyüş mesafesinde Türkiye’nin en büyük spor tesislerini, konser salonlarını, kütüphanesini, alışveriş merkezlerini, sinemalarını da sunuyor. Hepsinden öte, Kızılay ve Ulus’a girmeden Eskişehir yolunda veya Çankaya, Gazi Osman Paşa hattı üzerindeki işyerinize ulaşma imkânına kavuşuyorsunuz. Ulus ve Kızılay’a girmemek sadece trafik bakımından değil, esas (son zamanlardaki moda deyimiyle) “öteki Türkiye’yi” görmemek bakımından önemli. Örneğin, bu evlerin Sakarya’da döner ekmek yerken sizden “ucundan biraz koparıp vermenizi isteyen çocukları” görmemek açısından da bir üstünlüğü vardır. Bilkent’te yaşamak bu manzarayla hiç karşılaşmadan yaşlanma şansını vermektedir sakinlerine. Yani, “ayak takımından” uzak kalabilme lüksünü.
Tepe Grubu’nun başında bulunan Ali Kantur Bilkent’i şöyle anlatıyor: “içinde sadece alışveriş merkezleri, sinemaları, konser salonları, okulları yok; fabrikaları da var … Adam işine, çocuk okuluna, kadın büyük alışverişine gidecek” (Şenocaklı, 1999). Prof. Doğramacı’nın üstün zekasının ürünü Tepe Grubu, bu ve benzeri (Bahçesehir, Ata Şehir, Ata Kent) olanakları büyük bir başarıyla Türk halkına sunmaktadır. Bu bir “beriki Türkiye” masalıdır, bu senaryoda “öteki Türkiye’ye” asla yer yoktur.
1998 yılında 100 milyon dolar ile 500 milyon dolar arasında gelir elde eden kişiler arasında İhsan Doğramacı da vardır. Doğramacı Türkiye’nin en zengin 166. kişisi olmuştur. Aynı yıl 157. sırada Özer Çiller ve 160. sırada ise Şevket Demirel bulunmaktadır (Sabah gazetesi, 19.1.1999)
IV
Üç aşağı beş yukarı bugünkü üniversite sistemi de, mimarı Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın ülkülerine sahip bir çizgiye doğru topyekûn bir ilerleme içerisindedir. Bu yol, para ve paranın dağıtım kanalları üzerinden kurulan bir imparatorluğun yarattığı iktidar düzeninin yoludur ve en küçük ölçekteki birimlere kadar nüfuz etmeyi becermiştir.
Günümüzde üniversite yapısı üç farklı ayak üzerine inşâ edilmiş görüntüsü vermektedir. Bunlar, özel üniversiteler, merkez üniversiteleri (Ankara, İstanbul, İzmir’de olup da en az 40 yıllık tarihi olan üniversiteler) ve taşra ünversiteleri. Rejimin üniversite sistemine bakışı açısından da bu üçlü dizgenin bir anlam ifade ettiği kanısındayım.
Bu yapılardan merkez üniversiteleri diye adlandırdığımız grup dışındakiler kendi kadrolarını yetiştirmekten acizdir. Sadece merkez üniversiteleri (kendi içerisinde yürüttüğü lisansüstü programlar yoluyla) kendi kadrolarını yetiştirme olanağına sahiptir. Bu anlamda (yurtdışından doktora derecesi almış akademisyenleri saymazsak) merkez üniversiteleri YÖK sisteminin besleyici damarıdır, diyebiliriz.
