TEORİNİN KUYRUĞU
[Büyükşehirlerimizden birinde, kamuoyunda “çöpev” diye bilinen bir yerde, tek başına yaşıyordu; daha doğrusu, beş yıl kadar önce ortalama bir dar gelirlinin mekânı olan evi kocası çocuklarını alıp gidince bu hale dönmüştü. Aklı başından gideli 10 yılı aşmıştı; belediyede işçi olan kocası, ilk yıllar tedavi için sağa sola koşuşturmuş; üç çocuğunun anası olan karısının derdine çare olur diye başvurmadık yer bırakmamıştı. Olmuyor, bir türlü olmuyordu; şizofreni, hastanın tüm insanî özelliklerini gün geçtikçe ağır bir yıkıma uğratıyordu; anlamsız konuşmalar dışında, onu insan yapan yanlar birer birer dökülüyordu. Oraya buraya döneledikten sonra, işçi koca hiç değilse çocuklarını daha sağlıklı bir ortamda yetiştirebilmek için, çareyi evi karısına bırakıp terki diyar etmekte buldu.
Sokaklar, amaçsız biçimde toplanılan ve evde biriktirilen çöpler, mahallelinin yardımı... Ayrıntısını hiç kimsenin enine boyuna bilmediği hayatı böylece sürüp gidiyordu. Ta ki, özel televizyonlarda, yerli sinemanın yaşadığı çöküntünün ardından, “kimsesizlerin kimsesi”, “çaresizlerin çaresi” diye sunulan programlarda, eski-ünlü artiz abiler, ablalar boy gösterene kadar...
Bu programları haline şükrederek seyretmeyi alışkanlık edinmiş bir komşunun birdenbire aklına düştü; çok sevdiği, yardımseverliğine inandığı eski-ünlü artiz abinin programını aradı, mahallelerindeki meczubun durumunu haber verdi. Ne iyi insanlardı, bu çağrıya hemen kulak kesildiler. Programın motoru konumunda olan, gazetecilik mektebini yeni bitirmiş, bitirim bir delikanlı spiker işi üstlendi. Genç olmasına gençti ama bu işlerde çok ustalaşmıştı; memlekette onu tanımayan, ondan korkmayan tek bir hastane yöneticisi kalmamıştı. Ali abiyi de tanıyordu; Veli dayıyı da. Dar gelirlilerin mahallesinde, ucuza sağlık hizmeti vererek, sürümden kazanan bir polikliniğin kendileri gibi yardımsever sahibini aradı hemen. Kendilerine bu meczubu bir hastaneye yatırmak için bir hemşire, bir doktor, bir de polikliniğin adı yazılı ambulans verirlerse, polikliniğin bedava reklamını yapmaya söz verdi.
Doğrusu iyi anlaşmaydı. Ekip hazırlandı, herbir şey çarçabucak hazır oldu. Yardımsever polikliniğin hemşiresi, doktoru; yardımsever özel televizyon programının genç spikeri, kameramanı ambulansa doluştular. Eski-ünlü artiz abi özel otomobiliyle onları izliyordu. Çekim çoktan başlamıştı.
Şaşkın bakışlarla evine, şefkatle hücum edenleri izliyor; bir türlü onlarla birlikte dışarı çıkmak istemiyordu. Sonunda birçok tekrar çekimden sonra, eski-ünlü artiz abinin iyilik dolu bakışlarına tepki vermediği bir anı kaydetmeyi başardılar. Eski-ünlü artiz abi, sokakta bir süre kendisini hayranlıkla izleyen mahallenin dar gelirlilerine gülücükler yolladıktan sonra, “gerisini nasıl olsa bizim çocuklar yapar” diyen muzaffer bir komutan, başarılı bir cerrah edasıyla özel otomobiliyle oradan uzaklaştı.
Ambulans, sirenler çalarak hızla önceden saptanmış hastaneye geldi. Bitirim spiker, arkasındaki ekibiyle ve muhteşem kamerayı “açılın” diye sağa sola tutan kameramanıyla birlikte, kalabalığı yara yara psikiyatri polikliniğine daldı. Hastasıyla görüşmekte olan zavallı doktor, elinde kocaman kırmızı mikrofonlu spikeri ve muhteşem kamerayı görünce şaşkına döndü; bir an için “meslek hayatımın sonu geldi” diye düşündü. Bir meslek odası yöneticisi olduğu halde, eli ayağı birbirine dolandı; çok iyi bildiği, uygulanması için titizlendiği etik ilkelerini hatırlamak istedi; lâkin bu isteği şaşkınlığın ve korkunun işgâl ettiği zihninde bir türlü ilerliyemiyordu. Kem küm etmeye başladı ve nihayet kendisini kurtaracak sihirli sözcüğü buldu: “Sizi anlıyorum ama burada ben yetkili değilim, hastaneye yatışlara klinik şefimiz karar verir. Onu telefonla aramam için izin verir misiniz?”
