Resmi tarihin problemli yazımı tarihsel ve toplumsal meselelerin yanlış ve eksik bilinmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla resmi tarih yazımını referans alarak üretilen düşüncelerin doğru ve sağlıklı olması ise beklenemez. Resmi tarih yazımı, egemenlerin, dolayısıyla faillerin yanlışlarını ve suçlarını örtmede bir kara perde işlevi görür. Bu kara perde ile belli bir zaman diliminde hakikatlerin üzerini örtmek mümkündür. Ancak hakikatlerin er ya da geç açığa çıkma ve hesap sorma gibi bir niteliği vardır. Dolayısıyla sonsuza kadar gizli tutulmaları ve yok sayılmaları mümkün değildir...Tarih yazımı mağdurlar açısından son derece zor ve problemli bir alandır. Zira mağdurlar önce hayatta kalabilme, sonra kendini güvene alma, sonra da kaybolmama süreci yaşarlar. İşte bu son aşama yani kaybolmama çabası, onları, hakikatlerin peşine düşmeye zorlar. Zaten, hakikatler de daima gün yüzüne çıkarılmayı bekler. Son yıllarda hakikatlerin açığa çıkarılmasında küçümsenmeyecek bir yol alındı. Deyim yerindeyse, resmi tarih yazımının yalanları hemen her konuda önemli ölçüde deşifre oldu. Demokratik Kürt hareketinin mücadelesiyle Kürt sorunu, Hrant Dink ve Ermeni halkının mücadelesiyle Ermeni sorunu, Alevi toplumunun mücadelesiyle Alevi sorunu ve Dersim Katliamının açığa çıkarılmasına dair sürdürülen mücadeleyle “Dersim İsyanı”na dair resmi tarih tezi artık eskisi gibi savunulamaz durumda. Resmi tarih tezinin bütün bu alanlardaki kara perdesi önemli oranda aralandı.
Beni ürperten işte bu nefret membaı. Bu membaın kurutulması gerekiyor. Ama kolay değil ve devletin ideolojik aygıtlarınca, hükümetler değişse de, vazgeçilmez bir hınçla yeniden ve yeniden üretimine devam ediliyor. Devletin kurucu ideolojisinin, Ermenileri de Çerkesleri de ve tabii Kürtleri de varoluşuna yönelik en dinamik tehdit olarak algılaması, artık gizlenemeyen bir gerçeklik. Paradoksal olarak da, yok farz edilen bu ve diğer etnik, dinsel, cinsel kimlikler, en beklenmedik bir zamanda, Hrant'ın katlinin akabinde, özgünlüklerini ve varlıklarını adeta haykırarak aynı yerlerde özgüllükleriyle yanyana gelmeye başladılar. Çerkesler ve Ermeniler arasında bu son süreçte, özellikle de HDP çatısında, mesafeli durma yanlışlığı gideriliyor. Bir Çerkes olarak itiraf etmeliyim ki, Çerkeslerin, çok yakın zamanlara kadar Ermenilere bakışı, algısı ne yazık ki egemen ideolojinin, utanç verici derecede, etkisi altında işledi. Ermeni imha ve inkârına karşı son derece anlamsız bir sessizlikle, asimilasyona uğrayan sanki sadece Çerkeslermiş, dili, kültürü ve kimliği inkâr edilen tek bizmişiz gibi, etrafına pek bakmama gibi bir aymazlık içindeydik. Ermeniler daha geniş bakarak, imha çarklarının Çerkesleri de dişlileri arasına aldıklarını görüp dile getirme cesaretini gösteriyorlardı.
Oysaki bütün meseleyi ifade özgürlüğüne ilişkin kutuplaşmış görüşler üzerinden ele almayı seçerek, bu sorunu görmezden geliyoruz. Bunu yaparak da, yıllardan beri devam eden, –Cumhuriyet’in, laikliğin [laïcité; Fransız devlet sekülerizminin] ve ifade özgürlüğünün savunucusu olan– “iyi Fransızlar”la –malum olduğu üzere komünalist, İslamcı, hoşgörüsüz, cinsiyetçi ve gerici olarak görülen– göçmenleri karşı kutuplara yerleştirerek, çok önemli evrensel değerleri toplumun meşruiyetini yitirmiş [delegitimising] bir kısmının amaçları uğruna kullanma kampanyasına yeni bir bölüm eklemiş oluyoruz. Yaşamlarımız için müşterek bir ilke olarak evrenselciliğe sık sık başvururuz; ancak evrenselciliğin kendisi temellük ve manipüle edilmiştir. Evrenselcilik, belli bir grubun ayırıcı bir hasletine dönüştürülerek, –özellikle de başörtüsü karşıtı ateşli kampanyalar aracılığıyla– özel bir topluma karşı bir suçlama olarak kullanılıyor. Dahası, 11 Ocak’taki Cumhuriyetçi yürüyüşler, evrenselciliği hattından çıkartan bu yaklaşımı bertaraf edemedi. Bu gösteriler, ortak değerleri savunan insanlarla kendi yabancı düşmanı duygularını ifade etmek isteyen insanları hiçbir ayrım olmaksızın bir araya getirdi.
