Ben senin ölümünde, kaldırımda öylece kalakalışında sadece senin ölümünü değil, asla unutulmaması gereken bir şeyler de görüyorum İbrahim. O yüzden seni bunca sahiplenmem. Adın nedense pek anılmıyor ama bana kalırsa, bir tür “yabancı” olarak yaşadığın bu toprakların günün birinde çocukların sokak ortasında pervasızca öldürülmediği bir yere dönüşme ihtimali mücadelesinin sembollerinden biri oldun bile. İbrahim, aziz kardeşim, İncil, adaşın için, “İbrahim yüz yetmiş beş yıl yaşadı” diyor ya, sen ancak 15 yıl yaşayabildin! Müsaade etmediler daha fazlasına. Öldürüldüğünde üzerinde Galatasaray forması vardı ya hani, takımının şampiyon olduğunu göremedin mesela. Ya da seçim sonuçlarını mesela. Ya da, ya da, ya da… Böyle uzayıp gidiyor liste, daha da uzayacak. 15 yaşında kalacaksın çünkü sen hep kardeşim. Yaşasaydın, seninle tanışma ihtimalimizin az olduğunun farkındayım. Hatta tanışsaydık belki de birbirimizden hiç hoşlanmazdık. Ama işte bu topraklar birbiriyle tanışmayan o kadar çok insanı birbiriyle kardeş yapıyor ki ölüm üstünden, sana kardeşim diyorum böyle rahat rahat. Öldürülmenle adın bu ülkenin tarihine bir başka utanç yaprağı olarak eklendi, aradan yüz yetmiş beş yıl da geçse orada kalacak.
Fakat barajın aşılması, siyasetin yaygın kanaatler baskısından kurtulmasını kendiliğinden sağlamaz. Çünkü aşılması gereken sadece siyaset alanının barajı değil, aynı zamanda, muhalif seçmenin karamsarlığının üretim mekanizması, içselleştirilmiş barajdır. Eğer önümüzdeki dönemde bir sembolik devrim yaşanacaksa bu ancak toplumsal uzamdaki Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-muhafazakar ayrımları etrafında kümelenmiş ve toplumun doğası olarak dayatılmış siyasi temsiller karşısında heterodoks gruplar üretmekle ve partilerin siyaset alanındaki resmi konumlarıyla seçmenlerin bireysel konumları ve partilerinin konumu hakkındaki düşünceleri örtüştüğünde mümkün olacak. Buradaki hayati tehlike, sembolik girişimcilerin yaygın kanaatlerden uzak durayım derken yaygın kanaatleri reddeden noktaya gelmesi ve böylelikle özcülükten kaçarken hiç tasarlamasa da yeni bir öz icat etmesidir. Türkiye'de laik ya da muhafazakar siyasi konumların kısıtlı bir gruba hapsolmasında diğer grupları reddetmenin payı büyüktür. Yaygın kanaatler sadece her koşulda kendiliğinden doğru fikirlerden oluşan bakış açısını değil, bu bakış açısını toplumsal hayat içerisinde göz edinmiş insanı da ifade eder ve ondan ayrı düşünülemez. Bu nedenle heterodoks siyasi konumun yaygın kanaatlerden gerçek anlamda kopuşu, reddiyeyi reddeden bir bakış açısını göz edindirecek toplumsal koşulların, en başta bir arada yaşamanın savunulması ve sınırlarının genişletilmesiyle mümkündür.
Öyle ki son seçimlerde ortaya çıkan tablo olmasa belki de Türkiye siyasetin artık iyice askıya alındığı ve siyasal öznelerin sabit fikirler etrafında üretim ve yeniden üretim kısırdöngüsüne saplandığı uzun bir siyasetsizlik ve olağanüstü hal dönemine hapsolacaktı. Siyasetin yerinin iktidar tarafından belirlenen bir işletme/yönetme biçiminin alması iktidarın temel arzusunu ve ütopyasını oluşturuyordu. Bütün toplumsal dertlerin yok olacağına dair zamanın içini boşaltan ve onu anlamsızlaştıran fantezi ise bu arzunun rasyonalize edilme yönetimiydi. Bu anlamıyla seçim sonuçlarıyla biten “AKP dönemi” olduğu kadar toplumun içine sıkıştırıldığı siyasetsizlik ve zamansızlık zemini de olmuştur. Siyasetin yeniden dönüşü ne meclise daha çok partinin girmesi ne de AKP’nin tek başına iktidar olamaması ile ilişkilidir. Ortaklığa, yeni bir yaşam kurmaya ve kamusal alanın yeniden yaratılabileceğine dayalı bir zamansallığa bağlı umutla ilişkilidir. Tek parti iktidarına, istikrar ve ilerleme söylemine dayandırılan siyasetsizleştirme süreci özellikle HDP’nin önemli sayıda milletvekili ile meclise girmesi sonucu da önemli bir kırılmaya uğramıştır. İktidar partisi tarafından “Bizler” ve “Onlar” olarak iki kampa bölünen toplum iki kamptan daha fazlası olduğunu ve bir çoğulluk uzamı ve zamanı olduğunu kanıtlamıştır.
