Kadın ve erkeğin aşk karşısındaki oryantasyonlarının farklı olmasını fıtratlarına değil, cinsiyet asimetrilerine bağlayanlar feministlerdi. Aşk, bilhassa 1960’lı ve 1970’li yıllarda ikinci dalga hareketindeki feministler için siyasetin o kadar merkezindeydi ki, Shulamith Firestone, feminist devrimin aciliyetini vurgulamak için yazdığı Cinselliğin Diyalektiği’nde, kadınların ezilmesinin nedenlerini tartışırken, aşkın çocuk büyütme sorumluluğundan belki de daha ezici bir rolü olabileceğini öne sürmüştü. Radikal feministler için aşk, saf hali ile yaşanabilecek bir ilişki türü değil, tersine, yozlaşmış iktidar sisteminin ayırt edilemez bir parçasıydı. Cinsiyet ve sınıf tahakkümü üzerinde yükselen toplumda aşk bir aparata dönüşüyor, ekonomik ve sosyal sömürünün payandası işlevini görüyor, kadının psikolojik düzeyde erkeğe bağımlı kalmasını sağlıyordu. Kadın kendi varlığının bilincine aşk sayesinde varıyor, erkeğin ilgisi ve onayı ile kendisini muteber hissediyordu. İkinci dalga feministleri aşk hakkındaki analizleri ile “duygular siyasetinin” önünü açtılar. Fikirleri çok popülerleşip hepimizin ortak görüşü haline gelmedi fakat, aşka eleştirel yaklaşanlar için hep bir çıkış noktası oldu. 2003 yılında çıkan Aşka Hayır kitabında aşka ve erotik ilişkilere karşı güçlü bir polemiğe girişen Laura Kipnis, kendisinden 30 yıl önce yazmış Shulamith Firestone’un izinden gitti. Benzer bir şekilde, son zamanlarda akademide filizlenen ve gelecek vaat eden “duygulanım çalışmaları” da o dönemin feminist analizlerinden ilham almakta.
Ne var ki, dil ve beden arasında doğrusal bir ilişki bulunmaz. Beden belirli bir kalıba ve sınırlara sahip olması nedeniyle dile nazaran yapılandırmaya o kadar yatkın değildir; eklemelerin ve çıkarmaların limiti, bedenin kapasitesi kadardır. Bu, optimum bir durumdur; çünkü çekirdek örgütlenen bir siyasal bedenin içine milyonları sıkıştırmaya çalışırsanız ya bedende yırtılmalar başlar ya da beden kımıldayamaz hale gelir; hareketsiz hareketlerin kökeni biraz bundan kaynaklanır. Diğer taraftan siyasal bedenlerin mekânla mutlaka temas halinde olması gereklidir; bu da bedeni sağlamlaştırır ama de sınırlandırır da; siyasal uzam kadar ilerleyebilir. Lakin dil, bedene nazaran, elastiki ve soyuttur. Kullanım sınırları hareketin/partinin bilinç ve biliş durumu ile ilişkilidir; bir sözcük tekil veya kolektif bir zekânın ürünü olabilir. Gerektirdiğinde özel bir teknik eşliğinde kolektif bir kelam, bir kişiye aitmiş gibi sunulabilir. Dilin sınırı, kelime dağarcığına, konjonktüre ve bir ölçüde keyfiyete bağlıdır. Toplumsal-kurumsal konumdaki ama pervasız bir ağızdan her tür sözcük çıkabilir. Ancak siyasal dilin de, ağzın da genişlik sınırları vardır.
Kıskanç iktidar, hemen hemen tüm kutsal metin ve ideolojilerde, hatta ikili ilişkilerde erkektir. Çünkü güç erkekte toplanmıştır ve kendisine itaat edilmesini ister. Burada erkeğin kadın ile ilişkisinin iktidar için bazı riskler taşımasından dolayı tehlikeli görülebileceğini belirtebiliriz. Bu sebepledir ki ortaçağ Avrupa toplumunda ve bugün Ortadoğu’da kadınlara yönelik bazı uygulamalar düşündürücüdür. Öyle ki bazı iktidarlar kadını tamamen geri plana iterken bazı iktidarlar alan daraltma taktiğiyle bunu yapıyorlar. Yakın zamanda yaşanan “kızlı erkekli evler”, “Kahkaha atmak” “En az üç çocuk” ve “Kadın fıtratı” tartışmaları da iktidarın toplum mühendisliğine işaret edebilir. Burada iktidar, kendisine biat edilme motivasyonunu sağlayan kimi argümanların kadınların erkek üzerinde kuracağı etkiyle ortadan kalkmasından korkar. Burada korkulan şey; kadının çocuk yapması, evi temizlemesi ya da erkeğin ayaklarını yıkaması değildir. Burada özellikle iktidarın erkek bakışı nezdinde kadının cinselliği ile baştan çıkarıcılığından endişe edilir. Evet, diktatörleri besleyen iktidarın gücü, bir kadın devrimiyle yıkılma tehdidindedir.