Pratikte elbette seçimi kimin kazanabileceğine dair eğilimler okunabilir, ancak bu yine de meselenin epistemolojik problemlerini çözmez. Bu epistemolojik problemler sadece anarşizm ya da diğer azınlık siyasetleri için geçerli değil, stratejik oy vermeye meyleden tüm siyasi gruplar için geçerlidir. Stratejik oy vermeyi eleştirirken ödev ahlakından kaçınmaya çalışmamın bir iki nedeni var. Bir, stratejik oy vermenin anarşizm açısından yarattığı açmazı analiz etmek için ahlakçılığın tezlerine, ki bir ahlakçı olmama rağmen, ihtiyaç yok. Yukarıda değindiğim tez, bu sakıncaları anlatmak için yeterlidir. İkincisi, anarşizmin stratejik oy vermeye mahkum oluşu, ahlakçı tezlerden daha yüksek bir önceliğe (öneme demiyorum) sahiptir. Bu önceliğin, pragmatik bir nedeni var, o da siyasetin hızı. Paradoksal bir şekilde, stratejik oy vere vere kendini büyütmeye ve geliştirmeye gayret eden bir siyasetin rekabetçi siyasette başarılı olma şansa oldukça düşük olacaktır. Zira, değillemelerle hareket eden, pozitif mesajını kısa vade kazanç uğruna negatif mesajlarla takas eden ve bunu süregiden bir siyaset stratejisi yapan bir politikanın başarılı olacağına inanmak imkansız. Anarşist siyasetin görece başarısızlığının nedenlerinden biri de bu pragmatizmden sıyrılamaması, kendi sonunu getiren bir paradigmayı bilhassa kendi yaratması ve daha kötüsü bunlara boyun eğmesidir. Çözüm de nispeten açıktır - siyasetin çerçevesini ve kurallarını, anarşizmin, artık kendine zarar vermeyecek bir denklemle ve yöntemle çizmesi, bununla da yetinmeyip bu denklemi çözebilmesi.
Son birkaç gündür, Rektörlük seçimleri vesilesiyle ama daha çok İstanbul Üniversitesi seçimleri özelinde yoğunlaşan bir gündem aracılığıyla “sandık”, aktüaliteye teşrif etti. Prof. Dr. Raşit Tükel, rektörlük seçimlerinde 1202 oy aldı ve birinci oldu. Onu 908 oyla Prof. Dr. Mahmut Ak takip etti. Ancak YÖK Mahmut Ak’ı birinci, Raşit Tükel’i ise ikinci sıradan önerdi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Mahmut Ak’ı rektör olarak belirledi. Bu durum İstanbul Üniversitesi’yle sınırlı da değildi: Örneğin Uludağ Üniversitesi’nde de en çok oyu alan Prof. Dr. Kamil Dilek değil, ikinci sıradan önerilen Prof. Dr. Yusuf Ulcay rektör oldu. Hatta Harran Üniversitesi’nde, üniversitedeki seçimlerde beşinci sırada olan Prof. Dr. Ramazan Taşaltın rektör olarak atandı. Liste uzar gider, uzatmadan söyleyelim: Seçimlerdeki bu türden “adaletsizlikler” bu seçimlere has değildi. Örneğin eski Cumhurbaşkanı Gül döneminde de benzer uygulamaları hatırlıyoruz.Tükel basın toplantısında, “Bir seçim sonucuna bağlı kalmayacaksanız, sandığın iradesine oy verenlerin iradesine bağlı bir karar almayacaksanız, ona göre bir atama yapmayacaksanız seçimi neden yapıyorsunuz” demiş.
Rembrandt'ın çıplakları kendi döneminden günümüze kadar birçok yoruma ilham vermiştir. Onun realizmi, bedenlerin çirkin görünüşlerinin temsiline kadar varmıştır, vücuttaki çatlakların ve dizlerdeki deformasyonların temsili gibi. Bal, güncel bir yorumdan alınan bu pasajın önemini vurgular: “Rembrandt bir çıplak kadını gerçekleştirdiğinde, bir Yunan Venüsünü model olarak seçmedi. Bir çamaşırcıyı, ya da ahırdan birini, doğanın hayali bir imitasyonu olarak resmetti. Geri kalan her şey yaratıcılıktır: Sarkmış göğüsler, bükülmüş eller...” Mieke Bal, bunun üzerine aşırı gerçekçilik, hatta saldırgan gerçekçilik diye düşünülen şey neydi sorusunu sorar ve cevabı şu olur : Erkeklerin kadınlarda ‘iğrenç’ bulduklarının kadın düşmanı bir biçimde temsili. Öbür yandan, Rembrandt'ın bazı çıplakları güzelliği ile ünlenmiştir; özellikle Danae. Bu iki tepkide temsilin tipik karşıtlığını ve görmenin erotize edilmesiyle oluşan nesneyi görürüz. Eğer beden zihnin gözünün şehvetli bakışı için inşa edilmişse, resim övülür; eğer beden çirkin bulunursa resim ya da çizim eleştirilir. Bu eleştiri, kadının “güzelliği sağlamakla” yükümlü olduğu düşüncesinden gelir. Bu eleştiride, temsil etme işinin kendisi yok sayılmıştır, böylece sanat işi nesnenin arkasında gözden kaybolmuştur. Bal, bu düşünceleriyle gaze ile glance arasında bir bağ kurar.
