Türkiye Körfez depreminin aynasında gerçekte ne olduğunu olanca açıklığı ile gördü. Kamusal akıl, esirgeyici kurum ve kuruluşlar olarak da varsayılan devleti adeta enkazın bir parçası gibi köhne ve donanımsız bir kalıntı; ülkenin en mamur ve gelişmiş yöresi körlemesine inşâ edilmiş bir tekinsiz binalar karmaşası; şehirleşmesini ve endüstrisini en kolay kâr ve rant temininden başka bir ölçüt tanımayarak oluşturmuş “gelişme” rota ve perspektifimiz ve bu doğrultuda şekillenmiş kentlerimiz, kent “bilinç ve kültürü”müz, toplumsal-iktisadî düzen ve yapılarımız hazin bir gelişmişlik müsveddesi halinde yansımaktaydı bu aynaya.
Ama bu aynada görünenin kendi sûretleri olduğunu en fazla orta sınıflar hissetti. Depremin alışageldiğimiz gibi Türkiye taşrasında “geri kalmış” köy ve kasaba irisi kentlerinde değil de; bu kez ülkenin en mamûr ve “gelişkin” sayılan yörelerinde, toplumumuzun en müreffeh, en oturmuş orta sınıflarının yaşadığı kent ve sayfiye merkezlerinde olması, bu yerleri “vurması” bunun ilk nedeni sadece. Depremin Türkiye orta sınıflarında bir deprem etkisi yaratması, şimdiye dek bu kesimlerde görülmedik bir devlet ve düzen eleştirisinin boy vermesi, devlete güvensizliğin açık ve yaygın bir kanı olarak seslendirilmesi, deprem kurbanlarının çoğunun bu kesimden oluşuyla elbette ilgilidir. Ama her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de düzenin omurgasını oluşturan bu sınıf, her ne kadar o düzenin egemeni değilse de; onu “şekillendiren”, daha doğrusu düzeni kendisine uyduran ve bu uyarlama ölçüsünde düzeni “yerli”leştiren, ona “ulusal karakteri”ni veren sınıftır. Dolayısıyla şimdi uğradığı felaketin bu denli ağır olmasının devlet ve düzene bağlanabilecek nedenlerini kendinden ayrı düşünemez. Mağdur olduğu kadar müsebbiptir de. O nedenle deprem ertesinde yükselen tepki devlet ve kamu idaresine öfke kadar utanç ve pişmanlıkla, bir özeleştiri ihtiyacı ile de yüklüdür.
“Artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz, olmayacak” sloganı en son Susurluk olayı ertesinde dillere düşmüştü. O dönemde, yaygın ama zayıf hattâ göstermelik bir destek bulabilmiş o sloganın, şimdilik de orta sınıfların gözdesi haline gelen “sivil toplum kuruluşları” ve medya tarafından çok daha geniş bir destek ve kararlılıkla öne çıkarıldığını görüyoruz. Devletin ve kamu yönetimlerinin “artık eskisi gibi olamayacağı”nı açıkça ilân etme kararlılığını duyuran bu sloganın destekçisi orta sınıflar kendilerinin de “eskisi gibi” olmamaları konusunda ne kadar kararlıdırlar acaba?
Şüphesiz “eskisi gibi olmama”nın sayısız yolları vardır. Şimdi depremin şokuyla devletin, kamu yönetiminin ve herhalde -ve mantık gereği- kendisinin de “eskisi gibi” olmaması gerektiğini söyleyen orta sınıflar, “nasıl olmayı” tasarlamaktadırlar?
Bu sorulara geçmeden önce açıklanması, tespiti gereken bir nokta var. Türkiye’de “ekonomiye egemen” sınıf, yüksek endüstri ve finans burjuvazisi, en büyük ve oturmuş grup ve holdinglerin sahip ve yöneticileri kesimi, hemen hemen ittifakla, öteden beri siyasal düzende ve devlet organizasyonu içinde -kendi açılarından- köklü denilebilecek bir düzenleme talebini açıkça dillendiregelmekteydiler. Siyasal iddia ve özgüveni hattâ ilgisi on yıllardır “kırılmış” olan alt sınıflar, özellikle işçi sınıfı, şu anda yüksek burjuvazi ve orta sınıflarda görmekte olduğumuza benzer bir “özerk hareketlenme” içinde değildir. “Özerk hareketlenme”den kasdımız söz konusu üst ve orta sınıfların geleneksel partileri ile temsil bağlarının zaten epeydir zayıflamış olması, üst sınıfların öteden beri siyasal taleplerini bu partileri “aşarak” doğrudan kendi “meslekî” örgütleri üzerinden gündeme getirmeleri, orta sınıfların da benzer bir rotaya şimdilerde “sivil toplum kuruluşları” üzerinden girmeye yönelmeleri olgusudur. Söz konusu sınıfların “partiler”, yerleşik siyasal düzen kurumları ile mesafelerini açmaları ve ayrı bir siyaset zemini oluşturmaları, oradan siyaset yapmaya başlamaları ile birlikte “devlet” ile de mesafeli bir tavır alınmaya başlanmıştır. TÜSİAD üzerinden üst sınıfların -vakıf etkinlikleri ile de desteklenen- “devlet”e yönelttikleri eleştiriler ve eleştirel tavır giderek sertleşmemekle birlikte, 1990’ların başından beri süreklidir. Orta sınıfların karmaşık ve ürkek tepkilerini açıkça dillendirmeleri ise yeni bir olgudur. Deprem onlar için ve bu açıdan bir “milat”tır.