Klinik yöneticisi, sakin olmaya çalışarak, bitirim spikeri kendi odasına göndermesini istedi polikliniğindeki uzmanından. Hiç adeti olmadığı halde, belki caydırıcı etkisi olur diye, beyaz önlüğünü giydi; en ciddi tutumunu takınmaya çalıştı. Geçen saniyeler içinde “belki iyi bir konuşma yaparsam, ülkenin ruh sağlığı problemlerinin çözümünde bir katkı bile olabilir” şeklinde umutlu bir düşünce geçti aklından.
Yöneticinin bu “şef”e benzer halinden, bitirim spiker de etkilendi; ellerine, ceketi olsaydı, düğmesini iliklermiş gibi saygıyı gösteren hareketler yaptırdı. Yönetici, konuşmasını oldukça bilimsel ve kendisinden emin ifadelerle sürdürdü. Ruhsal tedavi ile ruhsal rehabilitasyonun farklı şeyler olduğunu; tedavi alanında dünyadaki gelişme trendini yakalamış olsak bile, ruhsal rehabilitasyon alanında ülkemizde henüz ilk adımların bile atılamadığını ama, ileride mutlaka atılacağına inandığını anlatmaya çalıştı. Çalışmak zorundaydı, çünkü binlerce hasta için yalnızca yirmi yatağı vardı ve onlardan birine, medya baskısıyla, tedavi olanağını yitirmiş birisini almak istemiyordu. Nasıl gözlerini yitirmiş birisinin göz kliniğine yatmasının bir anlamı yoksa ve kimse bunun için uğraşmıyorsa, ruh sağlığını yitirmiş bu insan için de aynı şey söz konusuydu. Ona burada, daha çok acil ve yeni hastalara hizmet vermeye çalışan bir tedavi kliniğinde yer vermek, başkalarının hakkını gaspetmek demek olacaktı.
Spiker, işinin zor olduğunu anladı; canhıraş bir biçimde, klinik yöneticisine birçok başka meslektaşını tanıdığını, bu hastanın yatması gerektiğini anlatmaya çalıştı. Klinik yöneticisi, ona eğitimini ve hasta yatışları konusundaki tıbbi bilgiyi nereden aldığını sorunca, duraksadı. Bu kez can havliyle ve yalvaran bakışlarla yeniden harekete geçti. İyiden iyiye su koyverdi. Bu hastayı kliniğe yatıramazsa, program için şimdiye kadar yapılan tüm masraflar boşa gidecekti. “No’lurdu bir gün, hattâ birkaç saat bile yatırsalardı şu kadını, sonra kapının önüne koysalar bile bir şey olmazdı”, “Böyle yaparlarsa bu iyilikleri karşılıksız kalmazdı”, “Hem kliniğe yatırılırken şöyle sıkı bir çekim yapılsa hastanenin ve kliniğin reklamı olmaz mıydı?”...]
Küreselleşmenin bendeki en büyük dönüştürücü etkisi, iç dünyamın eskiden yapmaya aşina olduğum her türlü teorikleştirme girişimine karşı, önüme sonu böyle açmaza doğru sürüklenen hayat hikâyeleri fırlatması şeklinde oldu. Ne zaman teoriye yönelsem, sonu açmaza doğru sürüklenen hayat hikâyeleri, “bunlar çözülmeden teori bir işe yaramaz” diye önüme dikildiler.
Elbette bunlar, teori düşmanlarının teorik-pratiğin görece özerkliğini anlayamayan kaba-saba pragmatist ifadelerini andırmaktadır ama onlarla aynı değildir; yalnızca amacı teoriden kovan, postmodern zihin konumlanışına karşı psikolojimin verdiği bir tepkidir. Şimdi de “otoritaryenizm”i konuşurken, gözümün önünden bu hayat hikâyesinin geçip gitmesinin nedeni budur; teorik girişimlerimiz, “otoritaryenizm”i bu ve buna benzer hayat hikâyelerinde hiç değilse saptamaya (benim için aynı zamanda “düzeltmeye” de) yaramalıdır. Teorideki kavramlar, (“devlet”, “otorite”, sivil toplum”, “bilim”, “kurumsal bilim”, “fallosentrizm”, “yapıbozum” vs.) bu hayat hikâyesini aydınlatmada bir işe yaramalıdır. Bu işe yaramıyorsa, teorinin kuyruğu çekiliverse, yeridir.