Politik devrim görünümüne bürünmüş rejim içi hükümet değişiklikleri derken ise, Erdoğan’ın siyaseten etkinsizleştirilmesi ile yetinen bir anlayıştan söz ediyorum. Bu anlayış, kendi başarısını allayıp pullarken tedrici olarak devleti (ve onun kurumlarını ve kadrolarını) eski biçimlenişe geri taşımak isteyecektir. AKP’nin yönetim anlayışının değiştiği ya da parti olarak ikiye bölündüğü bir mecliste geniş tabanlı bir koalisyon ile sağlanabilecek bu olasılık muhtemelen HDP’yi muhalefette bırakırken anlatı düzeyinde politik krizin yükünü de güya eski-rejim(ler)e atabilme avantajını kullanacaktır. Hatta bu olasılıkta sırf Kürtler meclise bir daha bu kadar “kalabalık” girmesinler diye baraj düşürülüp seçim sistemi dahi değiştirilmeye çalışılabilir: Demokrasi, sen nelere kadirsin!Politik devrimin gerçekleşmesi içinse Meclis’in kendini kurucu/anayasal meclis olarak örgütlemesi gerekmekte. İmkânsız mı? Değil. Düşük bir ihtimal ama pekâlâ mümkün. Aslında bu seçenek, Türkiye için er geç zorunlu hale gelecek. (Bu gereklilik üzerine ayrıca durmak gerek.) Üstelik bu cesareti gösteren kadroları da tarih unutmayacaktır. “Demokrasi için Kurucu Meclis” yeni değil belki ama yenilenmiş Türkiye’nin sloganı olacaktır. Sosyalistler ve politikleşmiş emek hareketi bu sürecin içinde destekleyici ve emekçi sınıfların çıkarları için mümkün olduğu kadar hak talep eden/elde eden bir konumda olabilirler/olmalılar.
Ancak bu ülkenin evvela susamış olduğu "adalet" ihtiyacının giderilmesi, oyların da gösterdiği gibi daha fazla ertelenemez boyuttadır. Bu azınlık hükûmeti derhal oluşup, Yüce Divan yolları açılmalı, milletin vicdanı teskin edilmelidir. 17 Aralık'ın, Soma katliamının, MİT tırlarının ve elbette geçen hafta HDP'ye ve HDP seçmenine yönelik yapılan saldırıların hesabının sorulması aciliyet arz etmektedir. Hayır efendim, peçeteye çiziktirilen makbuzdan, tatmin olmadık! Yüce Divan oylamasındaki o küstahça atılan oyu da unutmadık Egemen Bağış! Görelim bakalım, makara kukara kurtaracak mı seni? Reza'ya faiziyle, bavulla geri verdiklerinizi bir alın bakalım, kaç yaşam odası çıkıyor madencilerimize oradan? Mehmet Cengiz bir anlatsın da öğrenelim bakalım, "milletin a.....na koymak" nasıl oluyormuş? En güzeli Bilaloğlan yaz sıcağında kafada sarık, kürk yaka kaftan yaptığı “Ya Hakk!” showlarını bir yana bıraksın da, gelin, kız, damat bir toplaşıp, anlatsınlar bakalım, neyi ne kadar sıfırlamışlar? Yusuf Yerkel... Çatır çatır tazminatını ödesin bakalım o tekmenin, bir milletin böğrüne atılan tekmenin bedeli kaç para ediyor? Bu hesaplar görülürken elbette MHP, CHP ve HDP mecbur bir süre birbirlerine tahammül etmeyi öğrenecek, öğrenmek zorunda... Çok da iyi bir tecrübe olacağını düşünüyorum doğrusu! Birlikte iş yapmak zorunda olmak kadar öğretici bir tecrübe olamaz.
Türkiye siyasi tarihinde ilk defa Kürtlerin taleplerini açıkça dillendiren ve Kürt meselesinin demokratik yol ve yöntemlerle hal yoluna koyulması konusunda söz söyleyen bir siyasi parti 7 Haziran 1990’da kuruldu. Halkın Emek Partisi (HEP) bir tür etnik/Kürt milliyetçisi ya da bölge partisi olarak tasarlanmamıştı. Parti, sol popülist bir söylem içindeydi ve gerek program ve tüzüğü ile, gerekse partili olanların kimlikleri itibariyle heterojen bir yapıdaydı. Ancak partinin Kürt meselesine ilişkin açık tavır alması ve meselenin çözümünü ana gündemlerinden biri haline getirmesi kaçınılmaz olarak Kürtlerin parti etrafında diğer topluluklara göre daha fazla mobilize olması neticesini doğurdu. 1990 gibi geç bir tarihte dahi bir siyasi partinin, Kürlerin taleplerinden bahsetmesi ya da Kürt meselesinin çözümünü siyasal gündemine alması beraberinde “bölücü/etnik/milliyetçi ya da en hafif değimle bölge partisi” olma ithamını getiriyordu. Bu ithamlar içinden “bölücülük” ekseriyetle Misak-ı Milli hudutlarının bir kısım Kürtler tarafından değiştirilme emeli olarak zuhur etse de “bölücülüğün” sınıfı bölme, solu bölme gibi veçheleri de yok değildir. HEP’in müstakil bir örgütlenme olarak ortaya çıkması da aslında, SHP içindeki demokrasi yanlısı bazı isimlerin Kürt meselesine gösterdikleri ilgiden ötürü “bölücülük” suçlaması ile partiden atılmaları neticesinin bir ürünüydü.
