Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres Euronews’te yer alan bir mülakatında; “yaşanan göçmen krizinin Avrupa’yı felakete sürükleyebileceğini” iddia etti. Bu noktada, yaşanan bu krizin felaketle sonuçlanmasını önlemenin entegrasyon politikalarında kazanılacak başarıyla doğru orantılı olduğu iddia edilebilir. Ancak bu durum bugüne kadar Avrupa’nın tam anlamıyla başarabildiği bir husus olmadı. Belki de problemin esası yapısal birtakım engellerde aranabilir. Bir yanda yabancıları görmek istemeyen, onlara daha fazla tahammül edemeyen zenofobik ve aşırı sağ gruplar, öte yandan yıllardır Avrupa ülkelerinde yaşayıp entegrasyona inatla direnen, kendisinin değil, Avrupa’nın kendilerine uyarlanmasını bekleyen bazı göçmen grupları. Toplumsal ayrışmanın cisimleşmiş halini ifade eden bu durumun Avro bölgesinde derinleşecek ekonomik krizle birlikte AB yurttaşları ile yabacılar arasında bu kez toplumsal kutuplaşma yönünde evrilmesi pekala bir ihtimal olarak sayılabilir. Göç teorilerinde geçen temel önermelerden birisidir; "göç hareketlerinde insanlarla birlikte kültürler de taşınır". Kültür kelimesini her tür alışkanlık, gelenek, inanç, kimlik, ideolojilerle doldurmak mümkün. Avrupa'ya iltica eden bu insanlar kalplerinde anlatılmayı bekleyen sayısız acıyla birlikte Avrupa'da huzuru bulacaklarına ilişkin biraz da ütopik sayılabilecek bir umutla gidiyorlar. Geçen süreyle birlikte bunun hayal kırıklığıyla sonuçlanması muhtemel bir durumdur.
En genel tanımıyla tıplaştırma, çoğunlukla sosyal içerikli problemleri veya insanın yaşam döngüsüne ait doğal süreçleri (gebelik, doğum, menopoz, yaşlılık gibi) tıbbi sorunlar olarak değerlendirip bunları tıbbi müdahale gerektiren durumlar olarak tanımlamaktır.[4] Yaşamın tıplaştırılması, tüm bu sosyal ve doğal olaylar üzerinde medikal otoriteyi güçlendirir. Bu otorite ve yargı yetkisi, tek başına doktora veya hastaneye ait değildir; otorite ilaç şirketleri, devlet bürokrasisi, araştırma görevlileri gibi değişik aktörlerle paylaşılır. Bu anlamda karşımızda ciddi bir şekilde örgütlenmiş bir tıp oligarşisi söz konusudur. Sağlıkta mesleki tekelciliğin ve bilimciliğin eleştirisini yapan Ivan Illich, yaşamın tıplaştırılması sürecinde hastanelere, ilaç tedavisine ve uzmanlaşmış bir sağlık ekibine dayanan profesyonel sağlık sistemlerini 3 nedenden dolayı hasta edici bulur: Klinik zararları verdiği yarardan fazla olduğu, toplumu sağlıksız kılan koşullarla savaşmak yerine bunların üzerini örttüğü ve kişinin kendi kendini iyileştirme ve çevresini biçimlendirme gücünü elinden aldığı için. Hasta olup yardıma ve ilgiye ihtiyacı olan insanın en çok ihtiyaç duyacağı şey “güvenilir” bir otoritenin kendisine yol göstermesidir. Bu anlamda modern okul tıbbı, yarattığı kontrol sistemiyle insanların güvenlik ihtiyacına cevap vermektedir. Sağlık, siyasetin en saldırgan ve bedenimize direkt etkileri olan bir alan olmasına rağmen Türkiye’de sağlık siyaseti en az konuşulan, üzerine en az kafa yorulan alanlardan.