Merkez üniversiteleri özel ve çevre üniversitelerine her aşamada kadro aktarmakta, onların yaşamaları için gerekli olan ana damarın sürekli canlı kalmasına hizmet etmektedir. Kanımca, bugün üniversite sisteminde bu üç gruba karşı uygulanan temel politikaların farklılığı da YÖK sistemi altındaki farklılaştırılmış üniversite yapılarına dayanmaktadır. Aksi taktirde Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde yaşayan akademisyenlerin gündelik yaşamlarını bile idame ettiremeyecek düzeydeki ücret seviyelerine mahkûm edilmelerini anlamak mümkün değildir. Taşra üniversiteleri ve özel üniversiteler için koşullar gittikçe iyileştirilmeye çalışılırken merkez üniversiteleri için koşulların yalnızca “kötüleştiğini” söylemek yeterli olmaz sanıyorum; merkez üniversitelerinde her düzeyden öğretim elemanına uygulanan politikalar “caydırıcı” nitelik taşıyacak şekilde düzenlenmektedir. Salt ücret politikası değil, araştırma görevliliğini sürdürebilmek için yüksek lisans ve doktora sürelerine getirilen sınırlamalar, geçici araştırma görevliliği sürelerinin uygulanmaya konması ve doktorası bitince araştırma görevlilerinin kapının önüne konulması, doktora sonrası yardımcı doçentliğe yükseltilebilmek için getirilen bekleme süreleri v.b hep merkez ünivesitelerinde yükselme olanaklarının “caydırıcı” olarak düzenlenmek istenmesi ve akademisyenlerin taşra veya özel üniversitelere doğru kaymalarını sağlamaya yönlelik düzenlemelermiş gibi bir izlenim vermektedir.
Bu anlamda son 10 yıldır akademik dünyada emek piyasası en canlı biçimiyle kurulmuş ve akademisyenler işgücü piyasasında yoğun bir yarışa koşulmuşlardır. Genellikle herkes, bu yarışın akademisyenlik mesleğiyle bağdaşmayacağı, akademisyenliğin iş güvencesine sahip ve gelecek kaygısını çok duymayan kişilerce yürütülecek “özgür” bir etkinlik olması gerektiğini savunmakta ve bu çerçevede sisteme karşı bir tavır takınmaya çalışmaktadır. İlginç olan Türkiye’de hemen herkes YÖK sistemine karşı bir konumda kendisini tanımlarken, bu yapıya karşı yeterince güçlü bir karşı çıkış da örgütlenememektedir. Durum çok vahimdir ve sanırım, YÖK’ün yeniden üretilmesini sağlayan çevreler de doğrudan doğruya akademik çevrelerdir. YÖK sistemi bir biçimde akademisyenlerce içselleştirilmiş ve sistemin kendisini yeniden üretimi için gerekli mekanizmalar kurulmaya başlanmıştır. Başka bir biçimde hem herkesin bu sisteme karşı olup da aynı zamanda da bu sistemin bir parçası olmasını açıklamak imkânsızlaşır. Bir yandan akademik demokrasi ve özgürlük gibi açıkça içeriği tanımlanamayan bazı kavramlar çevresinde YÖK sistemine karşı bir muhalif tutum belirlenmeye çalışılırken diğer yandan da YÖK sisteminin içerisinde üretilen çıkar yapılarında daha fazla etkin olabilmek için çaba sarfedilmektedir. Bu noktada, sistemin para kazanma olanaklarının yaygınlaştırılması çerçevesinde kurulan iktidarının basit bir şemasını çıkarmak istiyorum.
Para salt yaşamak için gerekli bir araç değil, aynı zamanda da en güçlü iktidar aracıdır. Para kazanma olanağına sahip kişi ve çevreler hemen her yerde iktidarlarını güçlü bir biçimde kurmuşlardır. Bu anlamda Türkiye’deki üniversite sistemi belki de tarihinde en çok bugün paranın gücüne bağlı bir iktidarı meşrûlaştırmakta ve bu iktidarın peşine takılmaktadır. Bu aşamada tekrar üçlü üniversite yapısına dönerek bu yapının ajanlarının birbirleriyle ve para ile ilişkilerine bir göz atmak istiyorum.