Çünkü HDP sistem içinde yer alan ‘meşru’ politik bir parti olarak, Hardt ve Negri’nin sosyal medyayı efektif kullanan, belirgin bir ideolojik motivasyonla şekillenmeyen, postmodern sosyal hareketler (occupy movement vb.) için öngördüğü, yani sistemi redde, ya da sistemden ‘toplu çıkışa’ (exodus) yönelmez. Buna karşın, HDP’nin stratejisinin daha yakın durduğu Mouffe, daha çok günlük hayatın akışı içinde bir alternatif sunarak, havada kalan kritik söylemlerin ötesine geçerek, yüzleşme/entegre (‘engage with’) eksenli bir reel politik tutum önerek sistemi ve neoliberal demokratik kurumları Gramsci’nin (1971) ‘mevzi/pozisyon savaşı’ (war of position) stratejisi ile radikal olarak dönüştürülmesinden bahseder. Özellikle zamanın ruhu (zeitgeist) olan neoliberal sistemin, sosyal demokratlar ve solun kendisi de dahil olmak üzere, güçlü bir şekilde toplum tarafından benimsenip kabullenildiği ve ekonomik politik açıdan da alternatifsiz olduğu farzedilen hegemonik ‘post-Fordist’ çağ düşünüldüğünde. Türkiye gibi derin politik, sosyal ve ekonomik ayrımlar içinde olan bir ülke için klasik neoliberal prensiplere dayalı etnik, dinsel, ya da herhangi bir tekil ‘özcü’ kimlik (dindar, seküler, milliyetçi vb.) üzerinden yapılan siyaset beraberinde ‘post-siyasal’ yada ‘post-demokrasi’ diyebileceğimiz organik krizleri de getirmektedir.
Karnavallar, herkesin davetli olduğu, tüm hiyerarşilerin alaşağı edildiği hatta tersine çevrildiği, teklifsiz temasların kurulduğu, eğlencenin, neşenin hakim olduğu zamanlardır. Karnavallar bu halleriyle diyaloğa kapı açarak büyük toplumsal etkileşime izin verir. Gezi Parkı eylemleri sırasında "Gezi Parkı çok güzel, gelsene", kurulan bir barikat arkasına yazılan "Direnişe hoşgeldiniz" pankartları, "Revolution Party, tüm halkımız davetlidir", “Gaz Festivali” dövizleri, Başbakan Erdoğan'ın sağ kolunu açacak şekilde duvara yapılan resminin üzerinde yazan "direniş hatırası" yazısı ve bu resim ve yazı altında eylemcilerin fotoğraf çektirmesi eylemden çok eğlenceli bir karnaval ortamına benziyordu. 7 Haziran seçimleri öncesinde HDP’nin halaylı seçim videosu, farklı siyasi, etnik, dini kimliklere mensup adayları bir çatı altında toplayabilmesi, seçmenlerin HPD Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’a “Selocan”, onun da seçmenlere “şapşikler” diye hitap etmesi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhatap almayan, küçümseyen, hiyerarşi kuran “Siz kimsiniz” sözlerine sosyal hesabından “kim olduğumuzu sormuşsun tanışalım mı?” yanıtını vermesi Gezi Parkı eylemlerinin dilinin teklifsiz, yakın temas kuran karnavelesk özelliklerini hatırlatıyor.
