Gerçekten Öyle mi?

Türkiye 28 Şubat süreci ile başlayan ve günümüze kadar gelen demokratikleşme ve sivilleşme tartışmalarının ikinci sıçramasını Susurluk kazası ile yaşamıştı. Susurluk’un siyasal seçkinlerin gayretleriyle toplumun gündeminden düşürülmesinden sonraki üçüncü sıçrama, hiç beklenmedik bir şekilde, 17 Ağustos sabahı meydana gelen depremle gerçekleşti.

Hiç beklenmedik bir şekilde, zira, depremin ilk gününden itibaren daha önce benzeri afetler sonrasındaki yardım ve kurtarma çalışmalarında yaşanmış olan eşgüdümsüzlükten pek de farklı olmayan bir şekilde tezahür eden bir manzara bu kez, her nedense, toplum vicdanında derin bir rahatsızlık yarattı. Bu rahatsızlığın düzeyi de bir gazetenin manşetinde ifade edildiği gibi bir “sivil başkaldırı” boyutuna varacak şekilde kendini belli etti. Sivil toplum örgütlerinin önderliğinde ortaya çıkan bu heyecan dolu anî sıçramanın nedenlerini iyi anlayabilmek için birkaç temel gerçeği görmekte yarar var.

Marmara depreminin, diğer benzeri deprem ve afetlerin aksine, Türkiye’nin gündeminde bir siyasî tartışma haline dönüşmesinde afetin büyüklüğü kadar, belki de ondan fazla, bölgenin coğrafî ve toplumsal yapısı ile ilgili etkenler önemli rol oynadı. Bu depremi Türkiye’nin diğer bölgelerinde meydana gelmiş olan benzerlerinden ayıran en büyük üç özellikten birisi ülkenin en gelişmiş, Türkiye’nin beş yüz büyük sınaî kuruluşun önde gelenlerinin yoğunlaşmış oldukları bir bölgesini vurmuş olmasıdır. Bölgede tesisleri bulunan büyük iş çevrelerinin istihdam ettikleri işçiler, bu durumdan doğrudan etkilenmiş olmalarından ötürü, bölgede yatırımı bulunan büyük iş çevreleri de bu felâketi, geçmişteki diğer emsallerine nazaran çok daha fazla bir şekilde, kendi başlarına gelmişçesine yakınlarında hissettiler. İkinci etken Çınarcık ve Yalova’nın orta ve ortanın üstündeki önemli bir kesim İstanbullunun yaz aylarını geçirdiği bir yöre olmasıdır. Nihayet üçüncü etken bölgenin ulaşım açısından İstanbul’a yakınlığı ve İstanbul’un Avcılar bölgesini de tahrip etmesi oldu. Depremin büyüklüğünün yanı sıra tüm bu etkenlerin mevcudiyeti yüzünden özellikle İstanbul’da yaşayanlar, basının da desteğiyle, deprem sonrası çalışmalarda görülen dağınıklığa karşı çok duyarlı oldular. 17 Ağustos sabahını takip eden günlerde basında yer alan bir sonraki depremin İstanbul’u da vuracağı söylentileri, İstanbul merkezli toplumsal duyarlılığın daha da fazla artmasına neden oldu. Güngör Mengi de bu duyarlılığın nedenini depremin Türkiye’nin gelişmiş Batı bölgesini vurmuş olmasında gördü:

“Her yıl en az bir büyük depremin alt üst ettiği bu topraklar, neden her defasında onulmaz yıkımları tekrar tekrar yaşıyor?

Çünkü o depremler şimdiye kadar hep sefaleti ve felâketi kader olarak kabullenmiş bölgelerin insanlarını vurdu.

Zenginlere özgü bencilliğin kör ettiği Batı, Doğu ve Orta Anadolu’yu yıkan felâketler karşısında devletin çaresizliğini ve hazırlıksızlığını kendine dert etmedi.