Varsa bir biz, 12 Eylül yenilgisi sonrası (bu yenilginin boyutlarını da ne kadar algıladığı şüpheli) kendince bu düzenin yaşanmazlığına itiraz eden gençlerdik. Bir kısmımız iyi “iz sürücü” olmayı maharet addedip öyle bir güzergâh çizmeye çalıştı. Kimimizin ise yoldaki işaretleri okuyabilmek gibi bir yeteneğe sahip olmasına da gerek yoktu. O zaten izin kendisiydi. Ya da 45 numara postalın çamura bıraktığı “iz”in kuytuluğunda doğmuştu.
Benim gibilere göreyse yolumuzu kendimiz yaratmalıydık. Niye? Niyesi şu önceki yollar bizi açık denizlere ulaştırmamıştı, yenilmişlerdi! Bir adımız olması lazımdı. Öyle ya herkesin bir adı vardı. Hatta kimileri adıyla doğuyordu ve hatta bazen adından başka bir cismi olmuyordu. Bu ad meselesinde biz Boğaç Hancıydık. Namımızı eylemimiz koymalıydı. Ama bütünüyle de tarifsiz davranamazdık. Onun için “Yeni bir devrimci hareket yaratmak için ileri” diyorduk. Bu olur olmaz tutumumuza kim ne derdi? O kadar da kendine güvenli ve aldırışsız değildik maalesef. Başkalarının yanı sıra Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu'nu imdada çağırdık. Nitekim Engels'in gönlü bizi yalnız bırakmaya razı olmamıştı. Sonrası mı? Sonrası pek olmadı. Berbat ettik desem yeri. Korkuyorduk. Korku sadece 12 Eylül’ün sürmekte olan işkence düzeninin yaydığı bir şey değildi. Ya yanlış yapıyorsak, yaparsak? İnsanlar pekâlâ bedelini hayatlarıyla ödeyebilirdi...
Bağdat Caddesi'nin orta yerinde 3 Mart'tan bu yana bir işçi çadırı mahalle sakinlerine, alışveriş için gelenlere, aceleyle koşturanlara, öğrencilere, emeklilere göz kırpıyor. Burası, Adore Oyuncak'tan sendika üyesi oldukları gerekçesiyle işlerine son verilen 6 işçiye destek vermek için şirketin Caddebostan'daki şubesi önüne kurulan direniş çadırı. İşçilerin eylemi, Caddebostan tarihinde bir ilk. Biraz genele yayarsak, daha önceden Bağdat Caddesi'nde gerçekleşen benzer bir eylemi en azından ben hatırlamıyorum. Haftasonları, hele de hava güzelse, iğne atsanız yere düşmeyecek bir konumda bulunan beyaz muşambadan çatılmış çadırı, geçtiğimiz hafta gazeteci olarak ziyaret ettim. Limter-İş Başkanı Kamber Saygılı ile Tuzla Orhanlı'daki depoda çalışırken işsiz bırakılan Ertan Tekin, Umut İnal ve Mehmet Armağan ile görüştüm. O güne kadar gelen başka gazeteci olmamasına içerlemişlerdi. Orta sınıfın kalelerinden biri olan Bağdat Caddesi'nde sürdürdükleri direniş için Çalışma Bakanlığı'na göndermek üzere yaklaşık 10 bin imza toplamış, binlerce bildiri dağıtmış ancak emekçi dostu alternatif basın dışında ne bir gazete ne de bir televizyonda haber olmuşlardı.
‘2000’li yılların başlarında, Avrupa sınırları büyük oranda iki esas üzerine kurulmuştu: Avrupa’ya geçmek isteyen herhangi bir kimsenin kaçış için “nesnel” sebeplere sahip olması hususundaki takıntı ve benzer bir şekilde kişinin Avrupa’da kalması için “nesnel” sebeplerin bulunup bulunmadığına dair takıntılı tutum. “Siyasal mı yoksa ekonomik sebeplerden dolayı mı iltica ediyor?” sorusu, kişinin göçmenlik statüsünü belirlemeye yarayan temel soruların başında geliyordu. Avrupa sınırları, iltica yasaları, vize yükümlülükleri ve serbest dolaşım, daha doğrusu farklı saiklerle gerçekleşen sınır geçişlerinin bedelleri üzerinden işlevsellik kazandı. Balibar’ın deyişiyle “Avrupa apartheid”i, bahsi geçen takıntının ilk kademesini oluşturuyor. İkinci kademeye gelecek olursak, Avrupa sathında mevcut olan bir diğer takıntı ise “hakikat” üzerinden üretiliyor. Bu takıntı, göç olgusunun altında evrensel bir hakikatin yattığını varsayarak, yasadışı olduğu söylenen tüm sınır geçişlerini hakikatin yozlaştırılması olarak değerlendiriyor. Böylesi bir sabitleme, söylemsel statülere tercüme edilebilir. Misal, korunma talep eden ve kendisini çalışan gibi gösterip ekonomik göçmen ünvanı kazanan kimseler böylesi bir anlayıştan dolayı sahte sığınmacılar statüsü altında değerlendiriliyorlar. Günümüzde AB sınırları, yukarıda belirtilen ilk takıntıdan vazgeçerken, daha kapsayıcı ve kuşatıcı olan bir başka takıntıyı üretiyorlar. Bu takıntı genel olarak sınır geçişlerini engellemek üzerine kurulu.