Bu iki örnek de aslında zamanla ortaya çıkan yeni toplumsal gerçeklere uyum sağlamayı başaramayan, bunun yanı sıra siyasi eylemlerine ilişkin uyguladıkları yöntemleri yeniden düşünme ihtiyacı duymayan geleneksel sol partilerin yerine geçebilecek önümüzdeki tek referanslar olarak duruyorlar. 12 hükümetin hâkimiyeti altındaki Avrupa’da sosyal demokratların tasarladığı refah devleti, yönetimdeki kişilerin ilk olarak ABD’nin daha sonra Almanya’nın globalleşme, finans ve siyasi stratejilerine karşı gelememesi yüzünden ortadan kayboldu. Ortaya çıkan bu açık, aşırı sağ tarafından kullanıldı. Aşırı sağ bu gün her ne kadar Avrupa’daki ülkelerin çoğunluğunda hükümete gelmeyi başaramamış olsa da kendisine siyasi bir alan açmayı başardı ve halkın gündemine koyduğu konular sonunda belirli yaptırımların uygulanmasına ve bütün Avrupa’da siyasi kampanyaların ana hatlarının da değişmesine sebep oldu. ABD’nin ve eski kıtadaki ülkelerin çoğunluğunun sınır dışı etme, duvar örme veya binlerce kadın ve erkeğin denizin ortasına atılmasına sebep olan müdahaleci stratejiler üzerine kurulu göçmen politikaları o zaman o kadar da rastlantı değil. İspanya’daki seçimlerle birlikte toplumsal hareketler için ulusal boyutta bir siyasi yapıyı bir araya getirme olasılığı doğdu. Bugün, Latin Amerika ise bu olasılığın gerçekleşmesi ve bu yapının sağlamlaşmasını umutla ve beklentilerle takip ediyor.
2015’in Mayıs ayı, seçim kampanyalarının yanı sıra otomotiv işçilerinin ücret zammı talebiyle iş bırakma eylemleriyle anılacak. 14 Mayıs’ta Bursa’da Renault fabrikasında başlayan iş bırakma eylemi, TOFAŞ, Coşkunöz ve MAKO Elektrik’e de yayıldı. Bu yazı kaleme alınırken Eskişehir’deki Arçelik buzdolabı fabrikasında iş bırakma eylemi sürmekteydi. 19 Mayıs’ta Kocaeli’ndeki Ford Otosan fabrikasında üretim durdu. 20 Mayıs’ta Ankara’daki Türk Traktör fabrikasında üretim durdu. 25 Mayıs’ta Eskişehir’in İnönü ilçesindeki Ford kamyon fabrikasında da iş bırakma eylemi vardı. Bolu’daki Arçelik fabrikasından da Ford işçilerine destek mesajları gönderildi. İlk iş bırakma başladığında durum, Renault’nun “kurumsal” dilinde “üretim sürecinde önceden öngörülmeyen bir duruş” olarak tasvir ediliyordu. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan grevleri yorumlarken memleket sağının malum ezberlerine sğınmaktaydı: Seçim öncesinde gelen grevlerin zamanlaması manidardı. Babacan’a göre ideolojiden arındırılmış bir işgücü piyasasının oluşturulması Türkiye’nin önünün açılması için elzemdi. 25 Mayıs günü Bursa’da Renault işçilerini ziyaret ettik. Organize Sanayi’nin ana caddesinden fabrikanın girişine doğru yürüdüğünüzde büyük otoparkların içinden geçiyorsunuz. Kimi arabaların camlarında üzerinde “Diren Reno, Bu Sefer Kazanacağız” yazan A4 kağıtlar göze çarpıyor.
Erdoğan’ın aklındaki belli: Kararları sadece kendisinin alacağı, denge ve denetleme mekanizmalarının sıfırlandığı bir rejim... İç Güvenlik Paketi'yle yaratılmak istenen polis örgütü, hazırlanmakta olduğu tek adam yönetiminin polis örgütüdür. Yetkileri arttırılmış, denetlenebilirliği azaltılmış bir örgüt! Öte yandan, uzun bir süredir polisin toplum üzerindeki gücünü arttırdığına tanıklık ediyoruz. Yani polisin güç biriktirmesinin -Çözüm Süreci’yle doğrudan ilişkili olmayan- ayrı bir tarihselliği var. Paket’le birlikte, denetlenebilirliği zaten az olan polis, artık neredeyse başına buyruk hale geliyor ve kendine hep bir ayakbağı olarak gördüğü adalet mekanizmasını da devre dışı bırakıyor. İç Güvenlik Yasası çıktığı gün artık bir Polis Partisi olacak. Kendi siyasetini geliştirebilen ve hatta örgütsel çıkarları söz konusu olduğunda bu yasayı çıkartan hükümeti dahi köşeye sıkıştırabilecek bir Polis Partisi! Bu Paketin elbette Çözüm Süreci üzerine etkisi olacaktır; ama bunu doğrudan o süreçle ilişkilendirmek başka şey... Elbette şu ihtimal var: Eğer Çözüm Süreci çöker ve mücadele sokağa taşarsa Erdoğan’ın vurucu güce ihtiyacı olacak. Fakat bundan daha önemli yapısal bir neden var Paket’in arkasında: Toplumda uzlaşma yaratacak siyasetleri geliştirebilme kapasitesini çoktan yitirmiş bir iktidar artık ancak baskı mekanizmalarını “mükemmelleştirerek” yönetebileceğini düşünüyor.