Dostoyevski’nin 19. yüzyılın eşiğinden yönelttiği can yakıcı sorulardan biri onun sinemasının da merkezindedir: “Çocuklar neden acı çekiyor?” Yönetmenin, Dostoyevski’nin Ivan Karamazov aracılığıyla tanrıyı sınadığı bir dizi sorudan bu en çetrefilli olanına verdiği yanıt da aynıdır: “Babaları yüzünden.” Dostoyevski Ivan’a “Çocuklar elmayı yemiş olan babalarının işledikleri günahın cezasını çekiyorlar” cümlesini kurdururken tanrının, “Ölü Evinden Anılar”da mahkûmların çilesini anlatırken çarın yasasını sorguya açar. Zvyagintsev de Leviathan’da devlet-kilise-hukuk üçgeninde acı çeken karakterlerin müsebbibi olarak babayı işaret eder. Zizek’in her zaman ya çok fazla ya da çok az olarak tarif ettiği baba, filmde hem yaşam imkânı tanımayan kontrolsüz bir güç olarak devleti hem de silik bir gölgeden ibaret kalmışlığıyla kiliseyi ve hukuku imler. Babanın bu her durumda rahatsızlık veren sorunlu varlığı üzerine inşa ettiği filmine İncil’de kötülüğün sembolü olan bir canavarın ve Thomas Hobbes’un devletin kiliseyle işbirliği ederek kazandığı kudreti anlattığı kitabının, Leviathan’ın adını veren Zvyagintsev ise babayı ve temsil ettiği yasayı temelde adalet üzerinden sorgular. Rusya’nın küçük bir kıyı kasabasında yaşayan bir ailenin, evlerinin kamulaştırılmasına direnmeleri nedeniyle belediye başkanının hedefi haline gelişlerini, bu süreçte kilise ve hukukun başkanın (devletin) elinde nasıl bir iktidar aracına dönüştürüldüğünü göstererek, adaleti yani uygarlığın ilk talebini vurgular.
Hikayeler, Bloch’un imgesiyle, “evrenin başkenti olarak dünya”yı kavrar, bağrına alır. Nehir dünyayı yıkar, dünya nehri. O nehir yatağında, hikayeler sarmaş dolaş olur, hikayeler kardeş olur, dost olur, yaren olur. Yatağın genişlediği yerlerde hızları düşer basınçları artar, yatağın daraldığı yerlerde hızları artar basınçları düşer. Başkaca nehirler katılır onlara, büyürler, gürbüzleşirler, hoyrat bile olurlar, yataklarını alıp, kenarlarında bekleyenlerin boyuna yükselirler. Uçurumlar çıkar önlerine, dayanışarak inerler aşağıya, gürül gürül, beyazlanmış bir şelale olurlar. İyi bir kitap, tıpkı bir nehir gibi, ay vurduğunda menevişler, güneş vurduğunda yakamoz keser. Şairler, çobanlar, dengbejler, yüreklerini doyururlar. Bazı kitaplar çok zor yazılır, tıpkı bazı çocukların çok zor doğurulması gibi. Düşük yapan yazarlar olur, daha cenin halindeyken ölen, ölmese doğsa çok şey yapacak kimi bebeler gibi, yazılmamış çok güzel kitaplar da vardır. Yazılan iyi kitaplar, tıpkı doğan iyi çocuklar gibi, şanslıdır.
