Lidya gerçeği yıllar yılı saklamıştır. Kumpanyayı ihbar eden Lidya’dır. Pietro’yla sohbetinde ihanetini anlatır. Pietro sorar: “Niye ihanet ettin?” Bu esnada sehpanın üzerinde dolanan böceği sert bir darbeyle öldüren Lidya’nın yanıtı: “İhanet etmek için ihanet ettim”dir. Eski, yıllanmış ama yana döne yeni veçhelerle gündeme girecek tartışmaya gönderme yapar: sanat sanat içindir. Zaten Lidya’yı ihanete götüren de budur. Lidya, sahneye çıktığında kopan alkış tufanına, güzelliğine methiyeler düzülmesine ve hayran bakışlara esirdir. Sanatın kim için, nasıl ve hangi koşullarda icra edildiğini önemsemez. Kumpanyanın yasak düşler kurdurtması, hayali gerçek kıldırtması ve direnişçilerle ilişkide olmaları onun amacını riske ettiğini düşündüğünden ihanete sürüklenir. Lidya, Pietro’nun “onlar cesurdurlar, dünyayı değiştirmek, hayali gerçek kılmak istediler” kavlinde söylenene karşı çıksa da; sonuçta faşizm yenildi, dünya güllük gülistanlık olmasa da dünden daha güzel. Ferzan Özpetek’in bir filmi olur da, homofobizme inceltilmiş eleştiri ve heteroseksüel olmayan aşklara, kimliklere reverans olmaz mı hiç! Her filminde bu tema ve eleştiri baskın renktir. Seyirci “yine mi” diyebilir; ahlakın değişmez ve mutluk kılındığı, muhafazakar ahlakın her yanı sarıp sarmaladığı, ahlak kisvesiyle katliamların, cinayetlerin işlendiği, heteroseksüel olmayanların intihara sürüklendiği, tecavüze, tacize, şiddete maruz kaldığı, günaşırı nefret suçların işlendiği, devrimcilerin ve sosyalistlerin bir kesiminin bile cinsellik, sevişme, seks kelimelerini duyduklarında yüzlerini buruşturup...
Rojava’da kurulan demokratik özerk kantonlar toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeleri askeri saldırılara rağmen devam ettiriyor. En son Girê Spî (Tel Ebyad) ve Hesekê kentlerinin IŞİD’den alınmasıyla hem Cezîre bölgesi üzerindeki IŞİD tehlikesi kısmen geriletildi hem de Cezîre ve Kobanî kantonlarının fiziki birliği sağlandı. YPG ve YPJ güçleri ile ABD önderliğindeki uluslararası koalisyonla IŞİD’e karşı koordineli çalışması şüphesiz bu gelişmelere önemli bir askeri destek sunuyor. YPG komutanı Sîpan Hemo’nun ‘ABD ile ortak çalışmaları ileriye taşımak istiyoruz’ ifadesinden, bu koordinasyonun bir süre daha devam edeceği anlamını çıkarabiliriz. NATO üyesi ve ABD müttefiki Türkiye’nin başından beri Rojava’daki gelişmelerden rahatsız olduğu ve ABD dâhil herhangi bir gücün YPG ile işbirliği yapmasına her zaman karşı olduğu çok açık. Türkiye’nin en büyük endişesi Rojava’da toplumsal tabanı diğer siyasi hareketlere nazaran daha geniş olan PKK’nin askeri ve siyasi anlamda meşru bir aktör haline gelmesiydi. Gelinen noktada Türkiye bunu engelleyememiş, ABD dâhil birçok uluslararası güç ilk kadroları PKK’li gerillalar olan YPG’yi destekleme kararı alırken, Rojavalı yetkilileri kendi parlamentolarında konuk ettiler. Rojava’ya dünyanın birçok yerinden siyasetçi ve akademisyen ziyarette bulundu, oradaki sistemi tanımaya çalıştılar. YPG ve YPJ’ye katılmak üzere onlarca yabancı savaşçı gitti. 2011’den önce çok az bilinen bu bölge, zamanla hem bilinir hem de uluslararası siyasetin ve radikal İslami gruplara karşı mücadelenin duraklarından biri oldu...
İttihat ve Terakki ruhunun bunca kaim olmasının arkasında, Türk tarih ideolojisinin ve ondan mütevellit popüler tarihin derinlerine işlemiş bu ‘hep kaybeden’ ‘milleti hakime’ mefhumunu görmek lazım. Sınırsız hakimiyet talep etmekle mağduriyet haleti ruhiyyesi birbirini daima besleyecektir. Dünya hali, size mutlak iktidar fırsatını asla vermeyeceği için her daim mağdur olursunuz. Budünyada siyasetin çoğulluğunda hayat sürmek, müzakere etmeyi, taviz vermeyi gerektirir. Çoğulluğu, dolayısıyla siyaseti reddettiğiniz her kertede, iktidarın bir türlü elinizde temerküz etmeyen, yakınlaştıkça uzaklaşan hali, daimi bir mağduriyete yol açacaktır. Dolayısıyla isyan edeceğiniz bir ‘Büyük Akıl’, eylemini ve sözünü reddettiğiniz, kah ‘flu’ gördüğünüz, kah mutlak düşman ilan ettiğiniz muhatataplarınızı ikame edecektir. Bu manada ‘Büyük Akıl’, siyasetin, insanlık durumumuzun kendisidir. Bu daimi bir döngüdür, ya döngü kırılır ve bir yola dönüşür ya da cinai bir kısır döngü halini alır. Çünkü eylem melekesiyle teçhiz edilen her bir yeni doğan faninin dünyaya gelmesiyle, aklı kemale erdiğinden itibaren, siyasal alan yeniden inşa edilecek, eller yeniden dağılacaktır. (Herod’un yeni doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini ferman etmesi de çare olmamıştır.) Bütün muhaliflerinizi varoluşsal düşman mertebesine yükseltip bertaraf etseniz bile, çoğulluk bu kez kendi çocuklarınızda hasıl olacak, bastırılan tarih mükerrer bir şekilde hükümdarın yoluna çıkacaktır.