Bugün metal işçilerinin açtığı, üçüncü bir hattır. Günümüz Türkiye işçi sınıfının göreli olarak statükocu, hareketsizleşmiş katmanı da bu dalga ile sınıf hareketini besleyen, ilerleten bir mecrayı oluşturmaya başladı. Geleneksel fordist fabrika temelinde örgütlü, 20. yüzyılın tipik işçi imgesini ve sendikal prototipini oluşturan otomotiv işçilerinin hareketi bir anlamda kendilerinden umut kesilmişlerin de hareketlenebileceğini göstermesi açısından anlamlıdır. Konumlarından dolayı göreli bir refah düzeyine sahip oldukları varsayılan bu kesimin düşen reel gelirleri, emek sürecinde yaşadıkları olağanüstü yoğunlaşma ve bunlara karşı harekete geçmelerini engelleyen bir denetim aygıtına dönüşmüş sendikal yapının basıncı karşısında ayağa kalkmaları ile Türkiye işçi sınıfının başlıca katmanlarının tümünü kapsayan bir sınıf hareketi dinamizmi ortaya çıkmış oluyor. İlk katman için başlıca muhatap devlet/hükümetti, ikincisi için bazen asıl muhatabı bulmak bile bir mücadele konusudur ya da muhataplar kolay masaya oturmayan patronlardır. Üçüncü için ise öncelikli muhatap sendikadır. Bu günümüz Türkiye'sinin özgünlüğüdür. Yozlaşmış sendikal yapıların aşılmasının Türkiye emek hareketinin yükseliş döneminin asli bileşenlerinden birisi olacağı ortaya çıkmıştır.
Toplumsal/kültürel etki, bence cinsel çekim duymasında değil tam da burada karşımıza çıkıyor. Yaptığının “normalliğinden” o kadar emin ki, bu buluşmaya rahatça gidiyor. Çünkü kızı “şerefiyle babasından istedi”, babası da kızını “verseydi” ortada hiçbir problem kalmayacaktı. Olaydaki kolaylaştırıcı, meşrulaştırıcı kültürel öğeleri rahatça görebiliyoruz, dolayısıyla bunun bireysel bir patolojik vaka olmadığının da farkındayız. Ancak bu noktada yine şunları sorma ihtiyacı duyuyorum: 10 yaşındaki (öğretmenliğini yaptığı zamanlarda daha da küçük yaşta olan) bir kız çocuğundan hoşlanıp evlenmeyi isteyebilen bir adamı ne olarak adlandırmalıyız? Nasıl adlandırınca bireysel ve patolojik bir vakaya indirgememiş oluruz? “Bu kültür böyle, bu kültürün içine doğmasaydı belki böyle biri olmayacaktı” diye topu atıp kaçma şansımızın da olmadığını düşünüyorum, çünkü aynı kültür “sübyancı” kelimesini de olumsuz anlamıyla içeriyor. Üstelik daha önemli bir soru da kenarda bekliyor; kültür cinsiyetsiz ve statik midir ki?
Badiou, Olay kavramını özellikle verili bir toplumsal ve siyasal durumda kırılma yaratan, kendisi ile birlikte yeni bir öznelliğin ve bu öznelliğin kurucu söylemi olarak Hakikati ortaya çıkaran ve siyasal alanda yeni bir eyleyiş tarzının imkânını yaratan bir tarihsel-zamansal kırılma anı olarak kullanır. Olay bir toplumsal formasyondaki şeylerin, insanların ve fikirlerin düzenlenişinde kırılma yaratan bir “an” veya moment olarak da düşünülebilir. Hakikat ise hem bu kırılmayı hazırlayan hem de kırılmadan sonraki yeni düzenlenişi düzenleyen söylemsel/dilsel anlamlandırma çerçevesi olarak düşünülebilir. Olay hayatın yönetilme ve düzenlenme biçimine karşı kopuşun kristalize olduğu zamansal kümelenme olarak da ifade edilebilir. Her ne kadar Olay kendisiyle birlikte bir yeniliği ortaya çıkarma iddiasında olsa bile hem eskinin hem de yeninin izlerini üzerinde taşır. Eski ile ilişkilidir çünkü eskinin yarattığı siyasal ve toplumsal iklimden ortaya çıkar. Eski birikmiş hoşnutsuzlukların, karşılanmayan siyasal, sosyal ve bireysel taleplerin ve aşınmaya uğrayan meşruiyetin zamanı iken; yeni, eskinin içinde açılan çatlaklardan ortaya çıkan ve şekillenmeye başlayan siyasallığı, bilme biçimlerini ve pratikleri içeren yeni bir sosyal zamanın inşa sürecidir.