“Bill Cosby’nin kendini beğenmiş yaşlı siyah amca tavrından nefret ediyorum. ‘Pantolonlarınızı yukarı çekin siyahlar. '80’lerde televizyondaydım. Sizinle üstten üstten konuşabilirim çünkü başarılı bir sitkomum vardı.’ Evet doğru, ama sen kadınlara tecavüz ettin Bill Cosby. Buradan çıkınca Cosby ve tecavüz kelimelerini Google’layın, göreceksiniz.” Buress’in bu sözlerinin videosunun viral olmasından sonra domino taşları hızla yıkıldı. Kasım ayından beri 35 kadın Cosby’yi tecavüz ve cinsel tacizle suçlayan açıklamalar yaptı. Aralarında Amerikan Vogue dergisinin kapağında yer alan ilk siyah model olan Beverly Johnson; supermodel Janice Dickinson; aktrisler; modeller; Playboy kızları; avukatlar; ve eğitimcilerin de olduğu kadınlar aynı giriş-gelişme-sonuca sahip hikayelerini anlatmaya başladı: kariyer tavsiyesi veya kariyerini ilerletme vaadiyle buluşma; The Cosby Show ile kalaylanan baba/mentor kisvesi altında güven kazanma; bir bahaneyle verilen/içkiye atılan ilaç ve tecavüz. Hikayeler 1965’den başlayıp 2004’ e kadar uzanıyor. Kadınların birçoğu suç işlendiğinde reşit bile değil.
Gelin itiraf edelim, dünyası, “kocaman bir Türkiye”den ibaret insanlar var. Karşılaştıracak başka ülke görmeyince beynin ürettiği bir tür savunma mekanizması bile olabilir bu. Böyle bir kültürel verinin üstüne, dünyanın en büyüğü olacağı söylenen bir havalimanı yapılıyor, milyonlarca ağacı heba etme pahasına. Fakat bilmezden gelinen bir durum var. Dünyanın en büyük havalimanını yapınca kimse bir anda dışarıya gidip farklı ülkeleri görecek değil. Sadece dünyanın muhtemelen en pahalısı pasaport ücretlerine bile bakıp böyle düşünebiliriz. Zaten gitmesinler. Dışarıyı gören insan gelip diyecek ki bizim şehirler niye böyle. Demez mi? Kimse de o şehirlerin bu hale gelmesinin suçunu üzerine almayacak, eski yeniye, yeni eskiye atacak topu. Suçtan arınmış olduklarını düşünmeleri bir yana, bundan hiç tedirgin olmayacaklar. Bunları geçelim. Bazen bir hayvan olmayı istiyoruz içten içe. Doğayla kavgası olmayan, gelişme gibi bir kavramı düşünmeyen, gelecek kaygısının uzağında bir hayvan. Londra’nın parkında ağaçta bir sincap, İstanbul’u bilmez, hatta Londra’yı bilmez. Kimbilir, o sincap belki hep Stockholm’deydi.
1989'un sonbaharında Leipzig ve Dresden meydanlarında yankılanarak Almanya'nın birleşmesinin adeta zımnî melodisine dönüşen “Halk biziz!” sloganı tarihin garip bir cilvesiyle tam 25 yıl aradan sonra aynı şehirlerde yeniden yankılanmaya başladı. 1980'lerin sonlarında komünizm karşıtlığının ifadesi olan bu slogan hâlihazırda neyi imliyor peki? Bugün artık orta sınıflara kadar yayılıp latent olmanın ötesine geçen bir İslâmofobinin dışavurumu olabilir mi acaba? Son hecesinin hançereyi yırtarcasına haykırılması, iki Almanya'nın çeyrek asır önce gerçekleşen ve henüz birkaç ay önce görkemli kutlamalarla anılan birleşmesinin gerçekte tam da sağlanamadığına yorulabilir mi meselâ? Protestoların özellikle Doğu Almanya'da ortaya çıkıp oradan bütün ülkeye yayılması, ama en yoğun katılımların hâlâ Dresden ve Leipzig gibi şehirlerde olması bize bu minvâlde bir şeyler anlatıyor olabilir mi? Ülkedeki Müslüman nüfusu bir yana bırakalım, “yabancı” tabir edilen nüfusun bile sayıca Almanya'nın batı bölgelerinin fersah fersah gerisinde olduğu (PEGİDA'nın anavatanı Saksonya eyaletinde bu oran sadece % 0,1; başkenti Dresden'de ise % 0,2!), Ortadoğu'yu veya İslâm'ı görsel olarak anımsatabilecek hem nesne hem de öznelerin hâlâ egzotik kabilinden merak uyandırdığı bir bölgede bu raddede bir İslâm karşıtlığı sadece İslâm karşıtlığı mıdır?