Demokrasi topluluğun her daim kendi içinde yeniden yeniden sınandığı ve bu sınanmanın sonucunda eşitlik arayışının tazelendiği bir oluştur. Bu yönüyle demokrasi ancak bir açıklık/sınırsızlık zamanı içerisinde kendini gösterir ve ortada böyle bir açıklık yoksa bu açıklığın kendisi bizzat demokratik mücadelenin hedefi olur. Demokrasinin bitmeyen ve kendini yenileyen bu mantığı statik ve mekanize bir mantık tarafından askıya alınarak demokrasi toplum sakinlerine tamamlanmış veya yakında birkaç adımla tamamlanacak ve hatta bir şekilde ileriye doğru lineer olarak giden bir görüngü olarak sunulur. Dahası kimi durumlarda demokratik arayışın kendisi “ilerleyen bir demokrasinin” hasmı şeklinde kodlanarak toplumun yeni kamusallık arzuları baskılanır. Bu eksende kurulan demokrasi tahayyülü demokrasi adını kendine ödünç almış ve bu adın retorik salınımlarına dayanan bir baskı ve yok sayma rejiminden başka bir şey olamaz. Sözü burada Rancière’ye bırakarak bitirelim: “… demokrasi, aslında politikanın kirliliği, hükümetlerin kamusal hayata ilişkin tek bir ilkeyi temsil etme iddiasını ve bu yolla kamusal hayatın genişlemesini ve kavranmasını sınırlandırmalarını reddetmek anlamına gelir. Eğer ortada demokrasiye özgü olan bir “sınırsızlık” varsa, bireylerden gelen arzuların ya da isteklerin katlanarak çoğalmasında değil, tam da burada, siyasal ile toplumsal olanın, kamusal ile özel olanın sınırlarını dur durak bilmeksizin yerinden oynatan harekette yatar.”[2]
Tüm bunlara çözüm süreci boyunca AKP'nin bölgede oylarının düşüp HDP'nin oylarının yükselmesi, Kobaniden bu yana AKP'ye oy veren Kürt seçmenin bölgenin PKK'ye teslim edildiği yönündeki itirazları, Kürt seçmen nezdinde AKP zemin kaybederken MHP'nin güçlenmesi de eklenince AKP savaş sahasına geri döndü. Kısacası Savaş Sahasına dönülme nedenini sadece Erdoğan eli ile AKP'nin MHP'den daha şahinleşerek MHP seçmenini AKP'ye transfer etmek ve bu yolla seçimler sağlama alma ile açıklamak solda uzun süredir yaşanan analitik ve sistem eksenli düşünme alışkanlığının yerini Erdoğan nefreti ile siyaset yapma alışkanlığına bağlamak mümkün bence. Oysaki olaylara solun yapageldiği gibi daha geniş bir kadrajdan bakılırsa olayın bu kadar basit olmayıp konjonktürel ve siyasi dönüşümle ilişkili olduğu daha iyi anlaşılır kanımca. AKP artık devlet konusunda çevre merkezli düşünen bir parti değil, tersine merkeze yerleşen ve bir merkez aktörü haline gelen parti olarak devlet olgusuna Hegelci bir eksende bakıyor. Kendisini devletin öznesi olarak görüyor ve doğal olarak devletin güvenliğini esas görüyor. Bu da şu gerçeği ortaya koyuyor: İktidar dönüştürür. Bakunin'in ünlü sözünü hatırlarsak bir devrimci bile iktidar da despot olur. Bu sağ gelenek için hayda hayda geçerli bir durum. Durumu böyle görürsek bir başka yazıda ele alınması gereken İktidar eli ile demokratikleşmenin neden olamayacağını, toplumun demokratik bir zihinsel alışkanlıkla düşünmediği müddetçe özendiğimiz batı demokrasisinin bu topraklarda hayat bulamayacağının nedenlerini düşünmemiz ve toplumun demokratik düşünme alışkanlığına yerli bir perspektif kazandırmanın yollarını aramamız gerekir.
İktidara yakın medyada, Roboskî söylemi özelinde üç belirgin tutumun öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi “havadan bombardıman ile öldürülmüş insanlar” haberinin örtmece tekniğine başvurularak “Irak sınırındaki olay” şeklinde verilmesidir. Öfemizm, TDK’ya göre “sakıncalı” kelimeler yerine daha “uygun ifadelerle” anlatılması, aynı zamanda olayın gerçekliğini “gizleme” ve okuyucuyu “kandırma” anlamına da gelmektedir. İkinci tutum olarak olayda failin gizlenmesi öne çıkmaktadır. “Irak sınırındaki olayda hayatını kaybedenler” söyleminde hayatını kaybedenlerin neden kaybettikleri anlaşılmamakta, fail de gizlenmektedir. Üçüncü olarak belirgin olan tutum ölenlerin “kaçakçı mı terörist mi” ya da öldürülmelerinin “kaza veya hata mı yahut kasıt mı” olduğu tartışmalarında görünür olmaktadır. Heron görüntülerinin o gece tespit ettiklerinin insan olduğu ve bombardımanın insanları hedef aldığı bilinmektedir. Ancak tartışmalarda “hata mı, kasıt mı” ve “kaçakçı mı terörist mi” ayrımlarının sivil insanlarla silahlı militanlara dair bir ayrım olduğu görülmektedir. Bu söylem, öldürülenler eğer silahlı PKK mensubu olsalardı operasyonda “kasıt” olduğu ve öldürülenlerin “insan” değil “terörist” olduğu sonucuna ulaştırmakta, durumu insansızlaştırmaktadır. Roboskî Katliamı’nın medyada yer aldığı süre boyunca iktidara yakın bir söylem içinde olan medya organlarının haberlerinde yukarıda bahsedilen “biz” ve “onlar” ayrımlarının da bir sonucu olarak; kötülüklerin merkezinde “onlar” olan PKK bulunmakta, “biz” olmasının neticesi olarak da siyasal otoritenin hata ve yanlışları yumuşatılarak yansıtılmakta, çoğunlukla olumlanmaktadır.