ADALETLE YARDIMSEVERLİK ARASINDA
Marmara depreminin oluşturduğu felaket ve ardından marûz kaldığımız sallantılı hayat, benim belki de tıbbi uygulamanın içinde yer almamdan kaynaklanan bu bakışımı iyice pekiştirdi. Zihnim yukarıdakine benzeyen onlarca yeni hayat hikâyeleri depoladı; ileride teorisyen yanlarıma arada bir göstermek için. Bu felaketi yaşarken bir kez daha gördük ki, sözün, eylemden koptuğu ve eğer simgesel bir kışkırtıcılık işlevi yoksa, “anlaşıyormuş gibi yapmak” dışında hiçbir işe yaramaz hale geldiği zamanlardayız. İşi yapanlar, depremzedelerin yardımına koşanlar için, felaket tellallarının bağırtılarının, bu bağırtıdan hiç farkı olmayan yeni-henüz şöhretsiz artizlerin teatral tutum ve davranışlarının zerre kadar önemi yoktu. Depremin acısını duyan binlerce insan, hiçbir çıkar gözetmeksizin, var olan şöhretlerinin ne kadar azalacağını ya da böyle yapmakla ne kadar ünleneceklerini düşünmeksizin ileri atıldılar. Başta sabır ve metanet timsali felaketzedeler olmak üzere, asker, devlet görevlisi, sivil, yerli, yabancı, sağcı, solcu ayırmaksızın hepsine, binlerce teşekkür.
Ama aynı teşekkürü, felaketin göbeğine konuşlanmış olsa da, zamanımızda sözün yegâne işlevi olarak kalmış kışkırtıcılığı son zerresine kadar kullanmayı, “haber hakkı”nı kullanmak adına her türlü gerçekliği çarpıtmayı şiar edinmiş “birtakım medya” için yapamayacağım. Çünkü tamamının değil, “birtakım medya”nın deprem sırasındaki tutumu, yukarıdaki vinyette betimlenen medya tutumuna çok benziyordu. Ama yine de “birtakım medya”ya, yaşanılan dünyada gerçek otorite odaklarının kimler olduğunu daha net biçimde görmemi ve yapacağımız “otoritaryenizm” tartışmasına zihnim açık ve kendimden emin girmemi sağladıkları için teşekkür edebilirim. Önceleri “senaryosu olan kazanır” şeklinde ifade ettiğim mottoyu, artık “söz ve görüntü şebekelerinin santrallerini elinde tutanlar kazanır” diye değiştirmem gerektiğine beni ikna ettikleri için teşekkür edebilirim. Ama itiraf etmeliyim ki, “birtakım medya”ya asıl, bir (hiper)gerçeği gözümün içine soktuğu için teşekkür borçluyum. Gözümün içine sokulan bu (hiper)gerçek, sözün tükenişinin yanısıra, ahlâki alanda, iki erdem (adalet ve yardımseverlik) ekseninde, tam bir yarılmanın olduğudur.
Önceleri, sosyalist blokun yıkılmasının ardından, içdünyamızda yaşadığımız temel sorunun özgürlük ve dayanışma arasındaki gerilimden kaynaklanmış olduğunu düşünüyordum. Dikkatimi küreselleşme üzerine odaklaştırmamın sonucunda bu anlayışımda bir değişim başladı; deprem felaketiyle de bu değişimin adını koyabildim:
Ahlâki erdemlerimiz, küreselleşmeyle birlikte köklü bir parçalanma yaşıyor. Küreselleşmenin ana kutuplarından birisi olan ulusal devlet(ler), kendisini temsil eden söylemlerde “adalet”i esas alan bir öz-savunma ve eleştiri getirirlerken, küreselleşmenin diğer ana kutbunu temsil eden finans dünyasının sözcüleri, kârı maksimize etme tamahkârlığını örtbas etmenin bir yolu olarak “yardımseverlik” erdemini öne çıkartmış durumda. Egemen finans çevreleri için “adalet”, ulusal devletin kendisini bir meşrûlaştırım gerekçesi olarak sunduğu beyhude bir uğraştır; yoksulların, tutunamayanların, felakete uğrayanların, Güneylilerin gün geçtikçe artan feryatlarına olsa olsa yalnızca “yardımseverlik” eli uzatılabilir. Uluslararası finans kuruluşlarının yardım fonları, biraz da bu gözle görülmelidir; tıpkı özel üniversitelerin bursiyerler için ayırdığı kadrolar gibi....