Şüphesiz şu anda milat -“doğuş”- nitelemesinin hayli abartılı kaçtığı bir noktadayız. Depremin hemen ertesinin acı, heyecan ve öfke yüklü günlerinde devletin şaşkın, yarı felçli haline isyan haykırışları azalmış ise de, “yol” bir kere açılmıştır.
Bu yol, akla hemen gelen bir üst-orta sınıf ittifakı ile genişler mi? Yeni bir siyasî hareket veya partinin teşekkülüne mi gidilir, yoksa mevcut -merkez sağ- partilerin biri veya bileşimi ile mi olur? Daha da önemlisi neye, hangi siyasî rakibe karşı ve nasıl bir program -slogan- ile mücadele edecektir?
Kuşkusuz bu soruların cevabı değilse bile ipuçları önümüzdeki birkaç ayın gelişmeleri içinde bulunabilecektir. Şu noktada vurgulamaya çalıştığımız şey, Körfez depreminin yarattığı siyasal-toplumsal -ve hattâ ideolojik- sarsılmanın, epey uzun süreden beri “kurulu düzen”in altında siyasal-toplumsal yapılanmanın “fay hatları”nda birikmiş tepki-hoşnutsuzluk enerjisini yüzeye çıkardığı ve bunun uzun zamandır herkesin -farklı gerekçelerle- dile getirdiği radikal düzenleme/restorasyon ihtiyacı mecrasına yöneldiğidir. Bu bir “moment”tir ve şu anda konjonktür Türk üst ve orta sınıflarının bu inisyatifi kullanabilmeleri lehinedir. Bunu kullanıp kullanamayacakları, ne yönde ve nasıl kullanacakları henüz meçhûldür.
Fakat şimdi açılmış olan yolun salt onların inisyatifine tahsisli olmadığı da bilhassa belirtilmelidir. Türkiye toplumunun sorunları yapısal bozulma ve çürüme noktaları sadece bu deprem aynasında öne çıkarılanlar değildir. Bunlar asgarî sağlıklı bir toplum perspektifinden ve orta sınıf merceğinden bakıldığında görülenlerdir. Ayrıca eğer bu sorun ve bozulmaların nedenine, kaynaklarına inilecek olursa yine aynı mercek bile bunların pek çoğunun Türk üst ve orta sınıflarının tarihsel oluşum özellikleri ile sıkı sıkıya ilişkili olduğunu gösterir. Bugün daha açıkça, ama yine de ihtiyatlı bir dille eleştirilen “devlet”, bürokratik aygıt ve yerel idarelerin, ekonomik güç üzerinden yükselen bu sınıflara -“Batı”daki benzer sınıfların sahip olduğu türden- bir hareket serbestliği -dolayısıyla bir egemen konum ve sorumluluk duyusu- tanımadıkları, “devlet”in temel politikaları ile sınırlı bir davranış alanı verip, elinde tuttuğu kaynak tahsisi gücüyle yönlendirici ve belirleyici bir rol oynadığı doğrudur. Ancak bu sınıflar, zamanla aşınan ve gevşeyen bu “kısıtlama”lardan hep şikâyetçi olmuşlarsa da, aynı kısıtlamaların öbür yüzünün sağladığı “kolaylık” ve “rahatlık”lardan vazgeçmeye de yanaşmamışlardır. Bu sınıfların ve onları temsil edegelmiş partilerin düşünce ve örgütlenme hakkı-özgürlüğü üzerindeki ağır baskı ve kısıtlamaların kaldırılması için herhangi bir ciddi girişimde bulunmamaları bir yana, teşvikçi ve destekçi oldukları uzun bir tarih yaşanmıştır bu ülkede.