Kısa bir süre önce ilginç bir haber vardı: “Twitter'da ‘koalisyon’ tehlikesi: Şifreniz çalınabilir!”[1] Bir virüs twitter hesaplarına “koalisyon sonunda” özel mesajıyla yayılıyormuş. Mesajla birlikte gelen bağlantıya tıklandığında, hesabınızın şifresi birilerinin eline geçiyormuş. Ayrıca bu mesaj, sizin aracılığınızla başkalarına özel mesaj (DM) olarak gidiyormuş. Böyle böyle yayılıyormuş. Pek çok koalisyon “meraklısı” bu yolla mağdur olmuş.Ünlü hackerların otobiyografilerinden hatırladığım kadarıyla, başkalarının bilgisayarlarına, hesaplarına, sistemlerine sızmakta en büyük avantajlarının, kullandıkları teknik yöntemler ve teçhizattan ziyade hedef alınan sistemi kullananın her daim bir açık vermeye eğilimli olduğunu söylerler. Yani hacker bu durumda bir zaaftan beslenir. Haberden anlaşıldığı kadarıyla ve virüsün kullanıcılara gönderdiği mesaja bakılırsa, virüsü kodlayanlar bir zaaf varsayıyorlar: Seçimler bitti ama hükümet oluşturulamadı ve “herkes” bir an önce hükümetin kurulmasını bekliyor olmalı…Aşağıdaki duvar yazısından görüleceği üzere, âşıklar dahi koalisyonun kurulmasını bekliyor. Peki bir an önce bir hükümetin kurulması gerektiği ön kabulünün, hükümetsiz rezil rüsva olacağımız kanaatinin kaynağı ne olabilir? Sokakta kalmak, babasız kalmak, aç kalmak, biçare olmak gibi bir şey mi acaba hükümetsiz kalmak? Açıkçası birileri için sorunun cevabı, evet olsa gerek. Köşe yazarları, ekonomistler, yorumcular, iş dünyasının ileri gelenleri hep bir ağızdan aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Anlaşılan kimse ülkeyi “sahipsiz”, “öksüz”, “yetim” bırakmak istemiyor. Seçimlerin ardından meclise giren partilerden de alelacele açıklamalar geldi. Bahçeli, “Şartlarımız yerine gelirse sorumluluk alırız, Türkiye’yi hükümetsiz bırakmayız”[1] lütfetti.
Cihangir üzeinde F-16 uçurma fantazisinde, Roboski’ye bir gönderme de vardır. Roboski, olağanüstü halin, 1990'lar heyulasının idame ettirildiği katliam sahalarından biriydi. Kanun ve nizamın simgesi olarak istisna. Roboski’de köylülere ve katırlarına karşı ‘devlet’in azametini simgeleyen F-16 savaş uçaklarının karşı karşıya getirilmesinde, aynı kareye yerleştirilmesinde iktidarın sahnelenmesi söz konusuydu. Bu sahne, onu onaylamaya hazır olan ve ona isyan edecek olanlar arasındaki sınırı yeniden çizmeye, toplumsal mevzileri belirlemeye de matuftu. Savaş cephesi olarak vatan. Kanun ve nizamı istisnalarıyla temsil eden bu olağanüstü hal siyasetinin çok benzer bir sahnesi, 1994 senesinde Şırnak’ın Kuşkonar köyünün bombalanmasından da hatırlanır (link). Kuşkonar köylüleri korucu olmayı reddedince köy F-16’lar tarafından bombalanmış, evler taranmış, 38 köylü katledilmişti. 1990'ların farkı, Türk basınının derhal olayın PKK tarafından yapılmış bir katliam olduğunu ilan etmesiydi. O vakitler Cihangir buna inanıyordu. Ama 1990'ları AKP iktidarına bağlayan, sürekliliği gösteren bir başka ana geçelim: Hükümet, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde bu iddiada diretecek, ‘Eğer sorumlu PKK değilse bile, askeri uçakların menşei belli değil. Uçakların TSK’ne ait olduğuna dair hiçbir kanıt yok’ diyecekti. Olayda yer aldığı tespit edilen iki F-16’nın uçuş kayıtları gizlenmiş, Mahkeme’de 2014 yılında verdiği kararında bu kayıtların gizlenmesi üzerinden de ihlal kararı vermişti.
YPG, Tel Abyad’a girdikten sonra ilk iş olarak Arap, Kürt, Türkmen ve Ermeniler’den müştekil bir asayiş teşkilatı oluşturdu ve yerel hükümetin de Tel Abyad’ın etnik kompozisyonunu yansıtacağını açıkladı. Rojava’da azınlıkların yerel hükümete ortak olduğunu ve Halk Savunma Güçleri'nde temsil edildiğini düşünecek olursak, bu gayet ikna edici bir vaad. YPG hakimiyeti, örneğin kadınların Suriye’de ve Rojava’da daha önce sahip olmadıkları bir konuma gelmesine neden oldu. Belki de problem bu vaadde,[3] yani Rojava’da gelişmekte olan ve Mezopotamya’daki mevcut ulusdevlet anlayışlarına alternatif teşkil eden durumdur. Kobane’nin düşmesinin beklendiği sırada Mahçupyan Rojava ile asıl meselenin ne olduğunu az çok söylemişti: Rojava, ‘modernist ve sol Kürt hareketlerinin de başarısı olacak ve Barzani'nin sağ modeli altında ezilme duygusuna son verecekti. Rojava Öcalan'ın öğretisi doğrultusunda inşa edilmişti ve Kürtlerin anlam dünyasında tüm dünyaya avangard bir model olarak sunulmaktaydı. Rojava'nın ayakta kalması ve yaşaması bu nedenle büyük bir psikolojik öneme de sahipti.’[4] Rojava Devrimi karşısındaki haleti ruhiyeyi anlamak için PYD’nin uygulamaya koyduğu Toplumsal Sözleşme'ye bakmak lazım. Biz, Afrin, Cezire ve Kobane’nin Demokratik Özerk Bölgelerinin halkı, Kürt, Arap, Süryani, Arami, Türkmen, Ermeni ve Çeçenlerin Konfederasyonu’ diye başlıyor Sözleşme. Rojava’nın ayrı bir devlet olma tasavvuru bir yana, ulus-devlet fikri reddediliyor.