Deprem, devleti değiştirme gücüne sahip zengin ve eğitimli Batı’yı ilk kez vurdu.”[2]

Artık deprem Türkiye’nin seçkinlerinin yaşamakta olduğu İstanbul’un kapısına dayanıp ve onların yaşamlarını tehdit ettiğinden, depremin hiç beklenmedik bir şekilde bir anda Türkiye’nin siyasî gündemine oturmasına da İstanbullu seçkinler önayak oldular.

Depremin “İstanbul’u tehdit eden” bir olay olarak algılanmasının yanı sıra ikinci bir gelişme daha oldu. 28 Şubat süreciyle birlikte Devlet’in otoriter bir üslûpla toplumu şekillendirme gayretlerine karşı başlayıp gelişen, Susurluk kazası ile en üst noktasına ve en geniş çapına erişen, kimi zaman İslâmcı çevreler ile demokrat, liberal sivil toplum örgütlerinin ortak bir noktada buluşmalarına da neden olan sivil toplum hareketi yeniden bir sıçrama yaşadı. Bu sıçramayla birlikte depremin hemen akabinde başlayan ve gündemi uzunca bir süre daha işgâl etmeye devam edecek olan sivil toplum tartışmaları bir kez daha tüm sıcaklığıyla günlük hayatımıza girdi.

Gündemi sürekli meşgûl eden tüm bu “demokratikleşme” ve “sivil hareket” tartışmalarında gözden kaçan çok önemli bir noktaya işaret etmekte fayda var. “Sivil toplum” veya “sivil inisiyatif” diye adlandırılan bu hareketi, Hasan Bülent Kahraman’ın yerinde saptamasıyla, her şeyden önce kent seçkinlerinin, kent burjuvazisinin hareketi olduğunu anlamak lâzım. Bu hareket ülkenin ezici çoğunluğunu teşkil eden kırsal alan ve taşrayla özdeşleşen kesimle, yani tek kelimeyle halkla, pek bir ilgisi yoktur.[3] Kentten doğan ve seçkinlerin inisiyatifiyle kıvılcım alıp basının desteğiyle de yayılan böyle bir hareket tabiatı gereği kendi bünyesinde seçkinci eğilimler de taşıdı.

SİVİL TOPLUMUN SEÇKİNLERİ

Kentli seçkinlerin basının desteğiyle de birden hummalı bir yardım faaliyetine girişmeleri, sivil toplumun gelişmesi açısından oldukça heyecan verici ve yürekleri kıpırdatan bir girişimdir. Ancak bu hareketin kendi içinde çok ciddi bir oranda seçkinci eğilimler barındırdığı da bir gerçektir.

Bir zamanlar özel radyoların serbest bırakılmaları konusunda görülen sivil hareketin büyük önderlerinden ve aynı zamanda basın camiasının önde gelen seçkinlerinden Ertuğrul Özkök’ün kendisinin depremi nasıl yaşamış olduğunu anlatması bir elitizm şaheseridir. Özkök sivil inisiyatif dalgasını yakalayıp üzerinde sörf yapmaya başladıktan sonra depremle olan kişisel ilişkisini şu unutulmaz satırlarla dile getiriyordu:

“Geçen pazar günü saat tamı tamına 13.15... Eşimle Boğaz’da Ambassadeurs restoranda yemek yiyoruz. Hava sıcak. Restoranla hemen hemen aynı seviyedeki deniz, son derece durgun. Zaman zaman geçen motor yatların yol açtığı hafif dalgalar dışında denizde hareket yok.

Saat tam 13.15’te, denizde acayip bir hareket başlıyor. O restorana yıllardır giderim. Yıllardır, o aynı masadan o aynı denizi seyrederim. Ağır, ölüm dalgaları yavaş yavaş bize doğru gelmeye başladı. Acaba büyük bir tanker mi geçiyordu, onun dalgaları mıydı diye düşündük. Ama o sırada geçen herhangi bir büyük tanker yoktu. Garsonlardan biri ‘Denizaltı geçiyor olabilir’ dedi. Böyle bir günde denizaltının Boğaz’ı dipten geçmesi de pek ihtimal dahilinde değildi. Eşim, ‘Bir deprem olabilir’ dedi. Önceki gece Ankara’da Hilton Oteli’nin 10’uncu katında o dehşet anını yaşarken, aklıma eşimin 37 saat önce söylediği sözler geldi.”[4]