Merkez üniversitelerindeki ücret seviyelerinin ve yükselme olanaklarının caydırıcı olacak şekilde düzenlendiği yargımızı ifade etmeye çalışmıştık. Bu caydırıcı nitelik merkez üniversitelerinden özel üniversitelere ve taşra üniversitelerine akademik kadro akışını sağlamakta ve özel üniversiteler ve taşra üniversiteleri için yaşamlarını sürdürebilmenin koşullarını hazırlamaktadır. Özel üniversitelerdeki ücret düzeyleri merkez üniversitelerine göre en az 2 kat daha iyidir. Ancak çalışma koşullarının birçok açıdan olumsuz olduğunu, akademik emeğin sömürüsü esasına dayandığını, pazarlık gücü olan “meşhur hocalar” dışındakilerin genellikle aşırı düzeyde çalıştırıldıklarını ve iş güvencelerinin çok düşük olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Bu anlamda bu kurumlar tam anlamıyla bir ticari kuruluş niteliğinde iş yapmaktadır. Özel üniversite işletmeciliği, üniversiteye olan talebin çok yüksek, ancak üniversiteye yerleştirilme olanağının çok düşük olduğu Türkiye’de oldukça kârlı ve riski düşük bir yatırım kapısıdır. Türkiye’de örneğin 1999 yılında 1.479.562 öğrenci üniversite sınavına girmiş ve bunların ancak 448.475’i herhangi bir üniversiteye yerleşebilmiştir (www.yok.gov.tr/yoist/oran.html). Üniversiteye girebilenlerin 180 896’sı ise açık öğretimlidir. Geriye üniversite eğitimini isteyip de kavuşamayan 1.031.087 öğrenci kalmaktadır. Bu, çok büyük bir talep seviyesidir ve özel üniversiteler için kârlı iş olanaklarını işaret etmektedir.
Diğer yandan, taşra ünivesiteleri yeni kurulan yapılar olmanın verdiği avantajla çok geniş kadroları ve iş olanaklarını ellerinin altında bulundurmaktadır. İşsizliğin bu düzeyde yüksek olduğu bir ülkede bu, gerçekten de, çok büyük bir imtiyazdır. Politik kadrolaşmalar ve iş olanakları sağlayabilme becerisi sayesinde ciddi bir iktidarı elinde tutan bu kurumlar maddi olanaklar bakımından da oldukça avantajlı görünmektedirler. Merkez üniversitesinde doktorasını bitirmiş bir akademisyen yardımcı doçentlik için en az iki yıl beklemeye, bu süre zarfında ders vermeye ve belli oranda yayın yapmaya mecbur tutulurken 300 milyon civarında maaş alabilmektedir. Taşra üniversitesinde ise aynı akademisyen (genellikle) yardımcı doçentlik için bir bekleme süresi ve yayın zorunluluğu şart koşulmadığı gibi çifte tedrisat eğitim, yardımcı doçent olmanın ve taşra üniversitesinde bulunmanın getirdiği ücret farklılıkları sayesinde 500 ile 900 milyon arasında bir ücret seviyesine ulaşabilmektedir.
Bu durumda eğer merkez, taşra ve özel üniversiteler arasındaki ilişki sistemini sıfır toplamlı bir oyun gibi düşünürsek kaybeden sadece merkez üniversitelerindeki akademisyenler gibi görünmektedir. Ama bu saptama da çok yanıltıcı olabilir. En azından oyunun sıfır toplamlı bir oyun olmadığı açıktır. Merkez üniversitelerinde bir başka mekanizma sisteme dahil olmakta ve merkez üniversite akademisyeninin sisteme pozitif bir unsur olarak eklemlenmesini sağlamaktadır: projecilik.
Akademisyenlerin çeşitli projelerde yer almaları çok yeni bir olgu olmamakla birlikte özellikle son 10 yıl içerisinde ivme kazanmıştır. Bunda YÖK’ün, rektörlük ve dekanlıkların özendirici etkinlikleri kadar merkez üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin geçim sıkıntısı içerisine düşmelerinin de önemli rolü olmuştur. Ancak sorunlu olan nokta akademisyenin para kazanma arzusunun parasızlık miktarı ile doğru orantılı olarak artmasından öte, projecilik olgusunun üniversitenin işleyişine yaptığı etkidir.
