Türkiye halkı, bu coğrafyaya hükmeden devletin doğasını açık seçik görme şansını “sarsıcı” Susurluk kazası ile yakalamıştı. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Türkiye halkı devletin doğasına ilişkin farklı bir boyut hakkında bilgilenme imkânını ne yazık ki kendisi açısından büyük acı ve ızdırap kaynağı olan bir başka “sarsıntı” ile tekrar buldu.
Susurluk “sarsıntısı”nın hakettiği ağırlıkta değerlendirilmemiş oluşu, bir bakıma toplumun büyük çoğunluğunun söz konusu çirkinlikleri devletin bekâsının gereği olarak kavramak istemesi, böylece de yapılanları mazur görmeye kendisini zorlaması ile açıklanabilir. Çünkü, en azından bu büyük ve sessiz çoğunluk açısından konuşmak gerekirse, devletin bekâsı toplumun bekâsının garantisi değil miydi?! Marmara depreminin önemi, bu sorunun yanıtının pek olumlu olmadığı kanısını güçlendirmiş olmasında yatmaktadır. Deprem sonrasında toplum, devletini beklediği zindelik ve ağırlıkta yanında bulamadı. Buna mukabil tüm renkleriyle “dış dünya” kısa sürede ve etkin biçimde depremzedelerin yanında belirdi.
Kurtarma sürecindeki bu etkin “dış dünya” katkısının devlet yetkilileri açısından bir kafa karışıklığına ve rahatsızlığa yolaçtığı belirgin biçimde farkedildi. Resmî jargonun ezeli ve edebi düşmanları, “dost eli” uzatmış olarak aramızdaydılar ve onların topraklarımızı “kirletmeleri”ni engelleyecek bir gerekçe üretmek bu defa oldukça güçtü. Yine de Ermeni kurtarma ekipleri Türkiye’ye sokulmadı, Yunan dondurucularına giriş izni verilmedi ve bu afet şartlarında dahi yabancı kurtarma ekiplerinin hareketlerini kısıtlayıcı yönde bürokratik mekanizmaların devreye sokulmasından vazgeçilmedi.
Daha da kötüsü, ülke-dışı insani müdahaleden duyulan rahatsızlık, devleti temsil eden bazı şahsiyetlerin son derece talihsiz beyanlarıyla da kendisini dışavurdu. Anlaşılan o ki depremin ülkeyi yükselen kitlesel-popüler milliyetçiliğin rüzgârlarıyla iktidara gelmiş bir siyasal-ideolojik oluşumun söz sahibi olduğu bir noktada vurması, bu doğal afet ortamında dahi bir “insani-evrensel” referansta buluşulmasını engelledi. Bu iddianın en temel dayanağı, tahmin edilebileceği gibi Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un “Yunan kanı gelmesin!” şeklinde kamuoyuna yansıyan sözleridir.
Kaotik bir felaket ortamında, kültür milliyetçiliğinden, etnisist Türkçülükten, ayan beyan kan ırkçılığına adeta içgüdüsel bir spontanlık içinde nasıl geri dönüş yapılabildiğini bize örnekleyen bu ifadeyi kullanan, ancak sonra kendisi tekzip edip yabancı kan vasiyet eden Sağlık Bakanı, bu minval üzre olan zihniyet dünyasının kapısını daha önce Oktar Babuna olayı vesilesiyle de bir parça aralamıştı. Ancak neyin doğru neyin yanlış, kimin haklı kimin haksız olduğu pek de anlaşılamayan o olayda bakanın (hadi “ırkçı” demeyelim) “genetik” hassasiyeti hak ettiği ağırlıkta değerlendirilip sorgulanmadı.
Yeni bir yüzyılın eşiğinde “insan ırkları”nı en temel özelleşme alanlarından biri yapmış olan antropoloji bilimi bünyesinde dahi, teknik tanımıyla insan toplulukları arasında biyolojik özellik yoğunlaşmalarına bağlı farklılaşmalar demek olan ırk kavramının geçerliliği tartışılmakta ve sorgulanmaktadır. Çünkü bugünün dünyasında böylesi bir biyolojik farklılaşma “sabite”si kabul etmek hemen hemen olanaksızlaşmış durumdadır. Hâl böyleyken Türkiye insanının genetik yapısına yönelik “özcü” bir hassasiyet sergilemek, daha da ileri giderek üstelik bir felaket anında bu hassasiyeti “kan” üzerinden sürdürmek deprem kadar sarsıcı aslında. “Yunan kanı gelmesin!” diyen vehim ve vahim ses, en kötüsünden, bir paronaya içinde. Yunanlıların mağduriyetimiz karşısında “Gün bugündür!” diye düşünüp viral kan üniteleri göndererek bize bir darbe de onların vuracağını düşünüyor olabilir. En iyisinden ise, daha önce Oktar Babuna olayında basına yansıdığı üzere, Türklerin gerek genetik, gerekse ırki açıdan özgünlüklerinin ezeli-ebedi düşman kanı ile bozulacağı kaygısına sahip olabilir.