Kurban meselesi hayvan hakları savunucuları için zorlu bir konu –hangisi değil ki–; burada din/inanç alanına giriyorsunuz ki, hani her türden muhafazakârın bir dokunulmazlık kalkanı gibi sıkça önünüze sürdüğü “yüzde 99’u Müslüman ülke” deyimini kurban meselesinde bütün gerçekliği ile karşınızda görebiliyorsunuz. Kurban, insanlık tarihi kadar eski bir gelenek, birçok din ve inançta var. Toplumsal hayatın bir parçası olmuş, sahip olduğu birçok mananın yanında bir toplumsal dayanışma işlevini de yerine getirmiş. İnsanın da kurban edildiği bir geçmiş var, kaybolan birçok kültür ile birlikte çok yerde unutulup gitmiş. İslâm dininde ise kurban geleneği güçlü bir biçimde sürüyor. Ancak fıkıhta tartışmalı bir konu olagelmiş, farz, diyenler var, sünnet diyenler var. Mezheplerin de bu konudaki yaklaşımları farklı. Kurban kesmeyen sahabelerin olduğunu, Hz. Ömer ve Ebubekir'in kurban kesmediklerini rivayet edenler var. Türkiye'deki duruma gelince konu biraz daha farklılık arzediyor. Cumhuriyet rejimi dini kontrol altına almaya çalıştığı “laiklik” sürecinde, ibadetlere müdahalelerde bulunurken, kurban ile pek derdi olmamış. Bunda kurban derilerinin “istikbal” olarak görülen Tayyare Cemiyeti (sonraları Türk Hava Kurumu) için bir gelir kaynağı oluşturması mı etkili olmuştur, yoksa kurbanın sadece dine özgü olmayıp, resmî tarihin kendine yaratmaya çalıştığı “geçmiş” içinde yer alıyor olması mı bilinmez
Bu belirsizlik içerisinde Türkiye’de bir gelecek hayali kuramayan birçokları Avrupa’ya geçmeye çalışıyor. Bu kişiler sadece Türkiye’de yaşamakta olan Suriye vatandaşları da değil. Yıllardır bir geçiş ülkesi olan Türkiye’de insan kaçakçılarının faaliyet alanı her geçen gün genişlemekte. Sınırlara çekilen teller ya da örülen duvarlar devletlerin öngördüğü gibi insanların hareketliliğini durdurmuyor, ama insanları daha da savunmasız halde bırakıyor. Sonuçta Esad rejiminden, IŞİD’den ve/veya Türkiye’deki zor koşullardan kurtulmak için insan kaçakçılarının ağına düşen insanlardan bahsediyoruz. Bugünlerde bu insanların birçoğu yürüyerek sınırı geçmek için Edirne il sınırları dışında ya da Avrupa’ya otobüs bileti almak için İstanbul Otogarı’nda bekliyorlar. Ne yapmak gerek sorusunun cevabı basit değil. Avrupa içinde serbest dolaşımı sağlayan ve imzası bulunan ülkeler arasında yıllardır yürürlükte olan Schengen Anlaşması’nın uygulaması bile kısıtlanmışken, sınırların serbest geçişe tamamen açılmasını beklemek saf bir tutum sergileyebilir. Öte yandan bu insanların gitmek istedikleri ülkelere sığınma başvurusu yapabilmelerini sağlayan bir mekanizma kurmak mümkün. Bunun için sadece uluslararası değil, ulus ötesi ağların da içinde bulunduğu bir işbirliği alanı yaratılabilir. Devletlerin, uluslararası örgütlerin ve sivil toplumun birlikte çalışacağı bir ortam için öncelikle devletlerin insan hareketliliğini bir güvenlik sorunu olarak değil, insan hakkı olarak görmeye başlaması ve farklı bileşenler ile şeffaf ilişkiler geliştirmesi gerekli.