Şayet Türkiye’ye faizsiz bankacılığın gelmesinin sebebi İslâmcılığı güçlendirmek ise, Vahhabi Suudi Arabistan, bunu neden Nurculuk veya Nakşibendilik üzerinden yapsın? Vahhabilik ile Nurculuk ve Vahhabilik ile Nakşibendilik arasındaki neredeyse düşmanlığa varan farklılıklar kolaylıkla gözardı edilebilecek farklılıklar mı?Suudi Arabistan gerçekten de başka Müslüman ülkelerde dinî akımları destekledi. Ama bunu yaparken daha çok kendi Vahhabi-Selefiliğini kabul edenleri destekledi. Kendi anlayışını yaymak istedi ve hatta bunun için bir tane üniversite bile kurdu. Suudi Arabistan, Müslüman Kardeşler’e de önemli fırsatlar sundu. Ama sadece bir dönem. Özkan’ın belirttiği gibi, Nasır liderliğinde Arap milliyetçiliğinin Suudi Arabistan’ı tehdit ettiği dönemde. Mısır’ın, 1970’lerden itibaren Batı yörüngesine geçince de aynı politikayı devam ettirmesi için bir sebebi kalmadı. Nasır sonrası iktidara gelen Enver Sedat, kendi iktidarını güçlendirmek için Müslüman Kardeşler’e hareket alanı açmıştı zaten. Bunun için kimsenin teşvikine ihtiyacı yoktu. 1979 İran Devrimi’nden sonra ise Suudi Arabistan, en az Türkiye kadar İslâmcılığın yayılması ve bunun iktidarına tehdit oluşturması endişesini taşımaya başladı.
İlki; 1966 yılında vuku buldu: Beatles, dünyayı sallarken, birdenbire ve bu tür numaralara başvurması hiç de gerekmeyecek kadar zirvelerde iken, Paul Mc Cartney'in Abbey Road stüdyosundan çıktıktan sonra bir trafik kazasında öldüğü, grubun apar topar, solak ve Paul'e benzeyen ve onun gibi neşeli olan birini gruba aldıkları lafı yayılır. Ortalık sarsılır; fanlar, gazeteciler, müzik âlemi seferber olur. Söylenenler şok etkisi yaratmıştır. Beatles hayranı 13 yaşındaki bir kız çocuğu dayanamayıp telefon açar ve telefona çıkan John Lennon’a ağlamaklı bir halde sorar; ''Paul gerçekten de öldü mü ?” John; “yooo ölmedi, şu anda da yanımda, vereyim de konuş istersen,” deyip telefona Paul'ü verir. Paul küçük kıza söylentilerin doğru olmadığını anlatır. Bu söylenti bir zaman sonra unutulur ama tam 50 yıl sonra, geçtiğimiz günlerde, aynı iddia bu kez, Ringo Starr'ın söylediği iddiasıyla sosyal medyada paylaşılıp, ipin ucu kaçmaya başlayınca Ringo, söylentinin gerçekdışı olduğunu paylaşmak zorunda kalır. Buna rağmen, şimdiki Paul'ün gerçek Paul olduğunu ispatlama gayretlerine de girişilir.
Geçtiğimiz günlerde yapılan İngiltere seçimleri merkez sağın galibiyetiyle sonuçlandı. Dahası, radikal sağ da kayda değer bir gelişme gösterdi. UKIP (Büyük Britanya Bağımsızlık Partisi) yüzde 12.6 gibi bir oy oranına ulaştı. Buna rağmen UKIP önümüzdeki 5 yılda sadece bir milletvekiliyle ana akım siyasetin dışında, bir tepki hareketi olarak kalacak. Oysa Fransa aşırı sağı, bu kadarla yetinmeyecek gibi görünüyor. Fransa’da seçimler yaklaşırken, üç partili bir düzene geçilmiş olduğu artık su götürmez bir gerçek. Sosyalist parti ile muhafazakâr UMP’nin yanı sıra, göç ve Avrupa Birliği karşıtı reaksiyoner bir seçmene oynayan Front National (Milli Cephe) birbirlerine çok yakın oy oranlarına sahip gözüküyor. Front National (FN) bir zamanların marjinal partisiyken, günümüzde ülkenin en önemli politik güçlerinden biri oldu. Son yıllarda, yeni liderleri Marine Le Pen ile izledikleri “dédiabolisation” (şeytanlaştırılmaktan çıkma) stratejisinin sonuçları bunlar. Fakat işin aslı şu ki, aynı UKIP gibi bir tepki hareketi olan Front National de ana akım, meşru siyasetin hâlâ bir hayli dışında.