Deprem felaketi sırasında, ahlâki erdemlerde yaşanan bu parçalanma kendisini açık biçimde gösterdi; insanların inanılmayacak boyutlara varan yardım etme arzuları ve çabaları, kötü bir “anti-devletçi” söylemin içine devletin “adalet”le sıvanmış kalesini yakacak mancınıklar olarak yerleştirildi. Olağan koşullarda asla edilemeyecek, “okullarımızı bile bu devlete bırakmayalım; kendimiz yapalım” türü, sözümona sivil toplumcu-liberal sözler, kendi okulunu kendisi yapacak hattâ kendi site devletlerini kurabilecek kadar, halkın sırtından “semirmiş” çevrelerin sözcüleri tarafından edilebildi. Daha önceleri “özgürlük” sözünün arkasına sığınan tamahkârlık ve egemenlik arzusu (bak. Zygmunt Bauman, Özgürlük, Sarmal Yayınları) bu kez gitti “yardımseverlik” erdemini ve insanın en insanî duygusunu kendisine kalkan edindi.
YENİDEN DÜŞÜNMEK
Postmodern denilen yaşadığımız zamanların karakteristiği, ekonomik egemen çevrenin devletten kopması, tıpkı Roma’ya karşı Kartacalı tüccarların girişim gibi, devleti yerleştiği tüm zeminlerden söküp almayı öngören bir mücadeleye girişmesidir. Bu mücadelede ekonomik egemen çevrenin topluma vaadettikleri de, burjuvazinin, devrimci olduğu dönemde, feodallere ve din adamlarına karşı, halkı kendi bayrağı altında toplayabilmek için yaptığı çağrıya benzemektedir: Ulusal kimliğe karşı melez kimlik, ulusal kültüre karşı çokkültürcülük, birlik ve dayanışma ruhuna karşı bireysel özgürlük ve insan hakları ve her şeyden önemlisi devlete karşı sivil toplum...
İşin ilginç yanı, ekonomik egemen çevrenin bayrağı altında ilk toplananların sosyalist gelenekten gelen, hattâ kendilerini hâlâ sosyalist sanan bazı kişiler olmasıdır. Onlar, pek sevdikleri Gramsci’nin teorisinde tam da burjuvazinin organik aydınları konumunda bulunmakta ama kendi konumlarını “sınıfsal” açıdan asla gözden geçirmeye yanaşmaksızın sanki sivil toplumun sözcüleriymişçesine devlete, -neresine olursa olsun- durmaksızın vurmaya çalışmaktadırlar. Bu ekonomik egemenlerin yeni organik aydınlarının düşünmedikleri bir nokta da, yaşanan sorunların birbiriyle ilintileridir; yeni organik aydınlar, bir yandan sözümona Marksistliklerini hâlâ sürdürüyor gibi yapmakta, ama bütünsellikten yoksun olduklarını hissettiklerinde bu kez postmodern teoriden medet ummaktadırlar.
Oysa onlardan beklenen ve ilk yapmaları gereken, basit bir açıklamadır; bu dünyayı nasıl algıladıklarının ve eski anlayışlarına nasıl baktıklarının basit bir açıklaması.
İşte bu yüzden kuruluşundan beri “teorik müdahale”yi şiar edinen “Birikim Sosyalist Dergi”ye çok büyük bir görev düşmektedir. Bu dergi, tozun dumana karıştığı şu zamanlara biraz olsun ışık düşürebilmek için Marksizmin ana metinlerini ve ana kavramlarını tartışmaya açmalıdır. Bu kavramlar, “sınıf”, “devlet”, “devrim”, “emperyalizm”, “ulusal sorun” gibi kavramlardır.
Ben yıllar öncesinden Marksist olmadığımı ilân etmenin yanısıra, böyle bir özeleştiriyi de sürdürmeye gayret ediyorum. Bana göre Marx, açık biçimde din ve devleti değerlendirirken yanılmıştır; Doğu toplumlarını ele alışında bariz bir etnosantrizme düşmüş; çevre sorunlarını zerre kadar olsun fark edememiştir. Hâlâ tarihin gördüğü en büyük siyaset ustası olduğuna inandığım Lenin ise Devlet ve İhtilal’de Marx’ın devlete hatalı bakışını doruğuna çıkartmış, “egemen sınıfın baskı aygıtı” şeklindeki berbat devlet formülasyonunun kitlelere sirayet etmesini sağlamıştır. Lenin’in emperyalizm teorisi ise, en azından devleti hatalı değerlendirmesinin doğal sonucu olarak hatalıdır; tarihin bu büyük siyaset ustası emperyalizmi değerlendirirken siyasete hiç yer vermeyen bir ekonomizme batmıştır. Bizzat devrimler tarihi, Marx’ın ve Lenin’in yanılgılarını açık biçimde görebileceğimiz bir aynadır. (Marx’ın devlet analizindeki hatalarının oldukça yerinde -ama bizim devleti savunmamızın tam tersine devletsiz toplumdan yana- bir saptaması için, Pierre Clastres’in Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Devlete Karşı Toplum kitabına bakılabilir.)