Doğada çıplak (zoē) bir şekilde, haz ve acının zembereğinde yaşarken sadece kendi sesini duyan insanoğlu için siyaset henüz icat edilmiş değildir. Ne zaman ki ses dile dönüştü, bireye içkin haz ve acının yerine bir topluluğa içkin olan adaletli ve adaletsiz geçti o zaman doğal sınırlar içinde yaşayan insanlar kendilerini sözle örülü kurmaca sınırlar içine hapsetmeye başladılar. Artık acı bir ağıta, haz bir şiire dönüştü. Aynı dili konuşan bu insanların ortak yaşamda çizdikleri sınırlar ile kamusal bir alan yaratıldı, bu alanın kontrolü de siyaseti gerektirdi. Artık siyaset hem kurmaca sınırlar çizmenin hem de çizilen bu sınırlar içinde tahakkümün ya da iktidarın bir aracı haline geldi. Modern siyaset teorisinde kamusal alanın havastan avama doğru genişlemesiyle birlikte, siyasal sınır çizmenin önemi daha da artmıştır. Özellikle ulus-devletlerin mayınla çizili sınırlarında, parçalanmadan bir bütün olarak kalmak zorunda olan yurttaşlar için siyasal alan meşruluk duvarlarının yükseldiği bir alan haline gelmiştir. Duvarların arasında kalan yığınların kutsanmasıyla ortaya çıkan biz, dışarıda kalan ayrık otlarının yadsınması/lanetlenmesi ile damgalanan öteki arasındaki çatışmanın şekillendirdiği modern siyaset aslında bir söylence üzerine kurulmuştur. Biz ve öteki arasında süregiden bir söylencedir bu. İyi ve kötünün, dost ve düşmanın ergen yurttaşlara belletildiği bu söylencede meşru ideoloji/iktidar, söylemler üzerinde inşa edilir.
Hep beraber bir araya gelinen bir âna burun kıvırmamak lâzım. Paris bir âyine lâyıktır, Cumhuriyet de halktaki bir heyecanı kendi hesabına toparlamayı beceren resmî yetkililerimizin ufak bir hep-birliktecilik komedisine…Fakat düşünmenin yerine heyecanı koymayalım. Sloganlara ve büyük laflara doyduk. Cumhuriyet sadece bir “hep-beraber-cânı-gönüldenlik” durumu değildir. Bir talepkârlıktır. Bir disiplindir. Ve bir cesarettir. Kardeşlik, evet. Bütün insanlar kardeştir ve bir tarafta inananlar diğer tarafta inanmayanlar, bir tarafta dinsizler diğer tarafta sevgili kullar yoktur. Bütün insanların eşit olduğunu söylemek, doğaüstü bir lütufla verilmiş doğuştan bir ayrıcalığın olmadığını hatırlatmaktır. Asıl sorun, bir hep-birliktelik ânının gerçek bir pratiğe dönüşüp dönüşemeyeceğidir. Siyasallığın dönüşü, yani siyasal olanın ekonomik olan karşısında üstünlüğü umulabilir. Batı’daki en büyük çağdaş olay, Sayı’nın, muhafızı Çehre’yle, rakamın hesapçı diktatörlüğüyle, fotojeniklik diktatörlüğünün refakatinde zuhur etmiş olmasıdır. Ekonomik çevre tekrar ast konumuna dönmelidir. Ereklilikleri bulmalıyız tekrar.Sorumlularımızı, sadece o yüce bütçe açığının azaltılması hedefiyle ve en az onun kadar yüce olan büyük maksatla, taşımada raylı sistemden otobüs sistemine geçişle uğraşan Brüksel muhasebecileri olmaktan çıkmaları için zorlamak.
Zamanımızın asıl sorusudur bu: Neoliberal kapitalizm en temelde, insanlık durumumuzdaki derin bir gerilemeyi kışkırtarak, oraya yaslanarak, o gerilemeyi yeniden biçimlendirerek icra etmiyor mu kan, acı ve vahşet yüklü hükmünü: Politik ekonominin belirli bir libidinal ekonomi ile kısa devre yaptığı yerdir burası. Arzunun ihtiyaçla ikame edilmesidir. Hayatlarımızın gelecek boyutunun silinmesi, soğuk bir “şimdi ve burada” aralığında katılaşmasıdır. Toplumsal ilişkilerin, her türlü insani faaliyetin, emeğin, bedenlerin, sağlığın, eğitimin, eğlencenin, boş zamanın, suyun, derelerin, parkların meta/ürün statüsüyle yeniden vaftiz edilmesi, ve bunu teminat altına alan bir meta anlatısının başka her şeyi silmesi, kendine tabi kılmasıdır o hüküm: Dünyanın, arzuyu olası bütün veçheleriyle indirgeyen ve kuşatan bir metalar/ ürünler pazarı olarak tasarlanmasıdır. Orada bütün arayışlar, yolculuklar, heyecanlar çoktan pazardaki bir nesnenin biçimini almış oluyor. Varlığımızın tam kalbindeki eksiklikle temastan türeyen her iç titremesi, o benzersiz ürperti daha baştan karşı karşıya geleceği bir nesneyle kaim artık: Hepimize aynı şey buyuruluyor, kafalarımıza kaka kaka: “Bir nesnenin uydurulamadığı yerde arzu da yoktur. Doğru, uygun ürünü seç ve zevkine var!” Kendimizi ayrıcalıklı ve eşsiz hissetmenin bir ürünle eşitlenmesi, bir ürünün düzeyine indirilmiş olmak değil midir bu? Hepimiz sıradan, aptal tüketicileriz artık.* Mutluluğumuzun güvencesini ürün/mal pazarında arayan zavallılarız. Neoliberal iklim, hepimizin aynı yanılsamaya sımsıkı çıpalanmış olmasıdır.