Özkök, bir depremi bile vesile edip, sıradan faniler olan okurlarına Boğaz’ın en önde gelen, ve tabiî ki en pahalı lokantalarından birine “yıllardır” gittiğini, yani oranın bir müdavimi olduğunu hissettirmeyi, depremi de Ankara Hilton’da yaşadığını belirtmeyi her nedense önemli bir ayrıntı olarak gördü. Sıradışı ve müstesna insanların hasletleri arasında yer alan, ve dolayısıyla pek şaşılmaması gereken, olayları önceden öngörebilme sezisine Ertuğrul Bey’in eşi Tansu Hanım’ın sahip olması tabiî ki şaşırtıcı değildi. Özkök ikinci yazısında sivil inisiyatif dalgası üzerinde büyük bir keyifle sörf yapmaya devam ederken, aynı zamanda artık adına aşina olduğumuz eşi Tansu’nun bu hareketin öncülerinden biri olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyordu: “Mahallemiz ilk sivil toplum örgütlenmesini yapıyor. Eşim arabasıyla deprem bölgesine hareket ediyor. Mahallenin marketi koli koli suları arabaya yüklüyor. Manav meyve ve sebze tedariki yapıyor. Eczacımız ağrı kesicileri, antibiyotikleri veriyor. Tansu, tek kişilik konvoy halinde küçük cemaatimizin yardım yükünü götürüyor.”[5]

Kentli seçkinlerin referansları Batı, özellikle Amerika ve New York olduğu için depremin Türkiye’nin ekonomisi üzerindeki etkilerini değerlendirmek için alınacak referanslar, tabiî ki, gene Batı’dan ve özellikle Amerika’dan oldu. Sadece kremanın kreması seçkinlerin faydalanabildikleri ve Türkiye’nin depremden fazla etkilenmeyeceği sonucuna varan bir malî tahlil raporu doğal olarak Özkök’ün masasına da ulaştı. Özkök bu bilgiyi bencilce sadece kendisine saklamayı içine sindiremediği için okurlarıyla paylaştı, ancak son derece mahrem bilgiler içerdiğini, yani sadece sınırlı bir kesimin istifadesine sunulduğunu da belirtmeyi ihmal etmedi: “Türkiye’de yatırımı olan veya gelmek isteyen birçok yabancı kuruluş, depremden hemen sonra önemli bazı uluslararası mali analiz şirketlerine değerlendirme yaptırdı. Hazırladıkları raporlar ‘Confidential’ (kişiye özel) olduğu ve izinlerini almadığım için isimlerini veremiyorum.”[6]

Basın sürekli Doğu ve Batı arasında gidip gelen ve bir kimlik bunalımı yaşayan Türkiye’ye bir özgüven vermek ve yerinin nerede olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini, hatırlatmak için depremi paha biçilmez bir fırsat addetti ve yayınlarında Türkiye’nin Batılı bir ülke olduğunu altını vurgulamayı özellikle görev bildi. Bu yapılırken kullanılan referanslar da tabiî ki Amerikan basını oldu. Bu ya International Herald Tribune gazetesi mesnet gösterilerek “Bana göre bu depremin özeti şudur: ‘Batılı halkın doğuşu, Doğulu devletin batışı.’” şeklinde ifade edildi,[7] ya da Bilkent Üniversitesi öğretim üyelerinden Norman Stone’un Newsweek dergisinde yayımlanan yazısı referans alınıp Türkiye’nin “tam İsveç’i geçmişken” bu felâkete yakalandığı, ancak kısa bir sürede toparlanacağı belirtilip halka moral zerk edilerek yapıldı.[8] Bir diğer yazıda ise Türkiye’nin ebedî ve şaşmaz referans kenti olan New York ele alınıp burada yağan yağmurun yaratmış olduğu kargaşa örnek gösterilip Devlet’e karşı yapılan eleştirilerin insaf ve mantık ölçülerini aşmaması gerektiği telkin edildi.[9]