En genel hatlarıyla bakıldığında ve bir bütün olarak ele alındığında, Türkiye burjuvazisinin özellikle orta katmanlarının, bahsedilen tarih içinde gösterdiği performans, normal bir özgürlükçü düzen içinde davranma kültürünün zayıflığı, devlet ve siyasetin yeniden düzenlenmesi bahsinde onun özgürlükçü bir model doğrultusunda kararlı ve tutarlı biçimde yürüyeceğini pek göstermiyor. Ancak onu bu paralele sevk edecek “dış” bir güçlü etken söz konusudur. Türkiye tarihinde köklü, önemli siyasal düzenlemelerde daima büyük rolü olan “dış dinamik”, dış faktörler şimdi de devrededir. Yani Avrupa Birliği kapısının aralanması ve ABD’nin Ortadoğu-Doğu Akdeniz politikası Türkiye’nin en azından temel haklar bahsinde özgürlükçü bir ülke sayılmasına yetecek bir restorasyonu şart koşmakta, zorlamaktadır. Türkiye’ye, Avrupa Birliği’ne aday üye statüsü verilmesinden beri ülkede esen ve Öcalan’ın ele geçirilmesi sürecinde iyice tırmanan, tırmandırılan Avrupa aleyhtarı hava, uğranılan deprem felaketine yoğun bir uluslararası yardım ve ilgi gösterilmesiyle birlikte dağılmış, yerini şaşırtıcı bir kolaylıkla -bilhassa Yunanistan’ı da içeren- bir sempati hattâ gıpta havasına bırakmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday üye statüsünün yeniden ele alınacağı ve galiba bu kez kabul edileceği sürece de girilmişken, bu havanın da yardımıyla özgürlükçü bir yeniden yapılanma, düzenleme için “bastırılabilinir”.
Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı ertesinde “çok partili rejim”e de bunu çağrıştıran bir “bastırma”nın etkisiyle girdiği hatırlanmalıdır elbette. O dönemde de “dış bastırma”nın elverişli kıldığı koşullarda harekete geçerek DP’yi ve onun iktidarını mümkün kılan yılların biriktirdiği bir “devlet”e tepki potansiyeli vardı. O potansiyelin DP’de örgütlenmesini sağlayan, günümüz orta-üst sınıflarının seferleri de, sloganlaştırdıkları “demokrasi”yi gereğince benimsemiş ve inanmış olduklarını gösteren bir tarihten gelmiyorlardı. Ama iktisadî-sosyal yükselişlerini sağlamış, güvence altına almış “tek partili rejim”, daha hızlı bir yükseliş için terketme zamanının geldiğini görecek kadar da uyanıktılar. Böylesi bir uyanıklığın belirlediği perspektif ve tutumla “demokrasi”nin özgürlüklerin budandığı, yasaklamalarla malûl bir “çok partili rejim” olarak kurumlaşmasını ve yıllarca da böyle sürmesini sağladılar, buna toplumsal destek oldular. O dönemde -ve halen- demokrasinin çok partiye indirgenmesi, böylece budanması sadece zaten var olan baskıcı devlet uygulama ve mekanizmasının devamını sağladığı gibi, Türkiye toplumunun yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliği başta olmak üzere temel iktisadî sorunlarının gereğince gündeme getirilmesini de engellemiştir. En az bunlar kadar önemli olarak, söz konusu indirgeme ile Türkiye toplum dokusunun ve zihniyet dünyasının, etnik ve mezhepsel gerilimler gibi çözülme ve patlamaya yol açabilecek sorunları, imparatorluktan “millî devlet”e geçişin toplumsal bilinç ve bilinçaltında travmalar yaratmış tarihi ile sağlıklı bir hesaplaşma ihtiyacı da reddedilmiş olmaktaydı.