Filmin kahramanları acımasız, insanlıkdışı işler yapsalar bile hikaye onların gözünden aktarıldığı için seyirci olarak kendimizi onlarla aynı safta buluyoruz. Bu madalyonun öteki yüzüyse kahramanların gaddarlığına, şiddetine maruz kalan diğer karakterlere aldırış etmemizin zorlaşması. American Sniper’in fragmanlarından biri hem filmi hem de bu özdeşleşme durumunu çok güzel özetliyor. Filmden iki dakikalık bu kesitte nişancı, görsel kodlardan Irak’ta olduğunu anladığımız bir evin çatısında konuşlanmış, caddede ilerlemekte olan Amerikan askerî konvoyunu kollamaktadır. Evlerden birinden çarşaflı bir kadın ve bir çocuk çıkarlar; kadın çarşafının altından çıkardığı bombayı çocuğa verir, çocuk konvoya doğru koşmaya başlar. Biz olayı nişancının tüfeğinin dürbününden seyrederken araya filmin başka sahnelerinden kareler serpiştirilir: “kahramanımızı” evlilik töreninde, çocuğunun doğumu sırasında, eşiyle tartışırken, vs., görürüz. Bir baba olarak başka birinin evladını öldürmek ile silah arkadaşlarının hayatını korumak ikilemi içinde mütereddit, parmağı tetiği çekti çekecek vaziyetteyken fragman sonlanır.
Varoluş, direnişle özdeşleşen bir oluşumdur. Varlığı değişime zorlayan bu oluş hali, aynı zamanda var olanın niteliğini de belirler. Günümüz dünyasında sanat varoluşun belirleyici rolünü üstlenir. Bununla birlikte sanat iktidarı yerinden etme çabası içindedir. Sanatın iktidarla olan ilişkisini “direniş sanatı,” “direniş karşıtı sanat” ve “pasif direniş olarak sanat” olarak ayırabiliriz. İktidarın hakim olduğu ya da üst bir söylemin insan yaşamını belirlediği toplumlarda sanat, bir direniş biçimi olmaktan çok “direniş karşıtı” bir edim ya da “pasif direniş biçimleri” olarak karşımıza çıkar. İktidar yapılanması içinde konumlanan “direniş karşıtı sanat,” iktidarın devamlılığını sağlamaya yönelir. “Pasif direniş olarak sanat” ise iktidar yapılanması içinde ortaya çıkan sorunsalları görünür kılmaya çalışır. Bu anlamda “pasif direniş olarak sanat,” iktidar karşıtı değil fakat onun imgesiyle verilen mücadele olarak tanımlanabilir. İktidar ve sanat arasında kurulan bu münasebet sanat üretimleri üzerinde belirleyici olmaktadır.
Ilımlı İslam’ın” hayatiliği üzerinden Batı demokrasilerinde, “İslamofobi” ile mücadelenin öncü gücü ve tarihin kendisine yüklediği Avrupa Müslümanlarının koruyuculuğu görevi üzerinden de Ortadoğu’da kaybettiği prestijini rektifiye etmesi yolunda Charlie Hebdo saldırısı hükümet için kullanışlı bir tema görüntüsü ortaya koymaktadır. Bu çerçevede siyasal aktörlerin egosantrik olarak tanımlayabileceğimiz bu bakış açıları çarpıtılmış bir gerçekliğin aynasını Türkiye’ye tutmanın ötesine ne yazık ki geçmemektedir. Fransa’ya tutulan ama bozuk bir biçimde Türkiye’yi gösteren bir sirk aynası. Charlie Hebdo saldırısı sonrası Türkiye’deki siyasi aktörlerin tavırları tıpkı uzaktan tanıdığımız birisinin cenazesinde müteveffanın arkasından yakınları feryat figan ederken kendi kaybettiklerimize ya da kaybedebilme ihtimalimize karşı kendimize ağlamamıza benziyor daha çok. O zaman cenazelerin vazgeçilmez iki sorusundan birisini -diğeri “genç miydi?” sorusudur- “müteveffa neden öldü?” sorusunu kısaca cevaplamaya çalışalım.