Kürt halkıyla sorunumuz yok ama Kurdistan Cumhuriyeti bize açıkça faşizm uyguluyor. Öncelikle devlet, dilimiz üzerindeki baskıları ve yasaklamaları kaldırmalıdır. Anadilde Türkçe eğitimin ülkeye böleceği korkuları çok anlamsız. Hindistan’da onlarca resmi dil kullanılıyor. Hem sadece Türkçe değil, Ermenice, Lazca, Çerkesçe, Arapça eğitim veren kurumların da olması gerekir. Haftada bir saatlik seçmeli dersle olacak iş değil. Onu da okul müdürleri engelliyor. Faşizme demokratik eğitimle son verebiliriz. Ben yeşil sarı kırmızı bayrağa karşı değilim ama her sınıfta, her kitapta, her dalda, her dağda bayrak saçmalığına son vermek gerekir. Tamam, kurucu önderimizdir, büyük liderdir, yüce komutandır Pîrêkürt. Ama her yere resmini asarak sevdiremezsiniz. Pîrêkürt’ün Türk halkının haklarını verin mektuplarını bilinçli olarak Kürt halkından saklanıyor. Anılarında, bu ülke Kürtlerin ve Türklerin ortak vatanıdır, dediğini inkâr edemezsiniz. Türkçe müziği yasaklayarak Kürtçeyi sevdiremezsiniz. Yıllarca Muharrem Ertaş’ı, Çekiç Ali’yi, Âşık Veysel’i yasakladılar. Kasetlerini bahçelerimize gömerdik. Ev baskınlarında bir Türkçe kaset ve kitap için binlerce insanımız katledildi. Neşet Ertaş’ı ülkeden sürdüler. Neden mi! Magazin gazeteciler ödül töreninde, “Türkçe türkü okumak ve klip çekmek istiyorum” dediği için! Yüzlerce Kürtçe şarkı ve klamdan sonra bir Türkçe türkü söyletmediler merhuma. Vatan hasretiyle senesini tamamlamadan sürgünde vefat etti.
Sömürgecilik dünyanın her yerinde bu tarz bir öznellik üretir. Benzer bir şekilde Fransız da Cezayir için en iyi olanı bilir, onun için duygulanır, onun için üzülür, onun için sevinir; İngiliz de Hindistan için. Ne çok İngiliz entelektüeli vardır, iki haftalığına gittiği Hindistan’a dair koca koca kitaplar yazan. Fanon, sömürgeleştirilenin ilk öğrendiği şey, yerini bilmektir der; belirli sınırların dışına çıkmamaktır. Sömürgeleştirilen, yoksuldur, mazlumdur, sessizdir, ezilmiştir ve öyle kalmalıdır. Sömürgeleştirilen, hem kendisine şiddet uygulanandır, hem de acınan, yardım edilmek istenendir. Sömürgeleştirilen, cahil, mazlum ve ezilmiş olduğu için, sömürgeci ülkenin esas vatandaşları, zeki, eğitimli, mağrur ve yardımseverdir. Fanon’a göre sömürgeleştirilenin silahlı mücadelesi, sömürgeleştirilene egemen tarafından açılan yeri, ona uygun görülen öznelliği parçalar. Bugün Kürtler parçalanıp, öldürülürken, coğrafyaları kelimenin birçok anlamıyla yangın yerine dönmüşken, olanı iki tarafın savaşı olarak görmek, ses çıkaran, kendini savunan Kürtlere “silahı bırak, şiddet iyi değildir” demek çok bilmişliktir. Bu ülkede, uzunca bir süredir, şiddetin ne olduğunu, ne yaptığını, ne anlama geldiğini en iyi Kürt coğrafyasında yaşayanlar biliyor. Deneyimleriyle, ruhlarıyla, bedenleriyle biliyorlar... Barış silahların susmasıyla gelmeyecek... Barış, çok kitap okumuş, ama hiç bir zaman “kendime güvenimin ne kadarını Türkiye’deki Kürt tahayyülüne borçluyum?” diye kendisine sormak aklına gelmemiş Türk entelektüeli ve solcularının, Kürtlere ne yapmaları gerektiğini söylemeleriyle de gelmeyecek.