Günümüzde ise olay farklı. Bir “ceza” olarak ölüm bize internette ISIS videoları tarafından sunulmakta. Bu tip cellatlar işini bir memura yaraşır şekilde düzgünce yapan bir deri yüzücüsünün, bir ceset yıkayıcısının veya bir celladın vakarından ve kendinden eminliğinden yoksunlar. Bu caniler açıkça görüldüğü üzere tamamen kontrollerini kaybetmiş birer 'cinayet işçisi', tıpkı zamanında, yani yetmiş yıl önce ‘Polonya için ceza hukuku kararnamesi’ni (1941 yılında Alman işgali altındaki bölgelerde yaşayan herhangi bir Polonyalı’nın veya Yahudi’nin idam cezasına çarptırılabileceğini öngören ve ‘yasa’ şekline sokulan bir cinayet talimatnamesi) yürülüğe sokan naziler gibi. Bu gibi eylem veya planlar koskoca cellatların bile kanını dondurur. Peki neden?Amerika Birleşik Devletleri'nin, yani “cesurlar diyarının” belli eyaletlerinde halk jürileri tarafından ölüm cezasına çarptırılan insanlar makineler kullanılarak zehirleniyorlar. Dünyanın başka yerlerinde ise idam infazı sırasında elektrik şalterine birkaç kişi birden basıyor ki mahkumun beynini kimin pişirdiğini kendileri dahi bilmesin. Benzer şekilde idam mangaları da genellikle birden fazla nişancıdan oluşurdu. Bunların arkasındaki amaç cellatların “posttravmatik stres bozukluğuna” yakalanmasını engellemektir ki cellatlar inandıkları tanrıların huzurunda tesadüf prensibine, yani öldürenin kendisi olmadığı ihtimaline sarılarak emirleri uygulayabilsinler.
20. yüzyılın tarihsel tecrübelerinden birisi de, bütün apolojizmlerin gerçekliğe uzak kurgular olduğunun açığa çıkmış olmasıdır. Apolojetik düşünmüş olanlar ve belki hâlâ öyle düşünenler için bunun en belirgin örnekleri, Almanya’da Üçüncü Reich’ın 12 yıl içinde yıkılması ve herkesi en güzel geleceğe kavuşturma vaadinde bulunan Doğu Avrupa sosyalizminin çöküşüdür. Tarih apolojistlerle ilgilenmez, korkarım Kemalizmin apolojizmleriyle bile. Esasen, tek bir tarihsel hakikat iddiasında bulunmak, tarihe teleolojik yaklaşmak, tarihin şu an bizden hangi emri beklediğini iyi bildiğini iddia etmek, anlamsızdır. Türkiye’yle ilgili olarak, bugün Kemalistlerin apolojetik bir düşünce tarzına yatkın olmalarını anlayamıyorum çünkü bu, erken Cumhuriyet döneminin dinamik Kemalizmine taban tabana zıttır. Kemalizm, bir siyasi program olarak değil ama düşünme tarzı olarak, zamanın koşullarını iyi teşhis etme, hedef belirlemek ve gelişmeye açık olmak anlamına geliyordu o zaman. Buna göre dengelerin hep yeniden kurulması gerekir. Apolojetik bir Kemalizm bence yüzünü geriye dönmüş olur ve geleceği kaybeder.
Kuşkusuz erkeğin, dikeylik emreden yasa uyarınca erkekliğini tutunabileceği tek değer, kendine ait tek şey gibi sahiplenmesinin, kendini bastıramadığı için çözüm yolu olarak kadını bastırmak istemesinin ve karşılığında güvenli alanlar (en son pembe otobüslerin ölümcül konforunu) vadedip şiddeti başka alanlarda bir kez daha meşru kılan, ev içi şiddete göz yuman ya da bunu haklı çıkaran düşüncenin de bu işleyişi pekiştirmede payı var.Özgecan Aslan’ı katleden tecavüzcünün cinayette babasıyla işbirliği yapması, baba oğulun böyle müstehcen bir yardımlaşma ruhu içinde tesis edilmiş̧ sessiz işbirlikleri, herhalde ancak vahşice işlenmiş̧ bir cinayet, ağır bir suç ya da evin mahremiyetinde üstlenilen müşterek bir suçluluk duygusu olduğunda bu denli çatışmasız sürdürülebilirdi.
Toplumsal ve bireysel düzeyde yaşanan travmaların en önemli nedenlerinden biri olan şiddet ve ardındaki tümgüçlülüğe özlem, bir nedenle hissedilen irtifa kaybının ardından gelen iktidarı geri kazanma arzusu kriminal bir dürtü olarak patlak verdiğinde bu doğrultuda yapılacak eylemin haklılığı düşünceden arınmış bir tür inanç sıçramasıyla kötülüğün sıradanlığına dönüşebiliyor.