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait Sarıyer, Kısırkaya’daki 20.000 köpek kapasiteli Hayvan Barınağı'nın inşaatı devam ederken, Türkiye’nin dört bir yanından hayvan özgürlüğü örgütleri, ekoloji hareketleri ve dernekler 31 Ocak’ta bu devasa hayvan toplama merkezine karşı büyük bir eyleme hazırlanıyor. Eylem hazırlıkları devam ederken, hem merkezin bizi endişelendiren olası icraatlarına ışık tutmak, İBB’nin “niyetiyle” ve böylesi bir projenin arkasında yatan itkilerle ilgili sosyal medyada dönen tartışmalara katkıda bulunmak, hem de süreci hazırlayan hukuki ve politik sürece daha yakından bakmak istiyorum.Yazıya eşlik eden temel endişe, Kısırkaya’da açılacak merkezler birlikte, İstanbul’da hali hazırda toplama, uzaklaştırma ve henüz düzensiz itlaflara maruz kalan sokak hayvanlarının geri dönülmez bir felaketin eşiğinde olacağı öngörüsünden kaynaklanıyor. Türkiye’deki hayvan siyasetinin (İBB ile ilişkilerini iyi tutmayı hedefleyen birkaç hayvan örgütü dışında) geneline hakim olduğunu söyleyebileceğimiz bu sezginin, basit bir karamsar endişe ya da spekülasyondan ibaret olmadığını, sürecin arkaplanında yatan kentsel dönüşümün henüz hâlâ gizli bazı veçhelerine baktığımızda daha iyi görebileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla, bu yazı hem Kısırkaya’daki merkezin tekil önemini vurgulamak, dolayısıyla ona karşı örgütlenen politik mücadelenin varsayımlarını ve perspektifini açabilmek, böylesi çok boyutlu bir meselede spekülasyonu azaltabilmeyi amaçlıyor.
Bizim önerdiğimiz model antikapitalist bir mücadeleyi de imkan dahiline sokuyor. Çünkü sivil meclislerle, kent konseyleriyle, kadın ve gençlik meclisleriyle, iktidar kim olursa olsun onun üzerinde baskı oluşturabilen örgütlü bir toplum, neoliberal sistemle rahat entegrasyonunu da engeller. Şöyle bir örnekle açıklayayım. Şu anda Milli Eğitim Bakanı tek başına Türkiye’deki milyonlarca okulu yönetebiliyor. Teknik olarak bakanın tek bir imzası ile bütün Türkiye’deki bütün okul sınıflarına aynı firmanın bilgisayarını satın alabilirsiniz. Bu durumda A firması gelip bakanla anlaşma sağlarsa Türkiye piyasasına milyonlarca bilgisayar satabilir. Bizim önerdiğimiz modelde Milli Eğitim Bakanı o bilgisayarın bütün piyasaya girmesine yetkili olamaz. Bölge meclisinde de yetki vardır, halk meclisinde de yetki vardır. Oraya yatırım mı yapılacak, arazi mi tahsis edilecek, belediye meclisi, kent konseyi, sivil halk meclisleri, çevre konseyleri, bütün bu denetim mekanizması devreye gireceği için A firmasının CEO’su onların hepsini ikna etmek zorundadır, bilgisayarını oraya satmak için. Bu da tekelleşmeyi ve piyasanın toplum üzerinde hakimiyet kurmasını zorlaştırır. Sosyalizm değildir, kapitalizmin tümüyle tasfiyesi değildir ama toplumun kapitalizme karşı direnme hakkını güçlendiren bir mekanizmadır diye düşünüyoruz, bu yönüyle antikapitalisttir.
Linç, ani bir patlamanın sonucu değildir. Yani en azından, her zaman bu biçimde cereyan etmez. Vahameti de biraz buradan gelir: Öncesinde kamuoyu hazırlanır, gündem kızıştırılır, “ilgililer” tahrik edilir. Provası yapılır. 6-7 Eylül’ü düşünelim. Bu faşist pogromun öncesinde medyanın ve hükümetin rolünü düşünelim. Hrant Dink katliamdan evvel topluma “protesto” olarak sunulan, mahkeme önünde toplaşan linççi koroyu hatırlayalım. Siyasi hayatımız, ne yazık, bu örnekler için bereketli. Kısacası, Cumhuriyet gazetesi önündeki “protesto”ları, yalnızca protesto olarak görüp ferahlayamıyoruz. Hele ki “Cumhuriyet hesap verecek”, “Burası Türkiye, Fransa değil!” şeklinde sloganlaştırılmış tehditlerin, paltonun altından sıyrılarak hince gösterilen silahtan pek farkı olmadığı aşikârken. İktidarın bu türden hezeyanları, asayiş tedbiri olarak alttan alta onayladığını bilirken. Linç, bir yandan da belki paradoksal veya ironik bir şekilde, toplum olarak sık kullandığımız bir kavram. Yani olan biten hemen her şey karşısında cömertçe, adını koyarak “linç” diyebiliyoruz. Ancak bu cömertlik politik bir olgunluğun sonucunda değil, tersine kavramın işaret ettiği olguları normalleştirmenin sonucunda oluşmuş görünüyor.