Son yıllarda bu türden yazılar yazdığımda, en yakınlarımdan bile çok olumsuz tepkiler alıyorum. Türklüğü ve Türkleri aşağıladığım söyleniyor, “Türklerin bu kadar kötü olduğunu da senden öğrendik” veya “Kürtler çok mu iyi sanki” gibi tepkiler veriliyor. Oysa kanımca bu, kimin iyi kimin kötü olduğu meselesi değil. Çok iyi, çok dürüst, çok sevdiğimiz insanlar farklı Türklük performansları sergileyebilir (örneğin Alex Türkiye’de hangi takımı tutarlarsa tutsunlar futbolseverler tarafından sevilen bir futbolcuydu, çünkü rakibine saygı duyuyordu). Kritik nokta, iyiliğin ve kötülüğün kimlere yapılacağıyla ilgili. Türklük Sözleşmesi’nin alt bileşenlerinden biri Ahlak Sözleşmesi. Buna göre, Türklük Sözleşmesi’nin içine girmeyenlere karşı yapılan kötülükler olağanlaşabiliyor ve meşrulaşabiliyor, o kişilerin başına gelen kötülüklere dair yoğun bir duyarsızlık ve ilgisizlik oluşabiliyor. Parti binalarını yakan, Kürtleri linç etmeye çalışan ya da Çay’a Atatürk’ü öptürerek zoraki bir performans sergileten kişi kötülük yaptığını düşünmüyor, hatta en büyük iyiliği gerçekleştirdiğini, çünkü Dağlıca’da ölen –ve gerçekten de zırhlı aracın yanında yatan cansız bedenini gören hiç kimsenin kötü demeyeceği- Türk askerinin intikamını aldığını düşünüyor. Bu arada, o Türk dünyasının bir parçası olduğunu gösteriyor, çevresiyle daha sağlam bir dayanışma duygusuyla hayatına devam ediyor, çevresi tarafından daha fazla sevilip sayılıyor ve kollanıyor. Aşağıdaki kötülüğün üst sınırını ise yukarıdaki devlet belirliyor.
Tüm bu sebeplerin dışında, başka ve yeni bir mülteci grup daha var. Türkiye’yi batıya geçişte “transit ülke” olarak kullanan bu insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Suriye’de ki çatışmalı süreç boyunca Türkiye’ye gelmeyen, daha çok Suriye içerisinde kalan ve güneydeki Lübnan, Ürdün gibi ülkelerde mülteci hayatı süren bu insanlar, Türkiye’den geçişlerin kolay olduğu duyumuyla, sınırlardan geçip, batı illerine gitmekte ve buradan Avrupa’ya geçmeye çalışmaktalar. Bugün gördüğümüz mültecilerin cansız bedenleri işte bu duygularla ve daha nice etmen sebebiyle yola çıkmış insanlara ait. Evet büyük ölçüde bunun sorumlusu tabi ki bizi yönetenler, devlet - hükümet politikaları ve kadim çıkarlar. Batılı ülkelerin içerisinde bir kesimin, Suriye meselesini, tıpkı Afganistan meselesinde olduğu gibi dünyada ki fanatiklerin toplanıp birbirini öldürdüğü, kendi ülkelerinde ki radikalleri buralara gönderdiği gerçeğini bir kenara koyarsak, Batılılar ve bu alanda çalışan BM gibi uluslararası örgütler Suriyeli mülteciler konusunda Türkiye hükümeti bizim elimizi kolumuzu bağlıyor, bahanesi arkasına sığına dursunlar, aslında pek de çaba sarf etmediler. Mülteci çocukların eğitimi, mültecilerin barınma, iş ve yardımlar konusunda hükümeti zorlayabilecekken, Türkiye’ye gönderdikleri Sivil Toplum Kurumlarıyla, çoğunlukla, projecilik oynamayı sürdürmekteler. Suriye’de ve çatışmaların olduğu ülkelerde yüz binlerce insan öldürülmekte, bu çatışmalarda yaşamını yitiren çocukların kişisel öyküleri ve ölü bedenleri yüreği olan her insanın vicdanını sızlatmalı! ama kişisel öykülerin dramatikliği gerçek sorunların üzerini örtmeye başlar ve gerçeği gizlerse ki "gösteri toplumu" olarak adlandırdığımız bu günkü toplumun algıları, büyük ölçüde...
Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) AKP taarruzuna maruz kalan bölgelerde özerklik ilanı, siyasal bir partinin siyasal eylemi olarak anlaşılmalı, yani olduğu gibi. Kürtlere (ve dolayısıyla bütün Türkiye halklarına) bir yandan siyasal alanda mücadele etme olanaklarının mevcut olduğu söylenirken, bir yandan da siyasal sözlerinin ‘PKK uzantısı’ olduğu, 'asıl niyet’in başka olduğu söylenerek, siyasal söz siyasetin dışına atılıyor; siyasete özerk bir alan tanınmamış oluyor. Bu, hakimiyetin siyaseti, sınırlarını her an belirleyerek inşa etme biçimi. Demokratik özerklik, yeni bir toplumsal sözleşme, yani toplumun ve siyasetin yeniden şekillenmesi, hatta bizzat restorasyonu olarak anlaşılmalı. Demokrasiyi ‘milli irade’nin tecellisi olarak seçimlerle sınırlayan AKP iktidarı anayasal rejimi siyasal alanın dışında, fiili Devlet Başkanı'nın ve bürokratik-teknokratik sınıfın kararlarıyla değiştirirken, kamusal alan AKP denetimindeki devlet mekanizması ile PKK arasındaki silahlı çatışma etrafında bir kez daha kutuplaşmış, askerileşmiş oldu. DBP’nin programının, siyasal iddiasının özünü oluşturan bir siyasal talebi ‘gayrı nizami harp’ şartlarında öne sürmesi ne anlama geldiğini siyasetin kendi mantığı, özerkliği çerçevesinde tartışmak elzem. Demokratik Toplum Kongresi, Temmuz 2011’de demokratik özerklik talebini şöyle açıklamıştı: ‘Demokratik Özerklik; sınırların, sembollerin değişmesini değil, ortak sınırlar içerisinde bölge halklarının değerlerinin kabul edilip, ortak değerlerde buluşulan yeni toplumsal sözleşmenin kendisidir. Bu esaslar temelinde; yukarıda ifade edilen tarihsel 
Rahman’ın konuşmasından birkaç gün sonra başkent Duşanbe’de kadınlar için İslami tesettür tarzında elbiseler satan mağazalar resmi bir açıklama yapılmadan kapatılmıştır. Ayrıca Duşanbe valisi tarafından, devlet memurlarını Tacik kadınları arasında “hurafeleri ve aşırıcılığı engellemek için bilinçlendirme çalışmaları yapmak”la görevlendiren bir karar çıkarılmıştır. Bu kararla öngörülen uygulama ironik bir biçimde İran’daki ahlak polisliğini andırmaktadır. Zira İran’da da özellikle yaz aylarında “toplumu irşat etmek” adı altında çalışmalar düzenlenmekte ve özellikle kadınların giydiklerine ulusal & bölgesel kimlikler biçilmektedir. Son olarak 27 Mart’ta ülkenin kuzeyinde bulunan ve ekonomik açıdan en gelişmiş bölgesi olan Soghd eyaletinin Khojand şehrinin valisi, Nevruz Bayramı nedeniyle düzenlenen bir konuşmada “Kadınlar Afgan ve İran giysilerini değil, Tacik ulusal giysilerini giysinler” demiştir. Bu söylemde tesettürün, örneğin Arap giyimi olarak değil de “Afgan ve İran giysileri” olarak tanımlanmasının sebebi, Tacikleri aslında aynı dili yani Farsça’yı konuştukları Afganlar ve İranlılardan ayrı tutmanın, ulus tahayyülünü pekiştirmek açısından daha kritik olmasıdır. Khojand valisinin, tıpkı İmamali Rahman gibi, savunduğu “Tacik ulusal giysisi”nden fersah fersah uzak olan Batı tarzı kravat ve takım elbiseyle boy göstermesi, haberin yayınlandığı Radio Ozodi’de yorumlar yapan Tacik internet kullanıcıları arasında eleştiri ve alay konusu oldu. Ancak asıl sorgulanması gerekene, yani Ortadoğu’da son yüz yıldır örneklerini defalarca gördüğümüz üzere, erkeklerin “ulusal çıkar” adına kadınlara nasıl giyinmeleri gerektiğini birer siyasi proje olarak dayatmalarının ne gibi toplumsal sorunlar yarattığına değinen -şimdilik- yok.