Tüm bunlar yapılırken Türkiye’ye gelen yardımın münhasıran Batı ülkelerinden geldiği, Orta Doğu’daki İslâm ülkelerinin, “din kardeşlerimiz” olmalarına rağmen, kıllarını kıpırdatmadıkları vurgulanarak Türkiye’nin yerinin Batı âlemi olduğu bir daha hatırlatıldı. Basın bu farklılığın altını çizerken de Ortadoğu ülkelerinin yardımlarını ısrarla görmezlikten geldi ve bu ülkelerin haklı tepkilerine neden oldu.[10]

Deprem seçkinlerin adlarını her vesileyle kamuoyunun zihnine yerleştirmek için sarfettikleri gayretler için de elverişli bir vasat teşkil etti. Sabah gazetesinden Ruhat Mengi köşesinde “O anda Mihrinur Yaramancı ‘Yiyecek yardımı göndermek istiyorum, nasıl ulaştırabilirim?’ diye sordu” şeklinde kamuya yansıttığı görünürde önemsiz ve küçük bir bilgi aslında son derece öğreticidir. Görünürde masumane ve iyi niyetli bir talebi içeren bu cümle, son yıllarda sayısız örneklerine rastladığımız toplumun güzide seçkinlerinin adlarını belli belirsiz ve çok akıllıca bir şekilde okurun zihnine yerleştirme yönünde sarf ettikleri düzenli ve sürekli çalışmalarının onlarca örneğinden sadece biridir.[11] Mihrinur Hanım’ın adının ilk bakışta kendini belli etmesi ve böylece kolaylıkla bilinçaltımıza yerleşmesi için de siyah hurufatla basılmış olması ise gene artık kanıksanmış halkla ilişkiler yöntemlerinden sadece biridir. Yeni olan ise deprem gibi bir olay karşısında bile kişilerin adlarını kamuoyunun gündeminde tutabilmek için bu usullere rağbet etmeye devam etmede bir sakınca görmemeleridir.

Benzeri bir halkla ilişkiler operasyonuna iş âleminde de rastlandı. Kendisini kamuoyuna işadamından ziyade hayırsever bir kişi, sosyal demokrat bir insan, bir aydın, bir sivil toplum savunucusu olarak tanıtmak ve mal etmek için olağanüstü gayretler sarfeden, basınla kurmuş olduğu mükemmel ilişkileri ile de bunu büyük bir maharet ve ustalıkla becerebilen işadamı İshak Alaton da deprem vesilesiyle adını bir kere daha kamuoyuna hatırlatma fırsatını elde etti. Amerikan Newsweek dergisi muhabiriyle yaptığı bir söyleşi sayesinde İshak Alaton fikirlerini hem Amerikan kamuoyuna yansıtmayı başardı, hem de aynı vesileyle esas hedef pazarı olan Türk kamuoyunu da ihmal etmedi.[12] Böylece bir taşla iki kuş vuran Alaton Newsweek ile yapmış olduğu röportajın Türkçe özetini aynı gün basının önde gelen üç ana gazetesinde hatırı sayılır genişlikte bir haber olarak yayımlatabilme maharetini de gösterdi. Bu şekilde de işadamı-basın ilişkisinin ahenkli yürümesi halinde ne güzel sonuçlar alınabileceğinin mükemmel bir örneğini vermiş oldu.[13]