Gençleri cihad yolundan çevirmek için sağdan soldan “ılımlı imam” peşine düşülüyor; ki bu imamlar, Drancy imamı Hassen Chalghoumi gibi Fransızca’yı neredeyse hiç bilmiyorlar. Oysa daha iyi bir Fransızca konuşmakta olan radikalleşmiş genç cihadcıların bu türden vaazlara kulak asmaları beklenemez. Banliyölerdeki tüm sahte-röportajlarda ahiret sualleri sormak için uzatılan mikrofona yanaşmayan ve sessiz sakin yaşamlarını sürdüren “hakiki” ılımlılardan haberimiz yok.
Ama Müslüman orta sınıflar üzerine ne siyaset, ne gazetecilik, ne de sosyoloji bâbından ciddi bir çalışma var. Bu orta sınıflardan dikkatimizi çekenler sadece, Vallaud-Belkacem, Bougrab veya Dati gibi kadın siyasetçiler oluyor; üstelik sürekli olarak da bunların kadın oldukları için istisna teşkil ettikleri vurgulanıyor.
İlk değineceğim nokta, Marine LePen’in yürüttüğü “dediabolisation”(şeytanlıktan çıkmak) politikası. Kendisi 2011 yılında babası Jean-Marie LePen’in yerini alarak Front National’in başına geçmiştir. (İkisini karıştırmamak için yazının geri kalanında kendisini Marine diye anacağım.) Bu değişim partinin çizgisine net olarak yansımıştır. FN, insanların açıkça onlara oy verdiklerini söylemeye utandıkları bir parti iken siyasetin ana akım aktörlerinden bir tanesine dönüşmüştür. Marine, son konuşmasında, Türk medyasında hissedilenin aksine Charlie Hebdo saldırıları üzerine “Müslüman vatandaşlarımızı yapılacak suçlamaların dışında tutmalıyız” demesi bu radikal farklılığın göstergesidir. Elbette Front National dünya halklarının birleşip barış içinde yaşaması gerektiği fikrinden hâlâ bir hayli uzaktır. Ama her şeyin formatı öylesine değişmiştir ki, özü hakkında bile şüpheye düşebiliriz. LePen açıkça ırksal bir mesele olarak baktığı göçe kesin ve toptan şekilde karşıydı.
Hayvan üzerinde deney yapılması, tıp tarihine içkin, onun kadar uzun bir tarihe sahip. tıp tarihi dediğimizde, sınırlarını dini, toplumsal, kültürel, düşünsel farklılıklarının çizdiği bir tarihsel kesitten söz ediyorsak, hayvanlar bu kesitin en önemli bileşeni. Hem bilginin ve bilgi üretiminin oluşturduğu ekonominin nesnesi, hem de insan-hayvan arasındaki ayrımın kurulduğu düşüncenin dayanağı olarak. Bu kesit, farklı coğrafyalarda farklı gelişim ve dönüşümler gösterse de, bugün hayvanın akademik bilgi ve meta üretimine tabi olma biçimlerinin belirlendiği tarihsel-toplumsal tecrübenin, batı modernitesini kuran ayrıştırıcı pratiklerle geliştiğini söylemek mümkün.
Bugün hayvan deneylerini, insan ile hayvan arasındaki yakınlık tecrübesinin içinden, insan bedenine benzer ama farklı bir forma dair bilgiye haiz olma sonucu gelişmiş bir uygulama olarak düşünmek, pratiğin özündeki kullanma, ele geçirerek içselleştirme, tüketerek katletmeyi görünmez kılmak, bu pratiği hem modern insanı kuran öznellik anlayışından; hem de endüstriyel üretimle birlikte aldığı dönüşümlerden azade düşünmek anlamına gelir.