1950-1960 döneminde Türkiye bu sorun ve ihtiyaçlarının dipten gelen bir dalgayla siyaset zeminlerine taşınmasının sancılı sonuçlarını yaşarken, aslında demokrasiye inanmamış, ama ancak araçsal ve kendi dar çıkarı açısından faydacı bir kalıba indirgemiş orta sınıflarının, normal bir demokrasi için ödemeleri gereken bedelden kaçınmalarının ağır faturasını ödüyordu. Bu sorun ve ihtiyaçların demokratik kanallarda ifade imkânı pekâlâ mümkünken buna katlanmak istemeyen Türk orta sınıfları ve onların kitlesel desteğindeki gelmiş geçmiş iktidarlar, onların demokrasi dışı yollara yönelmesinin ve bu ülkede zaten mevcut güç ve şiddet kültürünün kolaylaştırdığı zeminlere kaymasının da dolaylı sorumlusudurlar. Bu sorumluluğunu geleneksel devletçiliğin güvenlik sendromlarıyla dil birliği kurarak yok sayan orta-üst sınıf destekli politikalar 1960’ların sonlarından itibaren mevcut özgürlükleri daha da kısıtlayan, devletin baskı gücünü yoğunlaştırıp yayan bir anlayışa ve bunu da yeterli görmeyip böylesi bir devleti ululayan faşist bir sokak gücünün devreye sokulmasını da teşvik ettiler.
12 Eylül darbesinin, 1982 Anayasası’nın bu trend üzerinden okunması gayet aydınlatıcı olabilir. O Anayasa’nın ve 12 Eylül rejiminin yaptığı kritik düzenlemelerin, aradan bunca yıl geçmesine ve sözde yakınmalara rağmen hâlâ büyük kısmıyla yürürlükte oluşu, gösterilen bahanelere, örneğin “PKK terörü”ne değil; şu kısa hatırlatma ile bahsedilen Türk orta sınıflarının “demokrasi”ye bir ilke ve değer olarak inanacak kadar özgüven ve birikimden yoksun oluşuna bağlanmalıdır. Bu malûliyetleri nedeniyle demokrasiye kendi çıkar ve fayda perspektiflerini pek az aşabilen bir anlam ve içerik verebilen indirgemeciliğe teslim olmaya hazırdırlar.
Bu indirgeme eğilimi bahsine başka bir bağlamda yeniden döneceğiz.
Buraya kadar yazılanlar, önümüzdeki dönemde oldukça örgütlü ve ses getirir bir orta sınıf destekli özerk hareketlenmenin ortaya çıkış ihtimalini, bu sınıf ve hareketinin “kendi” performans ve kapasitesini tarihî bağlamında genel hatlarıyla tarif etmekteydi. Şüphesiz, böyle bir özerk hareketlenme sürecine girmek, toplumun öteki kesimleriyle canlı bir diyalog ve etkileşime girme anlamına da geldiği için, o performans ve kapasite çok daha olumlu bir düzeye de yükselebilir. Bunun ipuçları da yok değildir. 1980’lerin ortalarından beri orta sınıflardan sınırlı da olsa üst burjuvaziden gözle görülür bir destek bulabilmiş olan çeşitli liberal-demokrat akım ve hareketlerin yukarıda çizdiğimiz genel performans ve kapasitenin hayli üzerinde cesur çıkışlar yaptıklarını belirtebiliriz örneğin. Türk orta ve üst sınıflarının, özellikle bu kesimin önemli bölümünün desteğini alabilecek bir özerk hareketlenmenin “dış faktör”ün de yanlarında olduğunu bilerek o cesur çıkışlar düzeyini besleyip sürdürebileceğini de düşünebiliriz.
Ama eğer sorun bir toplumun ve devlet düzeninin tüm yapısıyla derece derece ilişkili bir “yeniden kurma” sorunu ise ve o yüzden “hiçbir şey artık eskisi gibi olmamalı” sloganı ortaya atılmış ve tutmuş ise, gündeme getirilecek o “her şey” bu özerk hareketlenmenin tarifi ile sınırlı değildir ve olmamalıdır.
Birikim okurları, bu derginin daha 1990’ların başından beri Türkiye toplumunun sadece devlet ve kamusal yönetim düzeyinde değil, bizatihi toplumun, toplum dokusunu oluşturan hemen her boyutunda da tam bir çözülme ve hattâ çözülme süreci yaşadığını defalarca vurguladığını bilirler. 1993’te yine bir deprem etkisi yaratmış olan “Sivas olayı” ertesinde ülkenin durumunu topluca değerlendiren özel sayımızın kapağında “Türkiye çözülürken” ibaresi yazılıydı. Türkiye devlet ve toplum manzarasının o sayıda çizilen tablosunun esasta değişmediğini ve sonraki gelişmelerin burada yapılmış tespitleri doğrular, pekiştirir yönde geliştiği açıktır.