Kürt diasporasının Kürt halkının ulusal mücadelesinde çok önemli bir yeri var. Özellikle 1980 darbesinden sonra yurtdışında örgütlenen Kürt hareket(ler)i, hem Kürt halkının siyasi olarak bilinçlenmesinde hem de Kürt meselesi dediğimiz olgunun Türkiye sınırları dışında da gündeme gelmesinde önemli bir rol oynadı. Bilhassa Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma çabalarının istikrarlı bir çerçeve izlediği dönemlerde, hem Avrupa ülkelerinin parlamentolarında hem de Avrupa Parlamentosu’nda Kürt meselesi birçok oturuma konu oldu. Türkiye’de Kürtleri ilgilendiren her siyasi gelişmenin sonucunda Kürtler haklarını aramak için protestolar düzenlediler, imza kampanyaları, açlık grevleri ve düzenledikleri seminerlerle yaşadıkları ülkelerdeki siyasi aktörleri Kürt meselesini gündemlerine alma mecburiyetine soktular. Diaspora, özellikle Türkiye’de Kürdî siyaset yapmanın neredeyse imkânsız olduğu günlerde merkezî bir özellik taşıdı. Kürt açılımı denilen süreçle beraber başlayan siyasi konjonktür değişimi, barış süreci ile beraber devam ediyor. Bu süreçte diasporanın nerede durduğu hakkında ise yeterince araştırma yapılmadı.
Şükür ki “1915 Olayları”nın 100. yılını kazasız belasız atlatabildik. Yurtdışı merkezli ama her zaman olduğu gibi içerideki mihraklarca da desteklenen onca tertip boşa çıktı. ABD başkanı Obama, soykırım yerine yine “Meds Yeghern” (Büyük Felaket) demeyi tercih etti. Putin’in “bizi” arkadan hançerlemesine fazla takılmaya gerek kalmadı. Ülke içinde de, uzun uzadıya aktarmanın manası yok, asayiş berkemaldi. O kelimeyi (Soykırım) kullanmadan, tüyleri diken diken etmeden, “ona bakarsan, o dönemlerde neler oldu, neler!” bilmişliğiyle geçiştirildi. Fakat Ermeni Soykırımı üzerine yalnızca resmî düzeyde değil dost meclislerinde dahi konuşulurken, odaklanılan ve merak konusu olan şey, genellikle konuşulan meseleden çok, o korkunç olayları hangi sıfatla tanımlayacağımıza dair olur. Soykırım sözcüğünün kullanılmadığı göreli refah ortamında, devlet aklıyla tefekkür edenlerin bir nebze de olsa içi ferahlar. Artık karşılıklı yapılan zulümlerden söz edilebilir; ayrıca alacak-verecek (tazminat, malların tazmin edilmesi vs.) hesabı da gündem dışı kaldığından, ortada milli çıkarlara ters bir durum da yoktur.
Bir kitabın ne öne sürdüğünü tanımlayan, ölçen, benimseyen ya da onu reddeden her zaman okuyucudur. Diğer bütün temel faaliyetlerinin arasında okuyucu, yazar için bir kişilik uydurur. Burada söylemeye çalıştığım şey; bir kurgu yazarının, tamamlanmamış karakterlerine kendi tecrübelerini ödünç verdiği ve daha sonra, arzuları besleyecek bir hayal gücüyle onları tamamladığıdır: “Bu olmasını isteyeceğim şeydi.” “Bu başıma gelse korkacağım şeydi." Hafıza artık sessizlik içerisinde sinematografik montaja benzer bir teknikle neyin saklanacağını ve neyin bir kenara bırakılacağını seçer. Bir sonraki evrede, yazarın kattığı hayal gücü bahsettiğimiz montaja hükmeder, onu tekrardan arzularına göre uyarlar, saptırır. Fakat bu işlem ona belgenin görmezden geldiği kalbinden gelen bir gerçeği verecektir, kurgu neyi keşfeder? Okuyucu bunu hemen sezer. Kurgudan elde ettiği bu materyalle okuyucu yazarın kişiliğini inşa edecektir. Acaba kaç yazar kendilerinde bile eksik olan bir netlikle mahremiyetlerini görebilen okuyuculara denk gelmiştir?
Örgüt, iktidarın yaratıcısı. Tarihin sarih, arayışçı, yıkan ve yaratan gerçeği. İktidar, direklerini onun tahakküm tarlası üzerine kurar. Birbirlerini besleyerek gelişip palazlanırlar. Örgüt senaryoyu hazırlar; iktidar onun bağrında ortaya çıkıp final sahnesini kapar. Var olmanın ağı örgütlülük. İnsan yan yana geldiğinde toplumsal ihtiyaçlarını onun üzerinde giderir. Tarih, örgüt aracılığıyla bugüne geldi. Gelirken insanın ruhunda ve toplumun gözeneklerinde iktidar gücünü yarattı. Sahasına çektiği topluma “imkânsız ve eşit” birliği dayattı. Eşitlikten anladığı toplumun kendisiyle özdeşleşmesi, düdüğü çaldığında cemi cümlesinin marş adımlarıyla yürümesidir. İmtiyazsızlık ise yanılsamadan ibarettir. Gerçeğin düzleminden koparılmış soyutlamaları inananın elbiselerine sokarak, bilince monte eder. Günaşırı bu yanlış bilinci yeniden üreterek özgür sorulara kapanlar kurar. İktidarın tesis edildiği yerde özgürlük bacadan kaçar. İktidarın mağarasına özgür girenler prangalı çıkarlar. İnsanı insanda yakalar. Onun benlik egosunu ensesinde tutarak hükmedilme olasılığını gösterir.