Kerameti iktidardan menkul bu entelektüelliğin, tıpkı “en az bir yabancı dil bilmek, esnek çalışma saatlerine uygun olmak ve ehliyet sahibi olmak” gibi önşartları var artık: Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert, Mehmet Ocaktan’ın durumu ve havuz medyasındaki son tenkisatın gösterdiği üzere “ama”yı sözlüğünde barındırmayan bir “entelektüel”ler çağına vardık. İnsanın en tabii huylarından biri olan tereddüt etmenin bir erdemsizlik, davaya ihanet olarak kodlandığı bir hırsın saldırganlığıdır karşımızdaki. Bugün koltuk değneklerini atıp otoriterliğe koşar adım yürüyen bir “iktidarın entelektüelliği”ne soyunanların paradoksu şurada: Hiçbirisinin kendisine ait bir fikri yok. (Burada Yiğit Bulut’u ayırmak lazım sanırım. Gezi sonrası Erdoğan’ın bir toplantıda “Hiçbiriniz bir Yiğit Bulut kadar olamadınız” dediği rivayeti dolaşıyor.) Bu bakımdan aynı şarkıyı hep bir ağızdan bağıra çağıra söyleyen, üstelik de “Kabataş Hadisesi” türünden prozodi hatalarını yalanlarla gizleyen bu ekibin ne sazı ne de sözü yeni: “Aynı bağın gülüyüz biz.”
Tüm totaliter rejimler gibi, bu “yeni” rejimin de hedefi, tek lider, tek parti, tek ideolojiye dayanarak her türlü farklılığı baskı altına almak, kendi ideolojik “cennetini” yaratma adına hayatlarımızı cehenneme çevirmek, her eleştiri ve itirazı fiziksel/psikolojik terör yöntemleriyle bastırmaktır. Bunun için, hukuk dışı diye nitelendirdiğimiz her türlü kolluk faaliyeti, yasal düzenleme kılıfı ile karşımıza çıkarılmaktadır. Güvenlik paketinin özü, iktidara yönelik her türlü eleştiri, gösteri, basın açıklamasının yasaklanması, yasağa uymayanların önce polisçe derdest edilip alıkonarak bu sürede işkence ve kötü muameleyle tekdir edilip sonra kodesi boylamasıdır. Yapılmak istenen yasal değişikliklere bakıldığında bu durum net biçimde görülmektedir. Tasarıyla hedeflenen, suç ve ceza kovuşturma yetkisinin yargısal bir faaliyet olmaktan çıkarılarak tamamıyla kolluk faaliyetine dönüştürülmesi, böylece Ceza Muhakemesi Kanunda belirlenen güvencelere riayet edilmeden keyfi kolluk faaliyetini hakim kılmak ve yargı denetimini ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle söz konusu değişiklikler CMK yerine PVSK vb yasalar üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
Aslında erdemlerin tümünün insanın naif yanıyla ilişkili olduğunu, insan doğasının bir tezahürü (salgısı) olarak algılanabileceğini; bu yüzden de aslında insanın doğasını, bütünlüğünü koruması için gerekli olduğunu yani bir tür tinsel “ bağışıklık sistemi” gibi işlev gördüklerini söyleyebiliriz. Bu benzetmeyi daha ileri götürürsek erdem sayılan insan özelliklerinin, beş duyu gibi, tinsel duyular olduğunu da ekleyebiliriz. Merhamet duy(g)usu, günlük yaşamda daha çok çocuklara (ardından güçsüzlere, yoksullara, yoksunlara) yönelen bir duygu. Belki bu yüzden aynı zamanda insanın varlığına duyulan özen, sevgi ve saygı ile kardeş bir duygu. Yani sevgi olmadan merhamet olabilir ama eksik kalır örneğin. Merhamet vermeye dayalı bir insanlık hali. Yani merhameti kıymetli yapan bir eylem içeriyor olması. Yoksa içi boş bir duygu olurdu. Yani “edebiyatı” yapılamaz merhametin. Böyle olduğu için de dünyayla ilişkisinde almayı değil vermeyi önceleyen, böyle bir insanı doymuşluk içinde olanların duygusu.