Bunlar konuşulmalıdır; kim nerede, kimin yanında olduğunu açıkça beyan etmelidir.
Ben birçok kere yazdım yine söylüyorum. Devleti egemen sınıfların baskı aygıtı olarak görmüyorum. Devleti ve sivil toplumu birbirinden kesin hatlarla ayıran bir bakıştan ziyade, devletin ve toplumun birbiriyle çok yakından ilişkili olduğunu düşünen; devletin toplumun kollektif aklından kaynaklanan organizasyonel yeteneklerinin, adaletin ve korunmanın sağlanmasında “gücü meşrû kullanma yetkisi”nin somut tezahürü olduğunu söyleyen bir anlayışa sahibim.
Toplum, bu yetkiyi devlete, despotik, devletçi, liberal, korporatist vs. biçimlerde kullanacak biçimde devredebilir; son tahlilde devletin yapısını ve işleyişini bizzat toplumun kendisi belirler. Bunların ayrıntısını birazdan ele alacağım; şimdi söylemek istediğim, deprem felaketi sırasında da devlet-toplum ilişkisinin kendisini böyle ortaya koyduğudur.
Deprem felaketinde, bazıları sivil toplum adına egemen ekonomik çevrenin mevzilerinden ellerine ne geçerse devlete zarar vermek için fırlatsa da, görülmüştür ki, yalnızca devletin değil bu toplumun organizasyonel yetenekleri, hiç değilse günümüz koşulları için, pek de iyi bir durumda değildir. Organizasyonel yetenekleri iyi olmayan bir toplum, olanca dayanışmacı ve fedakârane hasletlerine rağmen, büyük bir felaket karşısında, zararı hızla en aza indirecek yolları bulmakta güçlük çekmiştir. Bu belirleme toplum için de ve onun kollektif aklının bir tezahürü olan devlet için de geçerlidir. Deprem sırasında, toplum ve devlet olarak, elimizden geleni yapmış olsak da, nedenleri uzun yıllar öncesine dayanan kötü bir sınav verdiğimiz ortadadır. Devletin olduğu kadar sivil toplumun da bu kötü sınavda katkıları vardır. Sorunların çözümüne, devlet ve toplum olarak bir felaketle karşılaşılaştığımızda, organize tavır alabilme yeteneğimizin kısıtlı olduğunu kabul ederek başlamalıyız; elbette daha önce yaptığımız, ekonomik egemen çevrenin devletten koptuğu, adalete karşı yardımseverliği öne çıkarttığı şeklindeki öteki belirlememizi de hesaba katarak...
Nasıl bir siyasî perspektife sahip olursak olalım, bugün, bir toplum tasavvuru geliştirebilmek için ilk yapmamız gereken, aza kanaat getiren adil devlet memurunun sağlayacağı adaleti mi yoksa ekonomik egemen çevrenin yardımseverlik duygularını mı esas alacağımıza karar vermektir. Dünya görüşlerinin mihenk noktası, artık burasıdır. Siyaset teorisindeki tartışmalardan da aşinayız ki günümüzde pekâlâ sosyalist-liberal ya da dindar-demokrat gibi önceleri yanyana getirilemeyen bakışlara birarada sahip olmak mümkündür. Çünkü dünya görüşünün mihenk noktası, siyasî ideoloji olmaktan çıkmıştır; karar vermeniz gereken adalet arayışından türeyen toplumun ortak aklından mı, yoksa toplumu girişimciliğini özgürce kullanan ekonomik egemen çevrenin yardımsever kollarına bırakmaktan yana mı olduğunuzdur.
Ben tavrımı bir kez daha söylüyorum: Toplumun kendi yapısına ve taleplerine göre biçimlendirdiğini düşündüğüm devletin, yine toplumun değişen yapısına ve taleplerine göre restorasyonundan yanayım. Nasıl bir restorasyon programının yürürlüğe konulacağını da son tahlilde toplumsal dinamikler belirleyecektir. Elbette birçok başka ahlâki erdem gibi yardımseverliği de önemsiyorum; yardımseverlik, toplumun kendi yaralarını sarabilmesinin, dayanışmanın temel gücüdür. Adaleti ise, tüm diğer erdemlerin önünde görüyorum; adalet olmaksızın diğer erdemlerin hayat bulup gelişebileceğini düşünemiyorum; adil olmayan ellerde, öteki birçok erdem gibi yardımseverliğin de her an karşıt bir içeriğe bürünebileceğini biliyorum. Devletin genelin çıkarlarına hizmet eden işleyişine saldırıya geçmedikleri sürece, ekonomik egemen çevreyle de serbest piyasayla da bir alıp veremediğim yok.