Üniversitenin para ile kurduğu ilişki çok çeşitli şekillerde gerçekleşmekle birlikte son tahlilde bugünkü üniversite iktidarının meşrûiyetine hizmet etmektedir. Üniversiteler kurdukları vakıflar aracılığıyla ticari etkinlikler yürütmekte ve üniversite yönetimleri para kazanma potansiyelleriyle orantılı bir gücü ellerinde bulundurmaktadır. Bu bir etik varoluş biçiminin yeniden kurgulanmasıdır ve fakültelerin ve bölümlerin de varlık nedenlerini yeniden düzenlemektedir. Bu çerçevede fakülteler kurs programları düzenleyerek ve yürütülen projelerden döner sermayeye aktarılan para tutarlarını arttırarak fakülte içerisinde “para kazanan” veya “fakülteye para getiren” hoca statüsünde yeni bir elit tanımlamakta ve bu elit de akademideki iktidarın yapısını yeniden biçimlendirmektedirler. Fakülte kurulları ve bölüm toplantıları proje olanaklarının tartışıldığı kurullar haline gelmeye başlamıştır. Artık, rektör ve dekanların gözünde en itibarlı hocalar proje kapma potansiyelleri en yüksek olanlar, üniversite ve fakülteye para kazandıranlardır. Bu iktidar biçimi daha alt ölçeklerde de tezahürünü bulmakta, bölüm içerisindeki kişisel iktidarlar da proje getirme ve bölüm elemanlarına iş yaratabilme potansiyeliyle ölçülür hale gelmektedir. Proje bulan kişilerle arayı hiç soğutmamak, bozuşmamak ve belirli bir saygı çerçevesinde yakınlarında olmak gerekmektedir.
Bölüm başkanlıkları proje getirme potansiyeli taşıyan kişileri bölüme transfer edebilmek için büyük bir çaba içerisindedir. Bölüm toplantılarında ders programlarının tartışılması artık çabucak geçiştirilen bir etkinliktir. Aslolan hangi projelerin peşinden koşulacağı ve bu projelerde kimin hangi koşullarda istihdam edileceğidir.
Bu hiyerarşi içerisinde araştırma görevlileri de projelerde istihdam edilecek ucuz işgücü olarak kodlanmaya çoktan hazırdır. Hattâ proje olanakları sınırlı bazı üniversite ve fakültelerde tezleri daktilo etmesi ve bölüme para kazandırması için bile araştırma görevlisi alımı söz konusu olabilmektedir. Proje yürüten hocalar araştırma görevlilerine, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine iş teklif etmekte, üniversitedeki odalar projelerden alınacak paraların pazarlığının yapıldığı emek pazarlarına dönüşmektedir.
Elbette dünyanın her yerinde projecilik yaygın bir olgudur ve projelerde para kazanan hocalar da o üniversitenin itibarlı hocaları olma eğilimindedir. Ancak dünyanın hiçbir yerinde proje peşinde koşturmak dekanlık veya bölüm başkanlıklarının görevi olarak algılanmaz. Bölümden bazı hocalar bu işleri yürütür ve bu işten kendilerine, çevresindekilere ve üniversiteye gelir sağlar. Bölümler en fazla proje yürüten hocaların ders yüklerini belli oranlarda azaltmakla uğraşır. Ancak bölümlerin ve bölüm başkanlarının aslî görevi derslerin düzgün yürütülmesi, ders programlarının ve derslerin içeriklerinin geliştirilmesidir. Bizde gelişen projecilik eğilimi ise daha babacıl yapıların üniversitede tezahürü şeklinde ortaya çıkmıştır. Projeler, dekanlıklar ve bölüm başkanlıkları eliyle takip edilmekte, bölüm başkanları bir “baba” edasıyla bölümdeki hocaların “evlerine ekmek götürmesinin” yollarını hazırlamaktadır.
Sonuç olarak bölümler, aslî faaliyetleri olan ders programlarının ve derslerin içeriğinin geliştirilmesi, sempozyum ve konferanslar gibi kamusal akademik paylaşım alanlarının arttırılması görevlerini ihmal etmektedir. Bu, başlı başına akademik faaliyetin ihmalidir. Akademik faaliyet her geçen gün daha çok bireysel bir etkinliğe dönüşmekte akademik işbirliği sadece projede işbirliği ile sınırlı hale gelmektedir.
Projecilik meraka dayalı araştırma ülküsünü yok etmektedir. Çeşitli kurumlar belirli projeleri yürütecek ekiplere ihtiyaç duymaktadır, projelerin konuları belirlenmiştir ve sizden istenen sadece teknik eleman statüsünde bu projelere emek sarfetmenizdir. Bu çerçevede sizin akademik meraklarınız vb. hiçbir anlam ifade etmemekte, akademik hayatınızdaki en önemli şey daha önce yer aldığınız projelerin listesi haline dönüşmektedir. Zaten proje yürütecek akademisyenin de gece gündüz uykusunu kaçıran akademik bir derdinin olmaması en doğrusudur. Aksi takdirde projede başarılı olamaz. En iyisi her konudan biraz anlaması ve gerekli her alanda istihdam edilebilecek esnek bir emek konumunda bulunmasıdır.