Şimdi, deprem şokunun neredeyse ertelenemez biçimde önümüze koyduğu bir “yeniden düzenleme” zorunluluğundan söz edilirken, o çözülen Türkiye analizinin en az şimdi bahsedilenler kadar hayatî olduğunu belirttiği sorun ve noktaların pek sözü edilmiyor. 1980 sonrası Türkiye’sinin neo-liberal rüzgârın itmesiyle de kapladığı nereden ve nasıl elde edildiği önemsenmeksizin azami çıkar (para) ve güç edinmeyi yücelten, tüm insanî toplumsal ve kamusal faaliyetleri buna endeksleyen, kilitleyen bir “felsefe”ye kapılmış olmasının ağırlaştırdığı sorunlardan bahsedilmiyor örneğin. Bu sorunların haliyle toplumun en alt katmanlarını “vuran” ve o kesimlerin bir cangıl ortamında yaşamaya yazgılı oldukları duygusuna iten vahim insanî-toplumsal sonuçları herhalde sırf asayiş sorunu olarak görülüyor olmalı.
Üstelik, orta-üst sınıf kökenli ve destekli liberal, hele neo-liberal eğilimlerin en demokrat, en kapsamlı ve köklü bir düzenleme yanlısı olanlarında bile bu “asayiş meselesi” kategorisinin dikkate değer ölçüde geniş olması gayet ilginç ve anlamlıdır. Asayiş meselesi sayılıp “polisiye önlemler ve cezalandırma mekanizmaları”na bırakılan konular ile “eskiden” kamusal hizmet, toplumsal yükümlülük sayılıp da şimdi bu çevrelerce “piyasa kanunları”nın işlerliğine havale edilen, edilmek istenen ihtiyaç ve sorunlar alt alta toplandığında neyi siyaset, devlet ve toplum sorunu olarak tartışıp, neyi düzenleyeceğimizi tespit, bir hayli aranmayı gerektirecek gibi görünüyor. Eğitimden ulaşıma, sağlıktan haberleşmeye kadar “kamusal” sayılan her ihtiyacı piyasa konumlarına yani azami kâr güdüsüne tâbi işletmelerin mantığına devreden, böylece siyasetin konusu olmaktan çıkarıp “ekonomi”nin “kutsal”, müdahale edilemez ortamına havale eden ve hattâ güvenlik ve adaleti de aynı mantığa havale etmeyi hayal edebilen bu yaklaşımla bir “düzenleme”yi konuşabilmek, tartışabilmek için önce onun bu önkabullerini masaya yatırmak gerekecektir.
Dünya ölçeğinde, neo-liberal fırtınanın merkez ülkelerinde bu tartışma ve sorgulama zaten sürüp gitmektedir. ’70’lerde yeniden başlatılmış bu tartışmanın 1990’ların ortalarına kadar süren ilk dönemi, o çağın boy vermekte olan bilimsel teknolojik devrim sonuçlarının parıltılarını ardına almış neo-liberal dalganın inisyatifinde idi. Sosyalizmi çöken “reel sosyalizm”lerle özdeşleştirmeyi, toplum, toplumsal ve kamusal gibi kavramları kriz halindeki “sosyal devlet” pratikleri şahsında boş kavramlar veya köstekler olarak sunmayı beceren neo-liberal dalga, mümkün her şeyi “pazar ekonomisi”nin “yasaları”na terk ederek kendini sadece bu pazarın asayiş ve güvenliği işleviyle sınırlamış bir devlet ideali önermekteydi. Bu “ideal devlet”in işlevi, sorumlulukları daraltılmış, bu anlamda küçültülmüştü ama bir asayiş -yani legal- baskı, şiddet ve denetim gücü olarak büyümesinin sınırı olmayacaktı.
Neo-liberal dalga bu idealine erişemedi ama 1990’ların ortalarına gelindiğinde o ideal noktaya yaklaşmanın bile insanî toplumsal ve ekonomik maliyetinin vahim ağırlığı farkedilmişti. Şimdi o dalganın geri çekilmeye yüz tuttuğu, bir süreç yaşanmaktadır. Dolayısıyla insanların ve toplumların kaderlerini, varoluşlarını belirleyen konu ve sorunlara -en genel anlamıyla siyasete- dair tartışma ve arayışların insan, birey, toplum, devlet, kamu gibi ortak kavram ve araçlarını daha olgun ve deneyimli bir zeminde ele alabiliriz artık.
Bu noktaya değinmemizin nedeni farkedilmiş olmalıdır. Körfez depreminin Türkiye’de devletin bir ortak kamusal akıl, esirgeyici kurum ve kuruluşlar olarak aczi, kofluğu, dahası çöküntü ve çürüklüğü gözler önüne serildiğinde ve devletin yeniden düzenlenmesinin acil bir zorunluluk olduğu herkesçe dillendirildiğinde, ortaya atılan ve orta sınıf sözcülerince onaylanan çözüm-düzenleme önerilerinden biri devletin üzerine almış olduğu o işlevlerin “özel girişim”lere bırakılması yönündeydi. Diğeri ise dolaylı olarak aynı noktaya gelebilecek olan, bu işlevlerin “sivil toplum kuruluşları”na devri önerisiydi.