Türkiye’de Suruç katliamında 33 kişinin IŞİD üyesi tarafından katledilmesi savaşın tekrar başladığı nokta olarak gösterilmektedir. Ancak içine çekilmekte olduğumuz savaşın asıl hedefi Türkiye’deki Kürt hareketi ve Rojava Devrimi’dir. AKP’nin HDP ile sürmekte olan siyasal rekabetini, askeri çatışma düzlemine taşıma çabasıdır. Emperyalistlerin Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmek üzere IŞİD ve El Nusra üzerinden yürütülmekte olan “vekalet savaşı”nın, Türkiye-Irak coğrafyasına kaymasıdır. Bölge devletleri arasındaki rekabet ve ittifaklar bir başka önemli siyasal dinamik kalemini oluşturur. Bu çerçevede Türkiye, Katar, Suudi Arabistan bloğunun dağılması ve İran’ın artan bölgesel ağırlığı özellikle önemlidir. Siyasal dinamikler derinleşmekte ve yaygınlaşmakta olan savaş ve “topyekün iç savaş” durumuna bu derece müsaitken barışın da belli potansiyel dinamikleri mevcuttur. Türkiye kamuoyu bir barış süreci başlangıcının ardından yeniden bir çatışma dönemine girilmesine büyük oranda karşı çıkıyor. Medyanın bütün kışkırtmalarına rağmen şehit cenazelerinde yükselen protestolar ve Barış Bloku gibi oluşumlar AKP’nin bu savaşı sürdürmesini olanaksız kılabilir. Savaş insanlar üzerinde onarılması çok zor/imkânsız tahribatlar yaratır. Sağlıklı insan ve dolayısıyla sağlıklı toplum politik, sosyal, kültürel, ekolojik ortamdan ayrı düşünülemez. Savaş tüm bunlara zarar veren ve çok geniş kitleleri etkileyen bir olgudur. Savaşların ölüm ve yaralanmalar gibi doğrudan sonuçlarının yanı sıra dolaylı etkileri daha uzun sürelere yayılan daha ölümcül sonuçlara yol açmaktadır. Savaş demek aslında doğrudan zorunlu göç, kadına yönelik şiddet-taciz-tecavüz, ekolojik tahribat, barınma-beslenme-eğitim gibi temel insani haklardan mahrum kalma, işkence, travma demektir.