Yas tutmak ne işe yarar? Neden yas tutmak gerekir? Nedeni belki intihar bombacılarında. Savaşlardan, kırımlardan sonra tutulamayan yaslar insanları hastalandırır, insanın içini yer bitirir, öfkesi insanoğlunun artar taşar, gözü düşmandan gayrısını görmez olur. Yas durumunda önce gerçek olmamasını dileriz, rüyaymış gibi gelir olan bitenler, bir sabah uyanıp yanımızda olmasını hayal ederiz sevdiğimizin. Savaşlardaki, toplu katliamlardaki kayıplardan sonraki bu inanmazlık aşaması ‘eylemlerle, daha güçlü geleceğiz, on bin kişi, yüz bin kişi gideceğiz’ ile başlar belki. Kayıplar hem içimizdedir, hem inanmak istemeyiz o güzel gülüşlü, tutkulu, inançlı genç insanların kaybına. Sonra öfke başlar, bırakıp gidene de, bizden onu alana da, başımıza gelene de kızar durur, sövüp sayar, ona zarar verme planları yaparız içimizden. Öfke ile halleşince pazarlık başlar gizliden gizliye, şunu yaparsam geri gelsin diye geçiririz büyülere, olağanüstülüklere inanarak içimizden, sonrasında tadı kaçar insanın, bir bakarız ki bu hayat bu güzel çocuklar olmadan devam edip gidecek, sevdiğimizin yüzünü, sesini, dokunuşunu görmek, hissetmek mümkün olmayacak, bizden de bir parça gider çok zaman gidenin ardından, ama yası tuttukça gidenden parçalar eklenir ruhumuza, babasını yitirmesinin ardından onun gibi dürüst, adil olmaya çalışır bazen insan, her gidenden bir miras kalır ruhumuza. Çökkün ruhumuzla hemhal olunca kabulleniriz olan biteni ve yaşamı yeniden başka türlü inşa ederiz. Belki o zaman topluca Rojava’da park inşa ederiz, kütüphane kurarız, oyuncaklar dağıtırız çocuklara.
Türk-İslâmcılığın Suriye siyaseti, sadece Suriye ve Ortadoğu’ya değil, Türkiye’ye dair de bir mühendislik projesiyle alakalıdır. Afganistan halkının mülteci kampları halkına dönüştürülmesi, ABD ve Pakistan istihbaratı açısından sadece Afganistan’ı değil, Pakistan’ı dönüştürmek, neo-İslâmcı söylem etrafında Pakistan Ordusunun/istihbaratının iktidarını istikrara kavuşturmak açısından da fırsat olarak görülmüştü. Mülteci kamplarında ve Pakistan’ın her yerinde hızla yayılacak olan medreselerde yetiştirilen silahlı “mücahit” gruplar, sadece Afganistan’da değil, Pakistan’da ve (post) Sovyetler Birliği’nde de “komünizm”e karşı mücadele edecekti. Mültecilere yönelik faaliyetler etrafında Pakistanlı sağ/İslâmcı örgütler de güçlendirilecek ve teçhiz edilecekti. Siyasal İslâmdan bir nefret ideolojisi çıktı; DAEŞ gibi, tekfirci bir dünya görüşü etrafında seferber edilen Taliban, absürde varan dinî dayatmalarının yanı sıra etnik temizlik, kadın kırımı ve tecavüzle de şan kazanacaktı. Pakistan’da ise bu nefret gruplarının yarattığı korku, İslâmi referansları olan muhalefetin bile tedhişe maruz kalması sonucunda ordu ve istihbaratın (“derin devlet’”n) neo-İslâmcı amaçlarına aykırı politika yapmak da ilelebet imkânsız hale gelecekti. (Zira Mevdudi’nin İslâm devleti projesi hegemonyasını inşa edememiş, seküler/sol rakiplerini bastıramamıştı.) Bugün Pakistan’da seküler kesime veya insan hakları savunucularına satırla saldıran örgütler (ya da madem daha iyi anlaşılıyor: “kırmızı çizgileri” ya da “manevi hassasiyetleri” olan gençlik grupları) bu hesapların ürünü. Bu saldırılar da “faili meçhul”…
Açıklamaya çalışalım: Sizin fiziki olarak komşunuz olan Kürtleri ve onların yapılanmalarını, kazanımlarını, güçlerini yok sayarak, Ortadoğu’da bir adım atamayacağınız, Jerablus ve Bayır-Bucak’tan öteye bir tahayyülünüzün olamayacağının işareti olur. Şu anda Türkiye’nin Ortadoğu politikasının, özellikle de Suriye’ye dair tutumunun, vaziyeti bu. Açıktan söylenmese de, kendini ve güya herkesin devletin bütün siyaset ve imkanlarını “kurucu unsur” olan etnisitenin “yaşam alanı”nın (Lebensraum) tabii koruyucusu rollere soyundurursan, Tel Abyad’la, Jerablus’un, Bayır-Bucak’la Kerkük ve Tel Afer’in ya da Uygur’un haritadaki yerlerini bile gösteremeyen, yanaşma ve ezberlediği bir kaç kavramı sürekli tekrar eden (mu)hafız derin stratejistlerin kurgularıyla oluşturulan bir dış politikan olur; çünkü Türkiye’deki, durum bu. Cumhuriyet’in Ortadoğu politikasının (belki de, bütün dış politikasının çok büyük bir bölümünü) bel kemiğini oluşturan ve kendi Kürt sorunuyla malul, sürekli Irak, İran ve Suriye merkezi hükümetleriyle birlik olup, bütün Kürt hareketlerine ve yapılanmalarına karşı duran (bu karşı olunana, AKP’nin Ortadoğu’da kalan tek dostu Barzani ve KDP de dahildir) tutumunun, gelinen noktada, hiç bir tabanı ve gerçekliği kalmamıştır. Türkiye’nin son dönemlerde bunun farkında olsa da, tarihsel anti-Kürt algısı ve politikasının yılmaz bekçisi kurumlarının ayak diremesiyle karşılaştığı anlaşılan durumunun, artık sürdürülebilmesinin imkânı kalmadı.