Özellikle dünya liderleri ve starları ile röportaj yapma ve onlarla kişisel dostluklar kurma gibi bir tercihi olan seçkin gazetecimiz Leyla Umar ise depremle uzaktan yakından bir ilgisi olmayan sıradan bir bel ağrısını vesile ederek elitizmin bir başka nefis örneğini verdi. Umar yazısının önemli bir kısmını, İstanbul’un ve Türkiye’nin kremanın kreması bir tıp merkezinin başkanına nasıl sadece bir telefonla ulaştığını, keza aynı evsafta bir hastahaneye nasıl “yirmi dakika” içinde gittiğini ve kapıda bizzat bölüm başkanı profesör tarafından karşılandığını anlatmaya ayırmakta herhangi bir mahzur görmedi. Böyle ilginç ve herkesi yakından ilgilendiren bir konuyu girizgâh yaparak başlayan, hikâyenin ana kahramanı olan depremden kurtulan genç kızı “sevimli mahlûk” olarak niteleyen, bu arada Fatih Altaylı’nın da ismini zikrederek bir meslek dayanışması örneği veren bu deprem yazısı, seçkinciliğin unutulmaz klasiklerinden biri olarak basın ve toplumsal tarihimizde hak ettiği yeri almaya adaydır: “Depremden yara almadan kurtulan dostlarım gün geçtikçe ruhi depremlerle sarsılıyorlar. Çok direndiğim halde ben de nasibimi aldım. Belimdeki şiddetli ağrıyla kıvranırken kişisel ‘ilk yardım’ numaramı; İntermed’in her derde deva başkanı Dr.Hasan İnsel’i aradım: ‘Ölüyorum!’ diye inlediğimi duyduktan 20 dakika sonra da kendimi Amerikan Hastanesi’nin Acilinde buldum. Nörolojinin başkanı Prof Ali Çetin Sarıoğlu beni kapıda bekliyordu. MR vs. her türlü emri harfiyen yerine getirip 5. kattaki odamda beni iğneleriyle bekleyen hemşirelere teslim oldum. Teskin olduktan sonra aynı katta günlerden beri yatan 20 yaşındaki Ömür Kınay’la komşu olduğumu öğrendim. Topallaya topallaya onu görmeye iki gün sonra gittim. Altında kaldığı taşların arasından çıkması için saçları kesilen bu sevimli mahlûku görünce kendimden utandım. (....) Fatih Altaylı’nın eşiyle üç kez kendisini ziyaret etmesinden çok memnun olduğunu söyleyen Ömür gönlümü almak için Tarkan röportajımı beğendiğini ima etti.”[14]

Kentli gençler ve doğa sporları meraklıları için oldukça aşina bir isim olan Nasuh Mahruki’nin kurucusu ve başkanı olduğu Arama ve Kurtarma Derneği’nin (kısaca AKUT) deprem sırasında, kuşkusuz hiçbir karşılık beklemeden, yapmış olduğu çalışmaları sonucunda gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Ancak şimdiye kadar genellikle alçak gönüllü ve medya projektörlerinden uzak bir tavır sergilemiş olan AKUT kurucu üyelerinin derneklerine toplumsal, siyasî ve maddi destek sağlama amacıyla gayret sarfederlerken elitizmin tuzağına düştükleri de görüldü. Depremden hemen sonra yayımlanan bir ev dekorasyon dergisinin sekiz tam sayfasını Nasuh Mahruki’nin İstanbul’un mutena semtlerden biri olan Etiler’de zevkle döşenmiş çatı katına ayırması ve Mahruki’nin de “bir dergiyi incelerken” pozundaki bir fotoğrafıyla bu sayfaları süslemede bir sakınca görmemesi bu eğilimin bir örneğiydi.[15] Bir başka örnek ise diğer bir AKUT üyesinin kıyafetlerini hangi markalar arasından seçtiğini, ne parfüm kullandığını, hangi marka arabası olduğunu, evden dışarı çıktığında nerelere gittiğini ve özel hayatında neler yapmaktan hoşlandığını okurlarla paylaşmakta bir sakınca görmemesi oldu.[16]

Deprem aynı zamanda toplumun seçkinleri arasında yer alan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’yi esas yönlendiren güç olduğunun iyice bilinmesi ve bellenmesi için bir vesile daha yarattı. Bu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu’nun basın mensuplarıyla yapmış olduğu geniş kapsamlı sohbet toplantısındaki her konuda fikir beyan etmesiyle kendini belli ettiği gibi, köşe yazarlarına elektronik posta yolu ile dağıtılan ve “temsili” önemi haiz elektronik posta yolu ile gerçekleşmiş olan bir mektuplaşmada da rastlandı.