Şunlar bir de: “Şuurdışı olarak bilinen bir durumun insanı rahatsız etmemesi” mesela. Bilinçdışı zaten bilinçdışıdır çünkü. Bildiğimizi bilmediğimiz bilginin yeri; o yüzden bilinçdışı yani. Yani bilincin dışında kalan ama ruhun içinde olmaya devam eden özerklik alanı. “Bilmiyor” olmamıza rağmen bizi güdüleyen temel güç. “Rahatsızlık” veren şey, acısını duyduğumuz ve şikayet ettiğimiz şey (ve ama aynı zamanda –paradoksal bir biçimde– bir tür tatmin sağladığımız şey) sadece semptomdur. Ya da; “psikanalize göre her ilişkinin cinsel bir ilişki” olması saçmalığı, ve üstüne bir de cinselin genitalle eşdeğer görülmesi; genitale, aralarında açık bir hiyerarşi olduğu varsayılan genital uzuvlara ve onların işlevlerine indirgenmesi, örneğin. Burada bir yandan da, psikanalize yöneltilen yüzeysel bir eleştirinin (meşhur “her şeyi seksüalize ettiği” eleştirisi), sanki psikanalizin kendi iddiasıymış gibi anlaşılmış olması da yok mu? Psikanalizin cinselliği, cinseli varlığın temel/radikal ontolojik açmazının kavramı olarak, esasen bir dürtü olarak kavramasıyla (Nitekim, “Bilinçdışının gerçekliği cinsel gerçekliktir” denecektir mesela) yan yana koyduğumuzda, bütün bu çarpıtma ve yanlış anlamaların nasıl bir motivasyonun ve fantezi dünyasının ürünü olduğunu bilemedim. Yazarın kadınlık ve erkekliğe ilişkin tasavvuru; “(köle, teslimiyetçi) kadın ve (efendi, baskın) erkek vaziyeti” tarifi de gelip aynı soruya –mecburen- dayanmıyor mu: Tüm bunları mümkün kılan nasıl bir fantezi dünyasıdır? Ve nihayet, bütün bunların sonucu olarak; yani her türlü dayanak, bağlam, ilgi ve gerekçeden yoksun bir pornografiye referansla bir siyasi partiye giydirmek isterken tüm insan ilişkilerinin
Savaşı başlatan şey hükümetin çözüm projesinden yoksun oluşudur. Samimi ve gerçek anlamda hükümetin Kürt sorununa ilişkin bir çözüm projesi olmadı. Sadece Kürt sorununa ilişkin değil, başka sorunlara ilişkin de yoktu. Aleviler silahlı mücadele vermiyorlar, peki sorunları çözüldü mü? 12 Eylül’le yüzleşildi mi? ‘90’lardaki faili meçhul cinayetler açığa çıkartılabildi mi? 13 yıllık AKP hükümeti buralarda sınıfta kaldı. Sadece kalmadı, ‘90’lardaki cinayet dosyaları zaman aşımından bir bir üstü kapatılıp düşürüldü. Özgürlükler söz konusu olduğunda, Kürt sorunu söz konusu olduğunda hiçbir yasa çıkaramayan hükümet, anti-demokratik dediğimiz “Güvenlik paketi” gibi yasaları çıkartabilmiştir. Hapishanelerde ölümcül hasta durumundaki mahpusları tahliye edemeyen bir hükümet, yüz yıllık devasa bir sorunu çözemezdi. Elindeki hasta mahpusu çıkartamayanlar, dağdaki PKK’liyi hiçbir şekilde indiremezdi. Gezi’de İstanbulluyu gaza boğanlar, Diyarbakır’a özgürlük veremezdi. Bunlar hep bir özgürlük projesi gerektiren şeylerdir. İnsan şöyle bir şey düşünmüyor da değil, AKP’den AKP’de olmayan bir şeyi isteyerek acaba haksızlık mı yaptık. Ateşkes süresi boyunca beni hayretlere düşüren şey ise maaşlı uzmanların iyimserlikleriydi. İnsan bu uzmanları okuyup dinleyince sanıyordu ki savaş sona eriyor, barış geliyor. Oysa yukarıda aktardığım somut verilere bakılırsa bize doğru yaklaşan şeyin barış değil savaş olduğu gerçeğiydi. Sanıyorum bu sürecin en öğretici yanlarından biri de eğer bir gün gerçek anlamda barış gelecek olursa öncelikle bu uzmanlardan kurtulmamız gerekir.