Çatışma bölgelerinde çocuklar katliamı görmüyor da sanki onu üç boyutlu bir gözlükle izliyor. Yani ondan başka bir şey yaşamıyor, çünkü günlerini savaş dolduruyor, gündelik planlarını o belirliyor, o karar veriyor. Bunu savaş bölgelerinden henüz sığınma kamplarına yerleşmiş çocukların yaptığı resimlerde görmek mümkün. Örneğin, Suriyeli göçmen çocukların yaptığı resimlerde, kağıtlarını, devasa savaş uçak ve tankları kaplıyor. Bu resimler, daha önceki yıllarda Afganistanlı göçmen çocukların yaptığı resimler ile benzeşiyor bu anlamda. Bazı resimlerde, tank, füze, roket çizimlerinin arasına serpiştirilmiş bir ağaç, bir dükkan bir direk hatta bir yol dahi yakalayabilmek zor. Childhood Under Fire raporu, hemen hemen her resimde kanların bulunduğunu belirtirken, çatışan insan figürlerinin ellerindeki silahların insanlardan daha büyük çizildiği de hemen göze çarpıyor. Kuşkusuz bu konuda, her resmin (kalemin sahibinin hikayesi eşliğinde) yorumunun ilmi ehliyeti çocuk psikologlarında, uzmanlarındadır, bu sebepten böylesi hassas bir konuda rol çalmamak ayrıca ehemmiyet kazanır; ancak bu resimlerde savaşın, çocukların gözlerini bir aksu gibi kapladığı herkesin çıkarsayabileceği kadar üryandır. Ve kız çocukları. dikenli yolun diğer seyyahları. Aslında kızı erkeği fark etmez, savaş çocukluğu öğütürken dişlerinde. Kız erkek ayırt da etmez savaş, çocukluğa göz diktiğinde. Ama harp atmosferi, çocukluktan ayrı bir “kız çocuğu” anlamı dayatıyor yine de, bir kız çocukları olduğunu fısıldıyor annelerin, babaların kulaklarına, bir kız çocuğu olduğunu hatırlatıyor çetelere, çocuktan daha fazla, bir “kız çocuğu” olduklarını öğretiyor kız çocuklarının kendilerine.
Bu bölüm gerçek. 10 sene boyunca Fransa'dan uzakta yaşadım. Fransa'ya döndüğümde Fransızların yönetici seçkinleri ve medyatik kişileri nasıl tamamen hor gördükleri beni çok şaşırttı. Belki gazetecilik siyasetçilerden bile fazla, en çok hor görülen tek meslek. Durumun oldukça evham verici olduğunu söylemek lazım. 2012'de Fransa sağa kaymış olsa da Hollande başbakan seçildi. 2017'de Fransa daha da fazla sağa kaymış olsa da Hollande yeniden seçildi. Sosyalist Parti'nin, Ulusal Cephe’yi merkez sağı dışarıda bırakmaya itmek üzerine kurulu stratejisi, olayları oldukça sağlıksız bir noktaya getirdi. Bu yüzden de Fransa'daki hayat kötüleşti. Artık eskisinden çok daha fazla fakir kişi var. Her gün daha çok insan medyada söylenen ve yazılanlara inanmıyor. Bu da size bizim ne kadar garip bir ülke olduğumuzu gösteriyor çünkü her şeye rağmen Fransızlar doğurmaya devam ediyor. İrlanda'yı saymazsak eğer Avrupa'daki en yüksek doğum oranına sahibiz. Bildiğim en çarpıcı olay 2005'te Avrupa Anayasası'na ilişkin yapılan referandumdu. Fransızlar çok net bir şekilde bu referandumda hayır oyunu kullandılar ve sonraki haftalarda hükümet parlamento aracılığıyla Avrupa Anayasa'sını onayladı. Bu demokrasiye itibar edilmediğini çok açık bir şekilde gösteriyor. Bu yüzden de insanların yöneticilere karşı hissettikleri düşmanlık çok güçlü ve bu ekonomik krizin ve işsizliğin en yüksek olduğu bir döneme denk geldi. Ve Fransa'da işsizliğin gerçekten var olduğunu hesaba katmalısınız: İspanya ya da Latin Amerika'daki gibi kayıt dışı iş yok, ayrıca ailevi dayanışmada yok bu tamamen yok oldu. İnsanlar tamamen çaresiz durumda.