Sosyal medyanın modern günah çıkarma fonksiyonunu da ifade ediyor olabileceğini yadsımamalıyız. Türlü öznelliğin akıştığı bir platformda bunun olmaması abestir belki de. Kaldı ki oraya buraya (timeline) baktıkça, “ben de müdahil olayım”ı teşvik eden bir yapısı var ki bunun da illa bir fenalık olduğu söylenemez. Sansasyonel olduğu durumlar hariç, merkez medyada temsili oldukça kısıtlı meselelerin gündeme gelme imkânı olarak sosyal medyanın, görünürlüğe alan açan bir yapısı var. Keza Gezi’nin kitleselleşmesinde, “ben de orada olmalıyım” hissiyatını besleyen önemli etkenlerden birinin sosyal medya olduğu iddiasını yabana atabilir miyiz? Sosyal medya ve muadilleri, aşağıda değineceğim, arka planında “söyledim ruhumu kurtardım” vicdancılığını teşvik edebildiği gibi (modern günah çıkarma fonksiyonu derken, tam da bu noktayı kastediyorum), politik olana “dâhil” olmaya, onları görünür kılmaya hatta bir var olma haline yani kendini gerçekleştirme potansiyeline de aracılık edebiliyor.
AKP uzunca bir süre biz-ötekiler ayrımını, statüko taraftarı eskinin muktedirleri beyaz Türkler ile “muhafazakar demokrat”, statüko karşıtı ve yeninin peşindeki ‘biz’ arasında yaptı. Parti, devlet nizamı tarafından garanti altına alınan ayrıcalıklarını muhafaza etmek isteyen, toplumu hiyerarşik katmanlara ayrışmış olarak gören ve AKP’yi destekleyen kesimlere karşı kültürel sermayesinin üstünlüğünü vurgulama derdinde olan bir iktidar bloğuyla/toplumsal kesimle mücadele ettiği kanaatini uyandırdığı ve bu kesimi stereotipleştirmeyi başardığı ölçüde, biz/öteki ayrımına manidar ölçüde destekçi buldu.
AKP’nin hayata geçirdiği siyaset, temel çatışmayı elitler-halk arasında koymasıyla popülist siyaset mantığından daima izler taşımış, ama popülist mantıkla parti siyaseti arasındaki örtüşme daima sınırlı kalmıştır. Yine de bu erken dönem siyasetin, demokratik talepler karşısındaki tutumunun popülist siyasetle örtüştüğünü söylerken fazlasıyla ihtiyatlı olmak gereklidir. Parti bir siyaset tarzı olarak popülizmi hayata geçirirken, bunu popülizmin belirli bir tanımını benimseyerek yapmıştır.
Bilinçli yapılan, yani güldürmenin yanı sıra insanı düşünceye sevk eden karikatürün son zamanlardaki en güzel örneği Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan çıktı. Karikatürün bu yeni tanımına uyan, hatta avangart bir tavır ve tanım da öne süren çalışmayı gördüğüm zaman hem çok beğendim, hem de çok sevdim.
Ayrıca karikatür duruşu gereğiyle bir alt okumayı da gerektirir. Bu karikatürde ele alınan militarizm karşıtlığı ve militarizme eşlik etmeme de harika bir alt metin oluşturuyor. Türklerin kurduğu devletlerin sadece asker olarak temsil edilmesi, bu devletler silsilesinin son halkasını oluşturan Türkiye Cumhuriyeti askerinin bu çalışmada yer almaması, ama aynı zamanda da Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden en yüksek mertebedeki kişinin sivil kıyafetle bu sahnenin ortasında bulunması bu militarizm halkasının, gösterisinin artık kırılması gerektiğini söylüyor bize.
Salman Rüşdi hakkındaki ölüm fetvasından, Madımak katliamından Hollanda’daki Theo van Gogh cinayetine kadar – yakın tarihte nerede sanat özgürlüğüne karşı el kaldırıldıysa, çoğu zaman kendini Müslüman bilenlerin elleriydi bunlar. Katiller ve onları kışkırtanlar, her zaman şuna güvenebildiler: Bir dizi insan, onların eylemlerini İslam adına veya ırkçılık karşıtlığı adına, bir “amacık” ekleyerek bir oranda meşru görecekti. Charlie Hebdo sadece Müslüman değil, Hıristiyan ve Yahudi softalar ve fundamentalistlerle de dalga geçmişti. Fakat saldırısına maruz kaldıkları tek bir taraf oldu: Müslümanlar. Bu yüzden, Müslümanlarla ilgili bir sorun var. Bu sorunla yüzleşmek yerine “Terörün dini yoktur” gibi laflara sığınmakla, her şeyden önce kendilerine zarar veriyorlar. Hakikati bulmaya engeldir bu. Sorunu tanımayan, çözüm yollarını da bulamaz.