Syriza’nın siyasetini sınırlandıran şeyler ne olursa olsun şurası açık ki Syriza kendi solundaki –siyasal– angajmanlara açık ve onlarla demokratik bir şekilde çalışma konusunda da istekli. Bu bağlamda, Alex Callinicos’un Syriza’nın yükselişiyle ilgili ayrıntılı analizinde şaşırtıcı bir şekilde unutulmuş olan şey, kemer sıkma tedbirlerine karşı birleşmiş bir sol hükümet çağrısının oynadığı roldür. Alex [Callinicos], Syriza’nın üstünlüğünden bir müddet önce daha ılımlı olan Demokratik Sol’un kamuoyu anketlerinde ileride olduğuna dikkat çekiyor. Ancak, Syriza’nın “siyasal kafa karışıklığı”nın sırf bu nedenden dolayı “halkın inanmak istediği şeye” güçlü bir şekilde sarılmasına yol açtığı sonucuna varıyor. Bu [yorum], kriz [halkı] radikalleştirdiği için dengenin Syriza lehine bozulduğu ve belki de Alexis Tsipras’ın kemer sıkma tedbirlerine direnmek için yaptığı sol hükümet çağrısının ardından Syriza’nın avantajının gittikçe daha görünür olduğu çok daha can alıcı bir noktayı gözden kaçırıyor. Birleşik bir sol hükümet sloganı, Syriza’nın kemer sıkma tedbirlerini savunan bir siyasal ittifaka muhalif olan birleşmiş bir sol’a dönük genel ekümenik tavrıyla son derece tutarlıydı. Bu, Syriza’nın seçimlerde olası rakipleri olan Demokratik Sol ve Yunanistan Komünist Partisi ile ters düşmesine de yol açtı. Ancak sonuçta her iki rakibi de Mayıs ve Haziran seçimlerinde Syriza karşısında önemli ölçüde geriledi.
"Dünyanın en mütevazı devlet başkanı" olarak tanımlanan kişi beş yıllık iktidarının ardından Uruguay’daki makamından ayrıldı. Jose “Pepe” Mujica, yaklaşık yüzde 70 halk desteğine sahipken, dün düzenlenen bir törenle başkanlık kuşağını Tabare Vazquez’e devretti.
İşte neden özleneceğine dair sekiz neden:
1- Maaşının yüzde 90’ını hayır işlerine bağışlıyordu
Mujica boşuna dünyanın en mütevazı devlet başkanı olarak bilinmiyordu. Eski başkan lüks hayat tarzından uzak duruyordu ve resmî törenlerde bile genellikle gündelik kıyafetleri içinde görülüyordu, bazen nadiren de olsa kravat takıyordu. Maaşının yüzde 90’ını hayır işlerine bağışlayınca, yaklaşık geliri Uruguay’daki ortalama ücret seviyesine düşüyordu: Ayda 775 dolar.
"Sırf başkanım diye değiştirmeyeceğim bir hayat tarzım var. Başkalarına az gelse de, ihtiyacım olandan fazlasını kazanıyorum. Benim için bu bir fedakârlık değil, bir görev."
2- Bir çiftlikte yaşıyordu
Mujica, üç bacaklı köpeği Manuela ve güvenlik için iki polisle birlikte başkent Montevideo’nun dışında küçük bir çiftlikte yaşıyor. 2012’de BBC’ye verdiği bir söyleşide durumu şöyle açıklıyordu: "Bana ‘en yoksul devlet başkanı’ diyorlar ama ben kendimi yoksul hissetmiyorum. Yoksul insanlar, sadece pahalı bir hayat tarzını sürdürmek için çalışıp, her zaman daha fazlasını isteyip duranlardır."
İnsan onun kaleminde doğanın bir parçasıydı. Uğuldayan rüzgarın, başı karlı dağların, bulutsuz gökyüzünün, efsaneleri taşıyan denizin, güneş altında kızışmış kayaların, o kayalardan başını kaldıran, kıvrıla kıvrıla ilerleyen parlak derili yılanların...Şahmeran'ın...Anadolu köylüsü dedemin, bir apartman içinde bir göz odasında uyanıp da, sabah saatlerce rüyasında dağlarda tek tek hangi otu topladığı anlatabilen nenemin dilinden...Yine de bunun ötesinde çocukluğumun geçtiği coğrafyadan tanış olmadığım başka bir dil de vardı romanlarında. Bakırın tadını, Çukurova'nın sıcağını, dağlara yaylara hasret ovada ölüp giden Türkmen gelinlerini, öcü alınmazsa hortlayan babaları, malına çökülen Ermeni'yi... ve eşkıyayı...kah yiğit, kah kahpe...ve göçebenin, köylünün dilinden zalim Osmanlı'yı..ve sonra kasketli şalvarlı köylülerin giremediği Ankara'yı hep Yaşar Kemal'den öğrendim. Devletin ve doğanın insana hep daha zalim davrandığı coğrafyanın dili.. Ne acayip ki o dil, o kültür, o geçmiş...Türkçe'nin en büyük yazarı, ozanı olarak içinden bir Kürt çocuğunu, Yaşar Kemal'i çıkardı. 4,5 yaşında yetim, bir gözü kör, çocukluğunda yaşadığı dehşetten kekeme Yaşar Kemal...Bir o kadar dehşeti de hapishanelerde yaşattığımız Yaşar Kemal.. Balçıkla sıvanamayan bir yeteneğin insanı, elinin, tek gözünün emeğiyle efsane olan Yaşar Kemal...nur içinde yatasın, çocukluğunun masallarına karışasın.