“Tarihin belirli bir yönü yok” hipotezi, bizi, bu zaman ve mekâna hapsettiren, bu gerçekliği tevekkül içinde kabul etmemizi salık veren, kapitalist sömürüyü ve burjuva iktidarı kutsayan; ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emek-sermaye çelişkilerini tavsayıp, bu devranın gaybı gazadan beri böyle gelmiş böyle gideceğine dair idealist anlayışı bilincimize zerk ettiriyor ve bizlere sınıf hegemonyası-devlet ilişkilerinden kopartılarak palyatif iyileştirmelerle sistemi daha düşük iniltilerle değerler manzumesi (demokrasi, insan hakları, yaşanılır çevre...) yörüngesinde simetrik devinimlerle debelenmemiz koşullanıyor. Bu değerler manzumesi “mevzi savaşımı/kazanım” ekseniyle, devrim tarihselliğiyle birleştiğinde anlam kazanır ve bu yönüyle hiç kuşkusuz en ufak hak ve özgürlük mücadelesi önem arz eder ama sistemi yamamakla yetinildiğinde bu tiran saltanatının modern burjuva versiyonunu kollayıp kutsamaktan başka bir icrası olmaz. “Kuşkusuz eleştirinin silahı, silahların eleştirisinin yerini alamıyor”sa; “somut güç, ancak somut güçle yenilebilin”miyorsa ve “teori de, yığınları sarar sarmaz, somut bir güç durumuna” (Marx) gelmiyorsa, tek başına değerler manzumesi kaç değer akçe eder? “Geçmişi her zaman kendi bıraktığı izlerden tanımaya mahkum”ken (Marc Bloch), tarihin ileriye akan yönünün, farklı zamansallık ve mekânsallıkta nasıl ve ne gibi sosyalist komünler yaratacağını tam teşekkülü bilmiyoruz. Bugün bildiğimiz şudur: 1- tarihin ileriye akan yönü, ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emek-sermaye, yöneten-yönetilen... çelişkilerini ve köleliğe-buyurganlığa amade bilinci/kültürü parçalayarak özgürleşmeyi aşağıdan yukarıya komünler sistemiyle inşa edilen...
Yunanlılar diz çöksün istiyor Troyka canavarı. Teslim olsun; vahşi neoliberal kuşatmaya, paranın düzenine razı gelsin… Sermaye talan etsin Yunanistan’ı, taşını toprağını yağmalasın... Hisse senedi ve gayrimenkul piyasaları üç kuruş daha büyüsün, her şeye hükmetsin, Yunanlıların hayatları konuşulmasın bile… Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF’nin çirkin şantajının özeti bu: Yunanistan çöle dönsün, zeytinlikleri kurusun, göğünde kuş uçmasın. Sonra Antigone çıkar sahneye ve zalim kral Creon’a “hayır” der: “Benim hakkımı benden esirgeyemez kimse” diyerek başkaldırır. Ölen kardeşini gömme ve yasını tutma hakkına kahramanca sahip çıkar. Kardeşi Polyneikes’in gömülmesini, yasının tutulmasını yasaklayan kralın ölüm fermanı ve iyi kalpli kız kardeşi İsmene’in “Kralın yasağına karşı gelirsek, düşün/ nice olur sonumuz? Unutma, kadınız biz/ Baş edemeyiz erkeklerle, bizi yönetenler bizden güçlü/ Katlanmayıp ne yapacağız belki bundan beterine?/ Ölmüşlerim bağışlasınlar beni, yasağa boyun eğmekten başka/ bir şey gelmez elimden. Gücümüzü aşan işlere kalkışmak/ çılgınlıktan başka ne ki?” yakarışları karşısında hiç tereddüt etmez. Arzusuna sımsıkı sarılır. “Ben gömmeye gidiyorum ağabeyimi/ bu uğurda ölsem de ne gam!” diyerek eyleme geçer. Ölüyü gömer. Kendi ölümünü göze alarak, “Evet yaptım bu işi” der. Eylemi gerçekleştirmekle kalmamış, yaptığını söyleme cesareti de göstermiştir. Eylemin, konuşmanın, sözün ölümcül bir suç olduğu kişi haline gelir. Antigone’nin isyanı kurulu düzende, devlette ve ortak ahlakta cisimleşen İyi’ye yönelir. Riyakarlığın, taş kalpliliğin ve alçaklığın düzenine…
7 Haziran 2015 seçimleri, Türkiye’nin siyasal yaşamını doğrudan etkileyen bir sonuç çıkardı. Önemli sonuçlarından biri, seçim barajının Kürtler açısından işlevsiz hale gelmesi, diğeri de başkanlık sistemi, yani tek adama dayalı rejim tartışmalarının sona erdirmesidir. HDP’nin barajı aşması, 2002’den beri süregelen AKP’nin tek başına iktidarına nokta koydu. Bu sınırlandırmada, Kürtlerin politik tutumu asıl belirleyici etken oldu. Kürtler, 2002-2015 yılları arasında AKP ve Erdoğan’ı daha fazla destekleyerek, iktidarın anahtarını kendilerine vermişti. Bu tercihte, AKP’nin Kürt sorununun çözümünde önemli rol oynayacağına dair inanç etkili olmuştu. Ancak, çözüm sürecinin çok fazla sürüncemede kalması ve her seçim öncesinde adeta AKP’ye sunulan bir krediye dönüşmesi, bu inancın zayıflamasına ve Kürtleri bir tutum almaya yöneltti. HDP’nin parti olarak seçime girme kararı ve %10’luk seçim barajının, imkan olmasına rağmen, bir türlü kaldırılmaması, HDP’yi tartışmaların merkezine bıraktı. HDP’nin Türkiye’de toplumsal tabanını genişletmesi sürpriz görülmemelidir. HDP’nin başarısında programsal bakışı ve pratiğin etkisi olmakla birlikte, başkanlık sistemi, çözüm sürecinden sonra Kürt sorununun yok sayılması gibi gelişmeler de etkili değişkenlerdir. HDP’nin başkanlık sistemine karşı duruşunu ilan etmesi, Alevi Kürtler ve liberal, sol, sosyalist ve başkanlık sisteminde istikrarı görmeyenler HDP’yi adres olarak görmelerine neden oldu. Yine HDP’nin barajı aştığı takdirde, AKP iktidarını sınırlanabileceğinin görülmesi de başka bir etkendir.