Devleti ontolojik olarak savunuyorum, bu her türlü devlet işleyişini savunduğum anlamına gelmiyor. Bu devlet anlayışım, devleti kendisinin bilip benimsediği için gerektiğinde restorasyon mücadelesine de her zaman yer tanıyor. Ama yok yere “devlet”-“sivil toplum” ayrımı yaratıp, tüm felsefi literatürde kaosu ve kargaşayı temsil eden sivil toplumu kutsallaştırıp onun adına devlete savaş açmaya çalışırsak, son tahlilde çıkarlarını maksimize etme amacından hiç vazgeçmeyen ekonomik egemen çevrenin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işlevimiz olamayacağını, insanlığın dayanışmacı bir ruhla ürettiği tüm değerlere de bu arada saldırmış sayılacağımızı söylemek istiyorum.
Şimdi biraz da bu söylenenlerin açılımı olarak otoritaryenizm bahsine geçebiliriz.
HATIRLATMALAR
Birikim’in 105-106 sayılarındaki “İçimizdeki devlet” başlıklı yazımızda, otorite (otoritaryenizm değil) ile ilgili temel tezlerimizi şu ifadelerle özetlemiştik:
1. Devlet ve birey psikolojisinin aralarındaki bağı sağlayan ortak zemin, siyaset ve ahlâktır. Devlet ve birey, her ikisi de faaliyetlerinde “pratik akıl”la hareket ederler; “öteki”ni ve “ilişki”yi gözetmeyi esas alırlar.
2. Otorite, diyaloğun ortaya çıkardığı doğrudan bir sonuçtur. Her diyalogta bir otorite vardır ama zorla ve baskıyla değil, tasdike dayalı olarak kazanılır; irrasyonel ve keyfî biçimde kullanılamaz. Eğer otorite, diyalog içinde tasdike dayalı olarak değil de, zorla, irrasyonel ve keyfi biçimde itaate dayalı olarak sağlanmaya kalkışılırsa buna “otoritaryenizm” denilir; ki psikolojik kökenleri çok farklıdır. Otoritaryenizm, bireyin psikolojisinde de, toplumsal hayatımızda da güven sağlayıcı, gerçek bir otoritenin olmadığı, belirsizliğin egemen olduğu koşullardan beslenir.
3. Bir otorite olarak devletin siyasî faaliyetlerinin meşrûluğu, topluluğun nesnel ahlâkında, topluluğun genel diyalog tarzında kökleşmiştir. Bu meşrûlaştırım, devletin ideolojik bir manipülasyonu değildir, tam tersine devlet, kendisini topluluğun tasdikine göre ayarlamak durumundadır. Eğer böyle değil de ideolojik manipülasyon sayesinde devlet, kendi varlığını meşrûlaştırmaya çalışıyorsa, orada artık gerçek bir tasdikten bahsedilemez. Böyle bir otorite işleyişi, psikolojide yansıtmalı özdeşim (projective identification) adını verdiğimiz dolaylı bir baskı biçimine benzer biçimde çalışır ki, onun uygulayıcıları da “otoriteryen” olarak anılmayı hak ederler.
Pratik akılla (siyaset ve ahlâk) bağlantılandırdığımız otorite, asıl olarak insanın irrasyonel yanlarından türer. Zaten irrasyonalite, insanın ilksel (primordial) halidir ve rasyonalite bu irrasyonaliteden gelişir. İnsanın başlangıçta irrasyonel oluşunun nedeni, zihin gelişiminin zorunlu bir sonucu olmasının yanısıra biyopsikolojik gerçeklik dolayısıyladır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli fark, uzun bir bebeklik dönemi yaşamak zorunda olmasıdır. Uzun bebeklik dönemi, uzun bir bağımlılık dönemi demektir. Otoriteyi ilk kabullenişimizin kökleri, kaçınılmaz uzun bebeklik dönemindeki bağımlılık yaşantısına uzanmaktadır. Bize bizden iyi bakacak başkaları olmasa olamayacağımız gerçeği, psikolojimize bir daha çıkmamacasına kazınır. Otoritenin iyi ki var olduğunu daha anneyle olan ilk diyaloğumuzda yaşarız.