Mesela henüz '70’lerde, çocuğun psişik gelişimiyle ilgilenecek ebeveynin yalnızca anne olmasının toplumsal cinsiyet eşitsizliğine dayalı kimlik gelişiminin girizgâhı olarak açıklayan, kız ve erkek çocuğun çocukluk sonrası yaşantılarındaki sevgi/nesne ilişkilerini de annenin ve yaptığı işlerin “sıradan” baba ve rollerinin, eril değerlerin daha üstün belletildiği hiyerarşik bir kimlik edinimi hattında yaşamalarını kapitalizmle daha da yüz bulmuş bu cinsiyetçi iş bölümüne bağlayan Nancy Chodorow’dan ya da Chodorow’un, eleştirilerine rağmen yine de iyimser sonuçlar çıkarmaya çalıştığı bu iş bölümünün eril şiddet ile bağıntısını sorgulayan ve erkek çocuğun fiziksel, psikolojik ve cinsel her türlü gelişimini anne/kadına karşı farklılaştırma edimi ile tamamlamaya çalışmasının nasıl katı ve dişil olan her şeye karşı çatışmalı bir kimlik geliştirebildiğine dikkat çeken Nancy Hartstock’dan tutun da erkek çocukta bu psişik gelişimin dişil olana karşı, ömür boyu onu kendi eril kimliğine yönelik bir tehdit gibi algılatacak kadar aşağılayıcı, yaralayıcı bir reddedişle harmanlanabileceğine vurgu yapan ve bu yüzden kimi kez, dişil olana yönelik her türlü yakınlaşma arzu ve isteğinin, benliğe yönelik “tehdidi” süratle ortadan kaldırma hevesine yapışmış bir şiddet edimine evrilebileceğini ekleyen Gayle Rubin’e kadar ya da cinsiyetler arasındaki sosyalleşme, diyalog modelleri sınırlı kaldığı müddetçe, aralarındaki tek ilişkilenme biçiminin şiddet ya da cinsellik yahut ikisi birden şiddet yüklü bir cinsellik olabileceğinin dolayısıyla cinsler arasında birbirine karşı korku, endişe dolu bir ilişkilenme modeline vurgu yapan post yapısalcı feministlere kadar her birinin argümanı bugün de tartışılır niteliğe bürünmekte.
Yeni otoriterlik, yaşam makinesine bağlanmış demokrasiye acil müdahele yapması için çağrılan bir doktora benziyor. Seçilmiş diktatörler, sosyal ve ekolojik yıkımın demokrasiyle çözülemeyeceğini bildikleri için, demokratik hakları birer birer buduyorlar. Yeni popülist aşırı sağ, göçmenlere karşı sınır kontrollerini arttırma sözü vererek halkı arkasına alıyor. Elde ettikleri seçmen gücüyle karar alma mekanizmasını Brüksel’den ulusal parlamentolara taşıma mücadelesi veriyorlar. Bazı entelektüel sol düşünürler, Alternatif Demokrasi (Habermas) veya Agnostik Demokrasi (Mouffe) gibi radikal projeler geliştirirken, bazıları da sosyal medya desteğiyle güçlenen etkili eylemlerin yakında her şeyi değiştirebileceğinin (Klain) sözcülüğünü (Crouch) yapıyorlar. Yeni radikal hareketler ise eskisinden farklı olarak ideolojik fundamentalizmden dini fundamentalizme evrildiler. Dinî fundamentalist hareketler dışında kalanların hepsinin birleştiği ortak nokta, mevcut demokrasinin yetersizliği ve erozyonu. Ama hiçbir şekilde demokratik çöküşü kabullenmiyorlar. Şu veya bu yolla post demokratik (Crouch) analizlere bel bağlamış durumdalar. Hepsi, Crouch gibi, demokrasinin sosyal özgürlük ve eşitlik sunamayacağını, ancak şimdilerdeki durgunluğu atlatabileceğini yazıyorlar. Her biri demokrasinin içeriğini belirleyen halk, ulus-devlet, sivil toplum, egemenlik ve halkın iradesi kavramlarında birleşiyorlar. Fakat hiçbiri demokrasinin bittiğini kabul etmiyor. Demokrasi ne sosyal, ne ekolojik açıdan kapitalizmle mücadele edebiliyor.
Tuhaf bir paradoks sonucu, tam da özgürleştirmek isterken köleleştirmişizdir bireyi. Nitekim, bireyin siyasal ve zihinsel özgürlüğünün, onun bütün toplumsal belirlenmelerden; bütün ailevi, kültürel, dinsel, zihinsel kökleşmelerden koparılmasını gerektirdiği minvalli ilerlemeci tezi benimsemişizdir. Etkin olması için “çocukları aile ortamlarından alabilecek; akrabalık bağlarını, yerel ve bölgesel gelenekleri, bir yerde kök salmanın bütün biçimlerini zayıflatabilecek bir eğitim programını ya da bir toplumsal süreci (ya da ikisini birden) önceden gerektiren” özgürlüğe, sadece köksüzler erişebilirdi. Burada Christopher Lasch tarafından özetlenen o eski tez (Kitle kültürü mü halk kültürü mü?) hâlâ geçerli: Milli Eğitim eski bakanı Vincent Peillon, “öğrenciyi bütün ailevi, etnik, sosyal ve zihinsel belirleyiciliklerin elinden çekip almak” istendiğini böyle ilan etmiştir. Halbuki inşa etmiş olduğumuz piyasa toplumunun gerçekliği bunun tersini söylemektedir. Lasch’ın dikkat çektiği gibi, “mahremiyeti yok eden; eleştirel ruhu yıldıran ve bireyleri –ihtiyaçlarını tatmin ettiği varsayılan– tüketime bağımlılaştıran; hayalgücü ve zekâ üzerinde ağırlık eden eski dayatmaların ortadan kaldırılma imkânlarıyla şöyle bir ucunu görmüş olduğumuz özgürleşme imkânlarını yıkan bir kitle piyasası gelişmektedir”.