İyimser davranarak ikinci seçenek üzerinden tartışmaya devam edecek olursak, bu “kansal” saflık veya özgünlük arzusunun yersiz ve dayanıksız olduğunu ilk elde vurgulamak gerekir. Türkiye halkını kan gruplarımızı belirleyen ABO genlerinin dağılımı itibarıyla dünya toplulukları ile karşılaştıran ve bu bakımdan hangi topluluklara daha yakın olduğunu ortaya koymaya çalışan merhume fizik antropolog Armağan Saatçioğlu, belki ırki takıntılar içindeki kesimleri rahatsız edeceği için hakettiği ilgiyi bulamamış önemli çalışmasında bu yönde oldukça şaşırtıcı tespitleri yirmi yıl önce yapmıştı.[1]
Akla gelebilecek en kötü olasılığı gidermek üzere hemen belirtelim. Çalışmada Türkiye halkının en fazla “kan yakınlığı” bulunan halk olarak Yunanlılar kaydedilmiyor. Bu bakımdan belki müsterih olunabilir! Ancak yapılan tespitlerin “malûm zihniyet” açısından beterin beteri bir keyfiyet arz eden yönleri de vardır. Bir kere Türkiye halkının ABO gen frekansları yönünden diğer Türk topluluklarından büyük farklılıklar gösterdiği, onlardan çok uzakta bulunduğu anlaşılmakta (s. 137). Türkiye halkı kanlarının niteliğini belirleyen genler yönünden Doğu ve özellikle de Orta Avrupa toplulukları arasında yeralıyor (s. 125 ve 129). Yani kan bakımından Asya’nın değil, Avrupa’nın “orta”sına yakınız. Daha çarpıcı bir deyişle, soydaşlarımız “kandaş” çıkmıyor! Bilim, acı söylüyor.
Peki kimler, hangi topluluklar kan gruplarımızı belirleyen genler yönünden bize yakınlaşıyor? Telaffuzu zor da olsa (!) sıralayalım: Königsberg, Danzig, Dresden ve Berlin Almanları, Varşovalı Polonyalılar, Praglı Çekler, Viyanalı Avusturyalılar, Macarlar, Romenler ve Minsk, Odessa, Kiev, Charkow, Tiflis Rusları ile (sıkı durun!) Sırplar (s.125). Bu, şu demek: En azından kanımızın niteliğini belirleyen genler açısından Orta Asya’da yaşayan Türk topluluklarından daha çok bu Avrupa topluluklarıyla “biyolojik” akrabalığa sahibiz. Ne yazık ki kan, ferman dinlemiyor!
Dr. Saatçioğlu, “Yunan kanı”nın Türkiye geneli dikkate alındığında diğer Güney Avrupa topluluklarına nazaran bize daha yakın olduğunu, ancak yine de “bizim kanımız”dan anlamlı farklılıklar taşıdığını belirtmekle birlikte, bu açıdan Türkiye’nin bir bölgesinde genel sonuca aykırı bir durum tespiti de yapıyor. Doğu Karadeniz Bölgesi için hesaplanan ABO gen frekansları Atina topluluğuna ve Trieste’de yaşayan İtalyanlara değgin frekanslara büyük yakınlık gösteriyor. Saatçioğlu bu durumu Bizans gen havuzundaki Rum genlerinin, ayrıca da Doğu ve Orta Karadeniz kıyılarında daha önce kurulmuş ve uzun süre varlık sürmüş olan Eski Yunan kolonilerinin etkisi ile açıklıyor (s.166).
Türkiye halkının “kan” yönünden ülkeler coğrafyasındaki yerini belirlemeye yönelik bu tespitlerin altını çizerken “ters yönden” bir genetik/ırki duyarlılık sergilemeyi amaçlamıyoruz. Damarlarımızda dolaşan kanın Orta Asya’ya değil de Orta Avrupa’ya, üstelik de dünya ölçeğinde bir “toptancı lanet”e muhatap bazı topluluklara “çekmesinin” yalnızca popülasyon genetiği açısından bir anlamı söz konusudur. Toplumsal-kültürel-ahlâki düzlemlerde bunun olumlu ya da olumsuz bir önemi ve değeri yoktur. Yalnızca bu düzlemlerde önem ve değer arayışında “kan”a takmış olanlara uyarı mahiyetinde bu bilgiler aktarılmıştır. “Yunan kanı”, taşıyıcısı olan insanı Marmara’da göçük altındaki “düşman”ı kurtarmaya koşmaktan alıkoymuyor. Ne de onun hayat kurtarmasını, “düşman”a ait olması gerekçesiyle reddetme dürtüsü, itici gücünü damarda dolaşan kandan alıyor. “İnsan” olarak bir ulusa, dine, kavme, soya, ırka ve dahi “kan”a aidiyetin ötesinde, “dünyalılık” bilincinin gelişme olanağı bulduğu her zeminde gen frekanslarındaki farklılaşmalar da toplulukların arasına set çekemiyor. Bu perspektiften gen, “gezegen”e insaniyet namına teslim oluyor.
[1] A. Saatçioğlu, ABO Genleri Yüzünden Türkiye’nin Yeri ve Bu Ülkedeki Gensel Çeşitlilik Üzerine Biyometrik Bir İnceleme, A.Ü. D.T.C.F. Yayınları, 1978.