İlk önerinin dayandığı neo-liberal yaklaşım üzerine ilk ağızda söylenebilecekleri zaten belirtmiştik. Kamu, kamusal alan, kamu hizmeti gibi kategorilerden geçtik, toplum kavramını bile içi boş sayabilen bu yaklaşımdan farklı olarak, ikincisi, kamusal alan gibi bir “düzey”in var olması gerektiğini kabul ediyor. Ve bu alanın gönüllülük esasına göre kurulan, bu ihtiyacı gören bireylerin kendiliğinden işe koyulmalarıyla oluşan kuruluşlar alanı olarak algılıyor.
Bunlar gayet iyi niyetli, gayet iyi çalışan kuruluşlar olabilirler, bir kamusal hizmeti ikame de edebilirler ama, kamusal kuruluş sayılamazlar.
Tek bir noktayı, “nüansı” işaret etmek bile yeterlidir sanırım. Kamusal hizmet, tüm toplumun bireylerine aynı nesnel kıstas ve ölçüler dahilinde koşulsuz olarak, o bireylerin “hak”kı olarak verilen hizmettir. Toplumun o bireyine karşı görev ve sorumluluğunu ifade eder. Gönüllü bir “sivil toplum kuruluşu”nun aynı hizmeti ise toplumun sadece bir kısmının bir birey veya topluluğa yardım ya da merhametinin ifadesi anlamına gelir. Hakkın gereği alınan hizmet bir topluma ait olma güvenini, yardım veya merhametin sağladığı “hizmet” minnet, bağımlılık hissini davet eder.
Demek ki; eğer toplum haline gelmeyi bir aşama sayıyor, toplum olma bilincini önemsiyor isek belirli “hizmet”leri, “toplum”u -yani insanlığı- temsil eden kurumlar eliyle istisnasız tüm mensuplarına sağlayan bir “mekanizma”ya ihtiyacımız vardır.[1] “Hizmet”in bu tarzda verilmesi derece ve kalitesi kadar hattâ daha fazla önem taşır.
Aksine, eğer -insanlık kadar, tüm insanları kapsayacak kadar geniş algılamamız gereken- toplum kavramını topluluk kavramından pek farklı görmüyor, ama en fazla bireyler ya da topluluklar toplamını ifade eden bir anlam verebiliyor isek; yani bizim için esas olan bireyler ya da topluluklar (cemaatler) ise; o takdirde “hizmet”ini vereceği kişi ve toplulukları “seçen”, seçtiklerine kendi tayin ettiği ölçüler içinde “hizmet” veren kuruluşları yeterli görürüz. İnsanlar bu “hizmet”leri alabilmek için ya o kuruluşların ilgi alanı içinde ve yakınında olmak veya o kuruluşun ait olduğu ya da temsil ettiği topluluğun mensubu olmak zorundadırlar.[2]
İşaret ettiğimiz farklılığın, ele aldığımız “yeniden düzenle(n)me” konusuyla gayet kritik bir bağı vardır. Türkiye’de topluma kendi belirlediği şekli, hayat tarzını ve gidişatı empoze etmek gibi bir “hak”kı olduğuna inanan bir “devlet” zihniyeti vardır ve bu anlayış ve uygulama toplumun gelişmesi karşısında bazı alanlarda gerilemiş, bazı alanlarda tutumunu gevşetmiş olsa da direnişini ve gücünü sürdürmektedir. Bu zihniyet, “doğası gereği” devletsel-kamusal ayrımını tanımaz “kamusal”ı, bir devlet işlevi haline sokarak gasbetmiştir. Yani bireylerine toplumun bir hak olarak sağlamak zorunda olduğu hizmetleri, bir denetim ve şekillendirme kanalı olarak kullanmanın yanısıra, toplumun üzerindeki bir gücün -devletin- uyruklarına -minnetle karşılayacakları- bir imkân, bir lütuf olarak vermesine dönüştürmüştür.
Toplum devlete karşı kişilik kazandıkça, “devlet” de artık kendisini ve statüsünü koruma durumuna sokan bu topluma karşı o “lütuf” işlevlerini oluruna bırakarak, bazılarında ise denetim dozunu arttırarak “cevap vermiştir”. Türkiye de hemen tümü devlet bünyesi içine almış olan kamu hizmetlerinin niteliğini hızla düşmesinin, organizasyon ve araçlarının köhneleşmesinin, formasyonsuz elemanların eline bırakılmasının önemli bir nedeni de budur.