HDP’nin temel farkı buradadır. Çünkü HDP’nin tüm bu tarih boyunca “benim milletim...” deme imkânı olamamıştır. Kürtlük, Müslümanlıktan farklı olarak, ulusal kimliğin hiçbir zaman bir bileşenini oluşturmadığı için kimse Kürtlük üzerinden ülkenin gerçek sahibi olma iddiasında bulunmayı aklının ucundan bile geçirmemiştir. Dolayısıyla Kürt siyasi hareketi sol bir kulvarda eşitlik ve özgürlük vurguları içerisinde şekillenmiştir. “Benim milletim...” diyemeyecek bir hareket, Türkiye’de siyasetin boğucu bir kısır döngüden çıkarak gerçek hayata dair politikalara yer açması umudunu taşımaktadır. İki partinin seçim bildirgelerinde okunabilen bu fark, kökleri geçmişe dayanan, dolayısıyla da uzun yıllar boyunca içselleştirilmiş bir fark olduğundan, basit seçim vaatlerinden çok daha fazlasını ifade etmektedir. Peki, HDP’nin hem içerisinde hem de tabanında “benim milletim!” diyen Kürt milliyetçileri olduğu söylenemez mi? Şüphesiz söylenebilir. İçinde bulunduğumuz coğrafya bireysel kendini gerçekleştirme ve özgüven tazeleme imkânlarının çoğu zaman kısıtlı olduğu bir coğrafyadır.
Erivan sokaklarının son iki haftasına göz atalım. Elbette öncesi de birçok şey yapıldı. Ama yoğunluk son haftalarda yaşandı. Önce Kim Kardashian'ın aile efradıyla birlikte ülkeyi ziyareti bakışları Ermenistan'a çevirdi. Bizim memleketin basını onu her ne kadar bir magazin öğesinden öte algılamasa da dünya başka türlü baktı. Kardashian'ın olduğu günlerde çeşitli arama motorlarında Ermenistan ve Soykırım sözcükleri ilk sıralara yerleşti.Sonrası ise, evet bir soykırım anmasıydı ama adeta festival havasında geçti desem yeridir. Yoğun bir turist akınına uğradı kent. Zaten aylar öncesinden bütün otel vb. rezervasyonlar dolmuştu. Dünyanın her yerinden Ermeniler ve anmalara ilgi gösteren birçok farklı halktan insanı sokakta görmek mümkündü. Belki tekrar gibi olacak ama yine de söyleyelim, kentin her yeri unutma beni çiçeklerinin sembolleri, soykırımı anan çeşitli ebatta pankart ve afişlerle donatılmıştı. Ve hatta bazı merkezî yerlerde bir süre önce açmış olan laleler sökülerek, yerine unutma benilerden dikildiğine dahi şahit olduk. Anlayacağınız şehir, etkinlikler için hazırdı. Ülkemizden ise aralarında Ragıp Zarakolu'nun da yer aldığı az sayıda aydının yer alması dikkat çekiciydi. (Devletin aldırışsızlığı anlaşılabilir ama muhalif kesimlerin de benzer bir ilgisizliğinin olduğunu söylemek, sanırım abartılı olmaz.)
“Herkes, herkese karşı, her şeyden sorumludur!” Dostoyevski, tam da insanın insana karşı sorumsuzluğunu büyük bir “suç” sayarak söylüyordu bunu. Mağduriyetini görmemize rağmen ona karşı sorumluluk almadığımız her kimse, onun varlığında cisimleşen bu mağduriyet bizde utanç uyandırmalıdır. Ki böyle bir edimimiz olmasaydı, öteki olana dair, ve tam da bu “ötekilik” durumunun tarihsel müktesebatı gereğince bir insani “sorumluluk” almak gibi bir kaygı gütmezdik. Bizi bu insani “sorumluluğa” iten şey “öteki”yi öteki yapan bu tarihsellikten, vicdani “sorumluluktan” kaçışa hegemonik bir toplumsallık kazandıran bu nefretten duyduğumuz rahatsızlık ve mağduriyetinden ötürü “öteki”nden duyduğumuz utancın ta kendisidir. Peki, eğer öyleyse, bunca aşağılamaya, bunca “felakete”, bunca nefrete ve bu nefretin tetiğinden çıkan sözlerle, kurşunlarla, bombalarla vs. kırılan kalplere, “kırılan” “soylara” ne demeli? Talep edilen, yüzyılların utancının mağrur bir “kabulü” iken, dahası, samimi bir “özür” iken, bunların bahsi dahi geçtiğinde nefrete nefret kattıran, yetmeyen, muktedire kendi tarihsel felaketlerini haykırtıp “kırılanın” yaralı/kısık sesini zalim -ve çoğunlukla- suni bir “rövanşizmle” bastırtan nedir?