Bu anlamda otoriteyi, Lacan gibi psikolojide hep kaynaşmayı bozan, “üçüncü” olarak bilinen “baba”yla değil de, anneyle başlatmak çok daha uygun gibi görünmektedir. Zaten “süperego” çalışmalarının onun ortaya çıkışının ilk belirtilerini Freud’un sandığından çok daha önceki bebeklik dönemlerinde saptamaları da bunu desteklemektedir. Kendimizi güvenli kollarına bıraktığımız, üstelik istesek de istemesek de bıraktığımız “yeterince iyi anne”, iç dünyamızdaki olumlu otorite imgesinin de kaynağıdır. Anneyle yaşantımız boyunca ortaya çıkan kaçınılmaz hayal kırıklıkları da olumsuz otorite imgesinin kaynağı... Bu ikilem, sonraki yaşantılarımız boyunca sürer gider; bizi sunulana hayran bırakan, ötekiyle kaynaşmamızı sağlayan ve ihtiyaçlarımızı karşılayan, “iyi”yi; hayal kırıklığına uğratan, yalnız ve çaresiz bırakan ise “kötü”yü besler durur. Otoriteyle ilgili yaşantımızı, neye otorite diyeceğimizi ve ona nasıl tepki vereceğimizi belirleyen şey, işte bu “iyi” ve “kötü” imgelerin amalgamından oluşan genel otorite imgesidir.
Bireysel psikolojimizdeki genel otorite imgesinin “kötü” ve “iyi” yanları, içimizdeki “anti-otorite”nin harekete geçirici gücüdür. Şöyle ki genel otorite imgemizde zaten “kötü” yanlar baskınsa, her türlü otoriteye olduğu gibi devlete de baştan yeminli muhalifiz demektir; yok eğer genel otorite imgemizde “iyi” yanlar baskınsa, devletin despotik tutumlarına karşı sağlıklı demokratik bir yurttaş tepkisi gösteririz. Kısacası, otoritenin (ve devletin) tutumları bireysel psikolojimizdeki genel otorite imgesiyle uyuşmuyorsa, iç dünyamızdaki “anti-otorite” yanları uyarılır; tasdik, eleştiriye ve isyana dönüşür. Sağlıklı işleyen bir devlet yapısı, kendisine yönelik eleştiri ve isyanı, gerekli önlemleri alarak, kendisini bu eleştirileri ortadan kaldıracak biçimde düzelterek, ailede ve toplumsal yaşamda bireyin zedelenen adalet duygusunu, iyi bir ebeveyn gibi tamir ederek, sindirir. Devlet, böyle sağlıklı bir tutum almak yerine, yurttaşlar topluluğunun taleplerine kulak tıkarsa, yalnızca kendi hükümranlığını gözeten ve zorla itaat ettiren bir “dış güç” haline gelirse, bir başka deyişle yurttaşlar topluluğunun büyük çoğunluğunun genel otorite imgesindeki “iyi”yi geliştiremezse, kendi aleyhine işleyen bir süreci de başlatmış olur.
Sonuç olarak otoritenin (ve devletin) toplum ahlâkında ve insan ilişkisinin diyalojik doğasında derin kökleri bulunduğu gibi, anti-otoritenin de aynı derinlikte kökleri vardır. Otoritaryenizm, otorite ve anti-otorite; daha genel olarak söylersek devletle toplum arasındaki diyalektiğin bozulduğunun habercisidir. Bozulan denge baskı, zor ve manüpülasyona dayalı dayatmalarla sağlanma yoluna gidilmektedir.
Sosyal psikolojide otorite ve itaatle ilgili olarak yapılmış olan ünlü Milgram deneyleri bu söylenenleri desteklemektedir. Bunlardan birisinde “denek A’dan gerçekte bir deney öznesi rolünü oynayan bir aktör olan başka birine, denek B’ye, bir görevi yerine getirmesi için emirler vermesi ve eğer verilen görevi lâyıkıyla yerine getirememişse onu cezalandırması istenir. Ceza denek B’ye 15 volttan öldürücü olduğunu bildiği 450 volta kadar değişen elektirik şoku uygulamaktan ibarettir. Deney başlamadan önce, denek A’ya 45 voltun insanı nasıl etkilediği gösterilmiştir. Deneyin içinde denek A’nın denek B’ye verilmesine karar verdiği elektirik şoku gerçekten uygulanmıyor, denek B’i oynayan aktör kendisine elektirik şoku vermiş gibi yapıyordu.
Milgram’ın bulgularına göre, deneylerinde kullandıkları kişilerin büyük bir bölümü, bazen kendi inisyatifleriyle, sıklıkla deneyi düzenleyenlerden gelen hafif bir işaretle, denek B’lere çok yüksek elektirik vermiştir. Göründüğü kadarıyla onlar ne yaptıklarını biliyorlardı; aynı zamanda, öteki deneklere öldürücü şoklar uyguladıklarını da biliyorlardı ya da bildiklerini düşünüyorlardı. Cezaların yalnızca eğitim ve öğretim hakkındaki bir deneyin parçası olduğunu da biliyorlardı.”