Bu sonuç ortadayken kamu hizmetlerinin devlet bünyesinden çıkarılması kesinlikle doğru ve zorunludur. Bu kuruluşların devlet bünyesi içinde “ıslahı” ilke olarak yanlıştır ve bu yönde bir yeniden düzenlemeye karşı çıkılmalıdır. Tekrar biraz önce bilhassa belirttiğimiz noktaya dönüyoruz. Eğer Türkiye toplumunun halihazır durumunu sadece şu Körfez depreminin öne çıkardığı sorun ve olgularla sınırlı değil de, özellikle 1990’larda karşılaştığımız tüm dramatik sonuçları dikkate alarak tanımlıyor isek, sınıf farklarının keskinleşmesinin yanısıra toplumun etnik, mezhepsel ve yaşam tarzı farklılıkları ile birbirinden ayrıştığını, neredeyse içe kapalı cemaatlar toplamına dönüştüğünü, toplumsal aidiyet bağlarının böylece çözüldüğünü, hattâ koptuğunu görüyor ve bu toplumun ilk elde ve asgarî olarak yeniden toplum olabileceğine inanıyor ve önemsiyor isek... Bunun yolunun da kamusalı yeniden kurmaktan geçtiğini biliyoruz demektir. O halde; devletin statüsü ve işlevini de yerli yerine oturtmak dahil, Türkiye toplumunun yeniden inşâsını, “sağlıklı” bir toplum olmanın ilk gereklerini ve zeminini kurmak için, bu inancı ve zorunluluğu hissedebilen tüm eğilimlerin katıldığı bir “kurucu irade”nin şekillendirilmesi kesin bir ihtiyaç ve önkoşuldur. Bu irade, kamusalın topluma “iadesi”ni isteme ve sağlama girişim ve mücadelesinde gösterilebilir ilkin.
Kamusalın devlet içinde “ıslahı”nı savunanlar, arkaik bir devlet anlayışını ayakta tutmaya çalışan tutucular topluluğundan başka bir şey değillerdir.
Postmodern görünümlü, esinli olup, kamusal düzeyin ya “piyasa”ya ya da “sivil toplum kuruluşları”na devredilmesini savunanlar, halihazır çözülmüşlük halini, veri alıyor demektirler. Toplumun topluluklar toplamı haline gelmiş olmasını -çatışmalarının bir biçimde önlenmesi gerektiği kaydıyla da olsa- sorunlu bir durum olarak görmüyorlar... Ya da belki daha önemli olarak milletler, millî devletler arası sınırların gevşediği, silinmeye doğru gittiği bir gelecek öngörüsüyle yerel toplulukların birbirlerine karşı kapanması, birbirlerini “ötekileştirmesi” ile doğacak gerilimlerin bu “genişleme” ile dağılabileceğini, dağıtılabileceğini varsayıyorlar. Sonuçta belli topluluklara hizmet verecek sivil toplum kuruluşlarını yeterli görmek veya her topluluğun kendi kamusunu oluşturmasını savunmak bu perspektif içinde tutarlıdır da.
Ama şu noktayı da belirtmek ve bunun ne anlama geldiğini bilmek kaydıyla: Çağımızda gidişat, sadece Türkiye’yi değil, hemen tüm toplumları da (belki Türkiye gibi ya da daha vahim durumdaki başkaları gibi kanlı çatışmalarla dışa vurarak değil ama) topluluklar toplamı haline getirme yönünde. Ama aynı zamanda da sayıları giderek artan bir “toplum dışı, topluluklar dışı kesimler” üreterek. Hattâ bu toplulukların bazıları ve toplum dışına itilmişlerin oluşturduğu topluluklar, topluma, tüm topluluklara düşman, nihilist bir kimlik ve eylem etrafında şekillenebiliyorlar.
Örneğin millete aidiyet duygusu değil ama, topluma aidiyet duygusu ve bu duygunun somutlandığı ilişkiler, insanlığa ait olma duygu ve ilişkisinin türevidirler. O nedenle eğer bu süreç birtakım insanları “toplum dışı”na itecek yönde, yani “varlığınız toplum için gereksiz, fazladan bir yük” dedirten biçimde işliyorsa, bu o sürecin birtakım insanları “insanlık dışı” saydığının kanıtıdır. Giderek sayıları artan -bakınız tüm ülkelerde işsizlik ve işten atılma korkusu içinde yaşayanların oranındaki yükselişe- insan yığınlarını “insanlık dışı”na iten bir sürecin asıl kendisi “insanlık dışı”dır.