İstiklal Caddesi’nde Onur Yürüyüşü’nü sabote etmek isteyen şu polisler... Bu sabotajın meşruluğundaki ayıbı daha çok haykırmak gerek. O sokaktan (İstiklal’e çıkan ara sokakların birinden) geçemeyeceğimizi söyleyen polis, benlik algısını biraz daha şişirebilmek adına arkamızdan bağırıyor: “Yürü! Hadi, hadi, hadi!”, devam ediyor: “Yürü, yürü!”. Zaten herkes yürüyor, herkes yürürken bu kadar içten, coşkuyla, otorite boğazıyla bağırmak niye? Arkamı dönüp bağırıyorum ezilen boğazıyla, duyduk; bağırma diye yankılatıyorum sesimi. Gözgözeyiz; bağırırım diyor, yürü. Biraz daha bağırıp yürüyoruz. Esasen terörün ne olduğunu kime nasıl anlatacağımız bir kördüğüm haline gelip elimize, kolumuza, boğazımıza diziliyor. Momo’yu düşünüyorum, Emile Ajar’ın yazdığı; polis mi yoksa terörist mi olsam diye düşünen Momo’yu. Benim yerimde olsaydı, şu koşullarda “devlet terörü” diye bir tamlamanın da yanlış olduğunu; çünkü terörün devletin tekelinde, sokaklarda bizlere saçılan bir kavrama dönüştüğünü görürdü. Yürü’nün ironisi bizi öfkeye boğulmaya mecbur eden. Yürümek istiyoruz zaten; yürüyoruz; sen adımlarımızı mavi plastiklerle hedef almasaydın, gaza boğulmasaydık zedesiz yürüyecektik. Adım başına bir zede düşüyor sokaklarda herbirimize. Yürümemize olan hıncı anlayamıyoruz. Hıncın, adım katsayısını anlayamıyoruz. Aldığımız nefesi biberleştirmeni anlayamıyoruz. Sınırları belli, ideolojiden arındırılmış bir yürüme talebindesin; oysa her adımda sınırsızlığın ve ideolojilerin, hürlüğün topuk sesini duyuruyoruz.
Yukarıda bahsettiğimiz tüm liderlik özelliklerini birleştirdiğimizde Cumhurbaşkanı Erdoğan engellere ve sınırlamalara meydan okumayı seven bir lider olarak karşımıza çıkmakta. Ancak, bu meydan okumayı yaparken elindeki gücü çoğunlukla dolaylı olarak değil, doğrudan kullanması ile dikkat çektiği için, engelleri aşmak konusunda her zaman istediği ölçüde başarılı olamamakta. Gücü kapalı kapılar ardında manipülasyonlar yoluyla değil de doğrudan ve sert kullanmayı tercih ettiği için birçok kişiyi de rencide edebilmektedir. Erdoğan’ın siyasetteki genel olarak amacının öncelikle kendisinin olmak üzere, partisinin, seçmenlerinin ve/ya tabanının diğerleri üzerindeki kontrolünü mümkün olabildiğince artırmak olduğunu da görüyoruz. 7 Haziran seçimleri ertesinde hükümet kurma çabası da bu genel çerçevede değerlendirilmelidir. Kısacası, ortaya konulan her türlü hükümet önerisi Cumhurbaşkanı açısından bu kazanımları sağladığı sürece tercih edilecektir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 7 Haziran seçim sonuçlarının yeni koşullar doğurması sebebiyle, bazı konularda eskisine göre değişebileceğini bekleyebiliriz (örneğin, dışarıya daha açık bir lider haline dönerek daha önce dinlemediği farklı seslere kulak vermesi).
Hemen her hak mücadelesinde olduğu gibi, vegan hareketin de hedefi aslında ‘değiştiremedikleridir’. Dolayısıyla, zaten veganizme meyilli vejetaryenlerden ziyade, örneğin, sürekli hayvansal ürün tüketenleri vegan eylemlere çekebilmek, onları orta ya da uzun vadede dönüştürebilmenin, onların kendi devrimlerini yapabilmelerinin ilk adımıdır. Tersini düşünecek olursak, ileride vegan olması (düşük de olsa) ihtimal dahilinde olan birini, iki saat önce hayvan yedi diye bir eylemden ya da yürüyüşten dışlamak, bence kabul edilir bir tavır değildir. Bu kuşkusuz hayvan yemeyi, vegan düşünce çerçevesinde kabul edilir kılmaz. Dahası, insani bir nezaket bağlamında, veganların eylemine elde et dürümle gelmek kabalıktır, ayıptır, dolayısıyla asgari nezaketin ve saygının tesisi elbette şarttır. Ama etoburların vegan harekete dahil olması siyaseten bir kusur değildir. Belki bir strateji, kapsayıcı ve insancıl bir yöntemdir ki bu da hareketin ihtiyacı olan bir şeydir. Benzer şekilde, 1 Mayıs’a meraklı kalabalık olarak (asgari saygı çerçevesinde) faşistlerin gelmesi nasıl ideal bir durumsa, etoburların da hayvan hakları mücadelesine bir şekilde katkı vermesi şaşılacak bir şey değildir. Ezici çoğunluğu siyaseten değiştirme çabasındaysak, onları dışlayarak bu işin olmayacağı, hareketin bu dışlayıcılığı sahiplenmesinin daha derin ve onulmaz bir çelişki yaratacağı açıktır.
AKP’nin bir siyasal parti olarak girmiş olduğu bu oyunu yöneten Erdoğan’ın oyun sonunda büyük bir canavarla mücadelesi kaçınılmazdı. Bu aktör ise, AKP’ye kuruluşundan itibaren desteğini esirgemeyen, karşılığında ‘ne istediyse alan’ Fethullah Gülen Cemaati’ydi. Kamu kurumlarındaki kadrolaşması ile iktidarın bir ortağı olan Cemaat, Erdoğan için artık iktidarı için bir tehditten başka bir şey değildi. AKP iktidarı boyunca süre giden yolsuzlukların soruşturulması savaşın fiilen başlamasına patlak verdi ve bu savaş halen devam ediyor. Fakat şurası yine açık ki, Gezi Parkı’ndan bu yana hem liberaller hem de Fethullah Gülen Cemaati, Erdoğan’ın seçim meydanlarında tabanını yeniden kutuplaştırmak ve konsolide etmek için en önemli araçları olmuştu. 2014 Yerel ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Türk medyasındaki ve akademisindeki ‘AKP çöktü, Erdoğan bitti’ tezleri seçim sonuçları ile yeni bir hüsrana yol açmıştı. Aslında bu husus, Erdoğan’ın ve AKP’nin serüvenini bir başarı olarak görememekten kaynaklanıyor. Zira demokrasi ve hukuk devleti ilkelerine göre bütün bu yaşadıklarımız rezillikten öte bir noktadayken, öte yandan işin siyasi aktörlerin iktidarı elinde tutma becerisi olarak nitelendirdiğimizde AKP ve Erdoğan iktidarının bu hususta Türk siyasi tarihinin en başarılı aktörlerinden biri olduğu kaçınılmaz bir gerçek.