Hakikat Oyunları (Ayrıntı Yayınları) yazarı John Forrester’a göre, “Milgram, Nazilerin Yahudileri yok etme planlarının nasıl uygulamaya konulduğuna duyduğu ilgi yüzünden bu deneyleri başlatmıştı. Ancak Milgram’ın deneyleri çok geçmeden, otoriteye boyun eğmenin deneysel bir örneği olmaktan çok farklı bir nedenle de meşhur olmuştu: Deneyler aynı zamanda deneklerini baştan sona aldatmakla meşgûl olan sosyal bilimcilerin sorgulanabilir etiklerinin bir örneğini oluşturuyordu.... Milgram’ın deneyleri otoriteye boyun eğme konusunda değil, aldatma konusunda bir ders haline geldi.”
Bize göre ise Forrester’ın yerinde saptamalarından ayrı olarak Milgram deneyleri, otoritaryenizmin kökenlerinin belirsizlik ve manüpülasyonda bulunduğunu göstermektedir. Toplumla arasındaki dengenin bozulduğu zamanlarda, yani zayıf olduğu hallerde devlet, baskı, zor ve manipülasyona başvuruyorsa, benzer koşullar, bireysel psikolojide de otoritaryen kabarmalara yol açmaktadır.
DEVLET-DIŞI OTORİTE KAYNAKLARI
Devlet-toplum arasındaki olması gereken sağlıklı diyalog, araya giren ve otoriteyi devletle özdeşleştiren bilimsel (ve popüler) anlayışlar nedeniyle gözlerden saklanan, diğer otorite kaynakları tarafından torpillenmektedir.
Diğer otorite kaynaklarının neler oldukları, yaşanan zamana ve toplumsal formasyonlara göre değişiklik gösterir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde ve geri bıraktırılmış ülkelerde devlet-toplum ve diğer otorite kaynaklarının yerleşimleri, çok önemli farklılıklar göstermektedir.
Kendi ülkemiz için konuşacak olursak, yerinden oynamış devlet-toplum ilişkilerindeki en bariz görünüm, devletin sanıldığı gibi güçlü ve büyük oluşu değil, hantal ve zayıf oluşudur. Bırakın güçlü olmayı vergi bile toplayamayan, uluslar arası finans çevrelerinin isterlerini attığı her adımda kollamak zorunda kalan zayıf devlete, kendi bedeninin ne kadar sağlam olduğuna dair gövde gösterisinden başka bir seçim şansı bırakılmamıştır. Devletin bıraktığı boşluğu, her güç odağı kendi tarzınca doldurmaya çalışmaktadır. Toplum karşıtı sosyopatik çeteler, kendi başlarına adaleti temin işinden gelir temin etmeye çalışırlarken, toplumun en yoksul kesimleri adaletin hiç değilse öbür dünyada gerçekleşeceğini umarak dinsel inançlara tutunmakta, egemen ekonomik çevreler ise, girişim ruhundan yayılacak yardımın topluma refah ve huzur getireceği inancını, özellikle “birtakım medya” aracılığıyla yaymaktadır. Devletin otoritesi, sosyopatinin otoritesi, geleneğin otoritesi ve paranın otoritesi, boş buldukları yeri kapma tarzında toplumun dokularına dağılmışlardır. Toplum hayatında bu çoklu otorite dağılımından kaynaklanan, bizim giriş vinyetinde sunduğumuz acıklı manzaralar görünmekte; tıpkı kaldırımlarına sahip çık(a)mayan belediyelerin yollarından zifos fışkırması gibi, basılan yerden otoritaryenizm fışkırmaktadır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, devletin egemen ekonomik çevrelerle ve sivil toplumla ilişkisi, birçok gerilim hattına rağmen, sözleşmeye dayalı olarak kurulmuş, insan haklarına dayalı bir hukuksal çerçeveye kavuşmuştur. Bu sürecin sonucunda ortaya çıkan, çok güçlü organizasyonel bir yetenektir; organizasyon yeteneğinin kendisi adeta otorite timsali haline gelmiş, otorite içselleşmiştir. Kamu görevlisi de sivil yurttaş da toplam organizasyon yeteneğinin kendilerinden daha güçlü olduğunu bildiğinden, yasalardan, o yasaları üreten sistemden korku duymaktadır; dolayısıyla “otoritaryenizm” bu toplumsal formasyonlarda yakın tehlike olmaktan çıkmıştır. Oralardaki en yakın tehlike, “doğa durumu”ndan türetilen “doğal hukuk” adına, yoksulları, hastaları, marjinalleri, yabancıları, zencileri toplum hayatından geri püskürtmeye hazırlanan liberal despotizmdir.
Biz-geri bıraktırılmışlar, ortak aklımızla kamusal vicdanımızdaki otoritaryen bataklıkları kurutabilecek miyiz? Onlar-gelişmişler, insan hakları öğretilerine sahip çıkarak liberal despotik kasırgayı önleyebilecekler mi? Önümüzdeki yıllarda hep birlikte göreceğiz.