Bir diğer nokta: Topluluklar toplamı bir “toplum” tasarımı demokratik hak ve özgürlüklerin fiilen anlamını hattâ içeriğini yitirdiği bir durum demektir veya olabilir. Bu durumun o hak ve özgürlüklerin yasal olarak kaldırılması veya kısıtlanması yoluyla yaratılmasına gerek bile yoktur. Tam aksine yasal olarak o hak ve özgürlükler mükemmel biçimde var ve tarif edilmiş de olabilirler. Ama unutulmamalıdır ki, o hak ve özgürlükler ortada toplum varsa, onun bütün unsurları arasında fiilî engellere takılmadan süren bir iletişim, diyalog ve etkileşim -kısaca kamusal alan- varsa anlamlı ve işlevlidir. Kamusu özerk toplulukların özerk -ve haliyle büyük ölçüde dışa kapalı- kamularına bölünmüş bir “toplum”da ortak olan sadece devletin çekirdek işlevleri ile ilişkin olarak vardır. Birbirleriyle sadece bu alana ilişkin konular nedeniyle ilgilenen ve bunun dışında birbirlerine karşı sorumluluk taşıması gerekmeyen o topluluklar arasındaki her tür fark ve bilhassa iktisadî güçle belirlenen hiyerarşideki konum-sınıf farklılıkları onları birbirlerine, özellikle de “tepedeki”leri, üst ve seçkin konumdakileri ötekilere karşı kayıtsızlaştırır.
Kendilerine her türlü “demokratik hak ve özgürlük” verilmiş topluluklar bu durumda kime neyi duyurmak için kullanacaklardır? Ötekine aldırışsızlığın yapısal meşrûiyeti olduğu bir toplumda demokratik hakkınız ancak kendi, topluluğunuzun kamusunda geçerli olabilir ve örneğin söz, fikir özgürlüğünüzü yankılanmayan bir “toplum” kubbesine karşı dilediğiniz kadar kullanabilirsiniz.
Tüm faaliyetlerin, her şeyin metalaştırılabileceği varsayımı üzerine kurulu bir “piyasa ekonomisi”nin güvenlik ve asayiş işlevinde gayet profesyonel ve donanımlı hale gelmiş bir devletin sıkı korumasıyla güven altına alındığı bir topluluklar toplamı “toplum”da “toplum dışı”na itilmişler, yakında itilebilecek olanlar ve alt/aşağı statüdeki topluluklara “toplum”a karşı şiddet ve zora, teröre yönelmemek kaydıyla istemedikleri kadar çok özgürlük verip -hattâ it iti kırsın bile diyerek- kendi hallerine bırakmak birileri açısından geleceğin “toplum modeli” diye öngörülüyor olmasın?
Günümüzün ve geleceğin en önemli sorunu “terör”dür diyen ve toplumsal durum ve gidişatı radikal biçimde sorgulayan, eleştirel her akım ve girişime “terörist” etiketini kondurmaya pek teşne görünenler; bir yandan da azınlık hakları ve özgürlüklerin savunuculuğuna soyunuvermişlerse bu tutumun az önce bahsedilen türden tasarımlarla ilişki kurulamaz mı?
[1] İnsanlara karşılıksız -veya eşit bedelle- ve istisnasız, yani hak olarak sağlanan (kamusal) “hizmet” kategorisine nelerin ve niçin girebileceği ve bu kapsamın insanlığın gelişmesi ile ilişkisi, üzerinde gayet titizlikle düşünülmesi gereken çok önemli bir konudur. Bu konuyu Birikim’in ileriki sayılarında ele alacağız.
[2] Büyük bir toplumsal dayanışma havasının estiği, herkesin bölgeye yardım için koştuğu günlerde bile şu yukarıda anlam ve önemine dikkat çektiğimiz “nüans”ın sonuçları görülmüştür. Ayrım gözetmeksizin herkese -minnet ve karşılık beklemeksizin-, ismini vermeksizin yardıma koşanlar olduğu gibi, belki herkese ama kimse -hangi kuruluşa- minnet duyacağını, kimden yardım gördüğünü bilhassa belirten “sivil toplum kuruluşları” da vardı. Seçtikleri, yakın saydıkları topluluklara yardıma koşanlar olduğu gibi, yardım edenin, kimliğini özellikle vurgulayarak, dolaylı biçimde “bize yakın olanlar buraya gelsin” diyen girişimler de görüldü.