Bu anlamda akademi “dertsiz tasasız bir kuruma” dönüşmektedir. Meraka dayalı araştırmanın yerini açılan proje ihalelerini takibe dayalı araştırmacılık almaktadır.
Ancak belki de en büyük tahribat üniversite eğitimi ve öğrenci yetiştirme politikalarında ortaya çıkmaktadır. Projeler akademisyenin hemen hemen bütün zamanını almakta, akademisyen akademik ilgilerine uygun bir biçimde okuma ve kendini geliştirme olanağından mahrûm kalmaktadır. Diğer yandan akademisyen ders de vermek zorundadır. Özgür iradesiyle akademik merakları doğrultusunda dersinin içeriğini geliştiremediği için zaman içerisinde dersinin içeriğini etkileyen tek unsur projelerde yaptığı işler yoluyla elde ettiği bilgiler haline dönüşmektedir. Projeler asla saf değildir. Konuları ve çıkan sonuçlar açısından belirli ideolojileri işlemektedir. Sosyal bilimler alanında en çok proje yaptıran kurumun Dünya Bankası olduğu düşünülürse, bir biçimde Türkiye’deki en iyi akademisyenlerin emeğinin Dünya Bankası’nın emrinde kullanıldığı açıktır. Zamanla bu kişilerin dersleri de Dünya Bankası’nın ideolojik çerçevesine yaklaşmakta ve Dünya Bankası’nın ideolojisi akademideki eğitim ve öğretimin içeriğini belirlemektedir.
Safiyane bir biçimde maddi durumunu biraz düzeltmek için projeciliğe bulaşan akademik çevreler hiç farkında olmadan küresel ideolojiyi Türk üniversitelerine taşıyan ve Türkiye’nin elitlerini, Dünya Bankası ve küreselleşme ideoloji çerçevesinde yetiştiren unsurlara dönüşmektedirler. Dünya Bankası yürüttüğü projeler yoluyla Türkiye’de üniversite programları ve hattâ Türk entellektüel yaşamı üzerinde bir etkide bulunma şansına ulaşmaktadır.
V
Akıl süreçleri her yöne uçabilen çılgın bir kuştur. Aklın meşrûiyetini sorgulamak belki de bir öznenin yapabileceği en değerli şeylerden birisidir; etik ve ideoloji gerektirir.
Akademik etkinlik hâlâ keşişvari bir etkinliktir. Akademisyen kendini özgür sorulmuş sorularda ve meraka dayalı bir araştırma etkinliğinde yaratabilir. Projecilik akademide sadece akademisyenin meraka dayalı araştırma gücünü ve işlevsiz bilgi üretme lüksünü yok etmekle kalmamakta aynı zamanda onun kendi meşrûiyetini sorgulama potansiyelini köreltmesine yol açmaktadır.
Akademi geleceğin kurulmasına hizmet eder ama bunu salt bilgi üreterek yapmaz, toplum yaşamına renkli taşlar fırlatır. Bu da geleceğin bugünkünden farklı olmasına hizmet eden anlamlı bir etkinliktir. Günümüzde hiç kimsenin Türkiye’nin bugününden hoşnut olduğunu iddia edebileceğini sanmıyorum. Bilinçli veya bilinçsiz olarak bugünkü meşrûiyetin içerisinde sıkışan akademisyen Türkiye’nin geleceğine ihanet etmektedir.
Akman, Nuriye (6 Mart 1998), “Nuriye Akman Haftanin Sohbeti”, Sabah gazetesi.
Şenocaklı, Mine (6 Ocak 1999), “Eğitimde “Tepe” Noktası,” Sabah gazetesi.
Sabah gazetesi (19 Ocak 1999), “En Zengin 100 Türk,” Ekonomi haberleri sayfası. www.yok.gov.tr/yoist/oran.html.