Başlığından da anlaşılacağı üzere söz konusu yazımda özetle etoburlukla hayvan hakları savunuculuğunun bağdaşmadığını, hayvan haklarına dair tutarlı bir duruşun vejetaryenizmi, ve hatta veganizmi gerektirdiğini söylemiştim. Bu malumu beyan kabilinden tespitin aslında hiç de öyle olmadığını özellikle sosyal medyadaki gözlemlerim sonucu anlayınca yazma gereği duymuştum o kısa deginiyi. Başkent çok uzun süredir vejetaryen/vegan biri olarak bu çelişkinin kendisini yadsımıyor ve fakat yazımı çelişkileri kucaklamak yerine dışlayan, dogmatik, kendi tabiriyle “mantıkçı muhafazarlık”tan muzdarip bir tavır takındığı için eleştiriyor. Ve kendisi öyle demiyor ama sanırım benim tutumumu, Richard Dawkins ve Christopher Hitchens gibilerinin ateizm/din mevzuunda sergiledikleri türden indirgemeci yaklaşıma benzetiyor. Sözkonusu yazımın üslubunun didaktik olduğunu teslim etmekle birlikte Başkent’in bir çelişkiyi tespit etmeyi niye çelişkisiz bir dünyayı arzulamak, dayatmakla bir tuttuğunu anlamış değilim. Nitekim ortada (etoburlukla hayvan hakları savunuculuğu arasında) bir çelişki olduğunu Başkent de inkar ediyor değil zaten. Mesele o çelişkinin bilgisinin hayatımıza ve siyasetimize nasıl yansıyacağı, onu nasıl yönlendireceği. Ve ben bu çelişkiden, Başkent’in bana atfettiği türden Manikyan bir siyasi sonuç çıkartmış değilim. Zira balık için su ne ise (siyasi özne olarak) insan için de çelişki o.
‘7 Haziran Genel Seçimleri’nin en temel ve belirleyici sonucu, Halkların Demokratik Partisi’nin, 12 Eylül Rejimi’nin Kürtlerin -Meclis’te temsilinin- önünü kesmek için –bilhassa– koyduğu ‘baraj’ı aşması oldu. Ortaya çıkan sonuç, Kürtlerin, -anayasal engeli aşarak- ‘parti’ düzeyinde temsil hakkı kazanmalarının da ötesinde idi. Zira, HDP, ‘Türkiyelileşme’ hattında ilerlemiş, o ilerleyişi, ‘farklılıkların eşitliği’ temelinde, ‘Yeni (bir) Yaşam’ vaadi ile de buluşturmuştu. 12 Eylül’le birlikte otuz küsur yıldır mürüvveti sürdürülen, ‘Türklük/Müslümanlık’ temelinde yeniden tahkim edilmiş (‘Türk-İslam Sentezi’!) ‘Cumhuriyet’ için büyük bir tehditti bu. Tehdidi büyüten, ‘barış ve çözüm’ süreci olmuştu –masaların devrilişi, karanlık güçlerin (‘Ergenekoncu’ zihniyetin) devreye girişi, umudun savaşa bağlanışı ondandı. Savaşın, -‘şahsi’ siyasi hırsların/kaygıların da üstünü örtecek denli- ‘millî mutabakat’ ruhu içinde geniş bir çevre tarafından sahiplenilişi de ondan. Akçam, andığım çalışmasında şöyle diyordu: “Ermenilere karşı uygulanan politika kendi başına, salt onlara karşı gündeme getirilmiş değildi ve Anadolu’nun etnik-dinsel yapısının yeniden düzenlenmesi olarak tanımlanabilecek daha genel bir politikanın bir parçası olarak uygulanmaya konmuştu”. (13) Dayattıkları ‘reform’ talepleri ile başa ‘dert’ olan Ermeniler, yarattıkları sorunlarla birlikte ‘tamamen’ ve ‘esastan’ halledilmişlerdi. ‘Milli mutabakat’ın belirleyiciliğini tasfiye edecek, yeni bir ‘toplumsal sözleşme’ ve ‘demokratik bir cumhuriyet’ talebi ile yükselen dalga nasıl halledilecekti peki?