Siyasette etkisi devam etti. 2006’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 1 yıl öncesinde Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle gündemden düşmeyen irtica ve başörtüsü ile eğitim konusunun tartışıldığı bir televziyon programında “Başörtüsü ile okumak isteyenler Arabistan’a” sözlerini sarfetti. Hak temelli bir itiraz Türkiye sağ siyasetinde “ya sev ya terk et” retoriği ile karşılık buluyordu. 2013 yılında Ak Parti hükümetinin sözcüsü Bülent Arınç’ın “Kürtçe öğrenmek isteyen Kuzey Irak’a gitsin” sözleri ile bu retoriğin hala tedavülde olduğu anlaşıldı. Demirel son olarak “bugün bu yaşımda meydanlara çıksam Tayyip Erdoğan’ı perişan ederim” dedi. Boynuz kulağı geçiyor. Demirel Türkiye’de sağ siyasetin nasıl bir retorik ile yapılacağına dair önemli bir rol model oldu. Unutma, önemsizleştirme, yoksayma, yaftalama, ötekileştirme, çarpıtma, dikkat dağıtma, ne pahasına olursa olsun, tutarsızlık pahasına, dün ile bugün arasındaki ilişkiyi koparma, kavramların içini boşaltma, totoloji pahasına da olsa sözel üstünlük sağlama, cevabı yapıştırma, anlamı muğlak bırakarak netliğin getirebileceği zahmetten kaçınma üzerine kurulmuş bu siyasi retorik geleneği bugün takipçileri tarafından kullanılmaya devam ediyor. Biz de Demirel’den miras bu siyasi dili mizahi, sevimli, zeki, kurnaz, becerikli bulup binaenaleyh “çok politik konuştu” diyoruz, dudaklarımızı sıkıp başımızı sallayıp takdir ediyoruz.
Bu bakımdan HDP’nin seçim bildirgesinde hayvan haklarına yapılan vurgu, diğer partilere kıyasla daha fazla olsa da[1], etoburluğu sorunsallaştırmadığı için yetersiz ve çelişkilidir. Aynı seçim bildirgesinde bir yandan “HDP, tüm canlıların yaşam hakkını savunur” ve”hayvanlarin itlaf edilmesini, kürkleri ve varlıkları ile sermaye birikiminin parçası haline getirilmesini sağlayan düzenlemeler ve yasalar iptal edilecek” denilmiş, öte yandan “et ve et ürünlerinin ithalatı yerine, hayvancılık desteklenecek ve halkımızın doğal et ve süt ürünlerini tüketmeleri için imkân sağlanacak” denmiştir. Vejetaryenlığın Türkiye toplumuna yabancı olduğu, seçimlerde Türkiye geneline seslenen bir partinin et-severliği mesele etmesinin siyasi intihar olacağı söylenebilir. Ve fakat o zaman, partimiz “tüm canlıların yaşam hakkına saygılı” ya da “hayvanların varlıkları ile sermaye birikiminin parçası” olmasına karşı gibi iddialı maddelere de bildirgede yer vermemek gerekir. Zira hayvancılık tanımı gereği hayvanlar üzerinde tahakküm demektir, onların araçsallaştırılması, nesneleştirilmesidir, canlıların yaşam hakkının ihlalinin daniskasıdır. Maksadım HDP’ye yüklenmek değil; etoburluk ve hayvanseverlik arasındaki çelişkinin hayvan haklarına duyarlı olduğunu beyan eden bir parti tarafından dahi ihmal edildiğine dikkat çekmek.
Yeşil hareketin, küresel ısınma karşıtı hareket zemininde, gelişmekte olan ülkelerde nasıl işlenebileceğine dair birkaç gerçekçi analizi Klein’ın yeni çalışmasında okumak mümkün. Örneğin, en çok kirliliği gelişmiş endüstriyel ülkeler yaratırken, bundan en büyük zararı gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerin gördüğü gerçeği meselenin sınıfsal analizinde önemli bir kriterdir. Diğer bir kriter de, zaten endüstrisini Uzakdoğu Asya’ya kaydırmış batının fosil yakıtlardan vazgeçmesinin, gelişmekte olan ülkelere nazaran daha kolay ve çabuk olabileceğidir. Bu zeminde kaya gazı (fracking) da yeni bir fosil yakıt olarak batının gündemine giderek daha da artan bir ivmeyle giriyor, fosil yakıtın çok daha yakında olduğunu insanlara anımsatıyor. Yeşil hareketin yeşil-korkuya (green-scare) dönüştürülmeye çalışılması, ekolojik mücadelenin “radikalleştirilerek” kamuoyu nezdinde tu-kaka edilmesi meselenin biricik sınıfsal boyutu değil. Bununla birlikte yalancı-yeşil yakıtlar da gitgide daha popülerleştiriliyor. Biyodizelden tutun da kaya gazına dek yeni yakıtlar, iklim değişikliğine olan katkılarından söz edilmeden yeni ve yeşil yakıtlar olarak sunuluyor. Tüm bu yeni yakıtların “yakma” üzerinden işliyor oluşu ve bu nedenle halihazırdaki teknolojilere uyumunun nispeten kolay oluşu, gerçek yeşil yakıtların şansını daha da zorlaştırıyor. Böylece çünkü, yeşil yakıtlara ulaşana dek aşılması gereken yakıt çeşidi, atlanması gereken hendek sayısı gitgide artıyor. Bunu ‘su uyur düşman uyumaz’ olarak okumak da pekala mümkün.