İnsanlık tarihi kadar eski bir istektir idam cezası. Canetti, “mütecaviz kitle” (kan kokusuyla tahrik olup saldırmak isteyen kitle) olarak kavramsallaştırdığı kitlenin başlıca özelliğinin toplu öldürme arzusu olduğunu belirtir. Eski dönemlerden kalma bu arzu, modern dönemlerde de kendini duyurmaktadır: “İdam cezası,” bu arzunun ifade biçimlerinden biridir. Elias Canetti, modern idam cezasının mantığını daha eski olan bu kolektif öldürme pratiklerine bakarak anlaşılır kılmaya çalışır. Elias Canetti gerekçelere, daha doğrusu nedenlere değil, sonuçlara odaklanır. Buna göre kitle kan kokusunu bir kez almıştır. Kurban istemektedir. Herkes infazda yer almak için harekete geçer, kurban oradadır, kovalanır. Avcılık dönemine uzanan bir ritüel - kan akıtma istemi- kitlenin heyecanını, coşkusunu diri tutar. Kalkıp inen bütün kollar tek bir kol haline gelmiştir. Öldürme işlemi gerçekleştikten, Canetti’nin ifadesiyle “deşarj” olduktan sonra dağılacak olan kitle, kurban karşısında birleşmiştir. Kitle eksilecektir ama önemli olan bir amaç yahut hedef doğrultusunda birleşmiş olmaktır. Kitlenin enerji harcadığı bu öldürme biçimini, modern toplumlarda –Türkiye gibi ülkelerde sıkça– görülen “linç” pratiklerinin içgüdüsel arka planı olarak yorumlamak mümkündür.
Türkiye'de artık halk kendi değerlerine göre aşağıdan yas ilan edebiliyor. Berkin Elvan için de edilmişti, Soma için de, Özgecan için de aşağıdan yas ilan edildi. Devlet-Parti Soma'da ayak uydurmaya çalışmayı, Berkin'de komple inkarı seçmişti. Özgecan'da henüz şokta gibiler. Şokta olmalarının sebebi aşağıdan yasın gücü. Devlet-parti Suudi Kralı için yas ilan etmeye kalktı hatırlarsanız, daha yeni. Bu ülkede herhalde görüp görülebilecek en cılız yas oldu, en 'karşılığı kimsede olmayan yas' oldu. Resmi yas. Resmi yasın karşısında bir de gayrıresmi yas var. 12 yaşında çocuklar okul üniformalarının altına sağına soluna giydikleri siyahlarla okula gittiler. Birbirlerini örgütleyerek. İşe siyahlarını kuşanıp gitmiş kadınların toplu fotoğraflarına baktığımda Suudi Kralı için indirilen bayrağın geri göndere çekildiğini ve bu kez Özgecan için indirildiğini görüyorum. Bayrak denince, vatan-millet-sakarya değil, bu ülkede, bu toplumda neyin, kimin yasının tutulacağına kim karar verecek'in bayrağı. Bir de IŞİD hakkında söz alan herkesin ABD ve Vahhabi bağını, sonra da Suudi petro-dolarlarının ve bilinçli Vahhabi ideolojisini İslam dünyasında yayma çabalarını anmasını da akılda tutalım.
Billy Cosby’e yönelik, aslı var mıdır yoksa hepsi sanatçıya yönelik bir kumpas yapbozunun parçaları mıdır hala ispatlanmamış iddiadan ibaret suçlamalara tepkiler de tıpkı dizinin kaderi gibi, düşündürücü ehemmiyette iki uca savrulmakta. Bir yanda “Neden kadınların iddialarının değil de bir erkeğin suçlamasının viral olduğu” yönünde anlamlı bir soru, diğer tarafta “tecavüzle suçlanan bir siyah olduğunda kesilen toplumsal, ekonomik faturanın neden bu kadar orantısız olduğu” yönündeki eleştirilerin göz ardı edilemezliği duruyor. Her iki anlamlı eleştiri de derinlikli analizlere ihtiyaç duyarken, tecavüze uğrayan kadınlara destek çağrısı ile haksızlığa uğrayan siyahların haklarının savunuları arasında, göz ardı edilebilen, siyahların anti ırkçı ataklarının gölgesinde kalabilense siyah kadınların öznellikleri, kişisel deneyim ve duyguları olabiliyor zaman zaman. Pek çok siyah kadın ve erkeğin Cosby’e yönelik suçlamalar karşısında sahiplenişi, savunmacı tutumu, batıda siyah olma deneyiminin Bell Hooks’un ima ettiği gibi ne hassas, zorlu ve çoğu kez yıpratıcı dengeler üzerinde ilerlediği düşünüldüğünde son derece anlaşılır olmakla beraber, bu tutum aynı zamanda bundan yaklaşık 50 yıl önce bir grup siyah feminist kadının haber verdiği tehlikeyi de beraberinde getirmiyor mu? Irkçılık karşıtı harekete zarar vermesi korkusuyla siyah erkeklerin de pekala cinsiyetçi tutum ve algıları benimseyebildiğinin inkar edilmesi.