Bu mektuplaşmada yurtdışında yaşayan bir genç kız deprem sonrasında meydana gelen hataları kızgın bir ifadeyle genç bir subay olan erkek kardeşine iletiyordu. Bu mektuba bu genç TSK mensubunun vermiş olduğu cevabın şu bölümü birçok bakımdan önemliydi: “Başbakan’ın bir hatası oldu. İlk gün bütün yetki ve işleri TSK’ya devretmedi. Oysa organizasyonu, muhabere sistemi, emir-komuta yapısı olarak buna en hazır olan ordu idi. Çünkü atanmış birer siyasî olan beceriksiz valiler ve halkımızın seçtiği cahil-siyasî belediye başkanları ve taşradaki vasıfsız hükümet temsilcileri ile bu işin altından zaten kalkılamazdı (...) Ayrıca AKUT, genç üniversitelilerden kurulduğu, tüm entelektüeller ve medya tarafından desteklendiğinden, devletin kangren olmuş yapısı karşısında hayat kurtaran tek örgüt gibi lanse edildi.”[17] “Temsilî” bir görüşü dile getiren bu mektup bir yandan TSK’nın devletin siyasî ve idari kadrolarına karşı duyduğu derin güvensizliği, diğer yandan da kamuoyu tarafından AKUT’a yüklenmiş olan simgesel önemin bir diğer seçkinler örgütü olan TSK’da meydana getirmiş olduğu rahatsızlığı dile getirmiş oldu.

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN GELİŞMESİ VE YAKINLAŞMASI İÇİN “FAYDALI” FELAKET

Basın depremle ilgili haberleri verirken, yukarıda da belirtildiği gibi, yardımın özellikle Batılı ülkelerden geldiğini vurgulamaya itina gösterdi ve İslâm ülkelerini görmezlikten geldi. Kurtarma ekipleri gönderen ülkelerden ise basının ilgisine en çok iki ülke mazhar oldu: Yunanistan ve İsrail. Basın, depremle birlikte “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” önyargısının yıkıldığını vurguladı ve mesnet olarak dünyanın dört bir yanından Türkiye’ye akın etmiş olan yabancı yardım ekiplerini gösterdi. Ancak bu vurgulamayı yaparken bir yerde kendisinin de bu milliyetçi peşin kanaate sahip olduğunu itiraf etmiş oldu. Bu özellikle sağ ve İslâmî gazetelerde ve televizyonlarda kendini belli etti. Zaman gazetesinin “Türk’ün Türk’ten başka dostu varmış! Deprem tabu yıktı” başlığı ile muhtelif yabancı dillerde teşekkür ifade eden cümlelerin yer aldığı manşeti bunun en tipik örneğini teşkil etti. Bu manşetin kamuoyunun nabzını tuttuğuna karar verildiğinden Posta İşletmeleri Genel Müdürlüğü tarafından da pul şeklinde bastırılmasına karar verildi. Aynı zamanda Turizm Bakanlığı’na yabancı ülkelerin önde gelen gazetelerine teşekkür ilânı vermesi fikrine de ilham kaynağı oldu.[18] Din ve ırk ayrımına dayanmayan ve tamamen insanî dayanışma amacı güden yabancı kurtarma ekiplerinin Türkiye’ye akın etmeleri karşısında başta basın olmak üzere kamuoyunun sendeleyip şaşırması bir tek şeye işaret etti: kaynağını ümmet zihniyetinden alan ve Bosna ve Kosova çatışmalarında da görüldüğü gibi her türlü meseleye bir “İslâm-Batı” çatışması bakışı ile yaklaşan sıradan milliyetçiliğin ne kadar yaygın bir şekilde herkesin zihnine nüfuz etmiş olduğu. Basında ve kamuoyunda sürekli mevcut olan ancak kendini zaman zaman belli eden sıradan milliyetçilik deprem sonrasında yoğun bir şekilde kullanılan “birlik ve beraberlik” ve “Türk halkının dayanışma gücü” söylemiyle de bir kez daha günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu hatırlattı.[19]

Basın, deprem karşısında Türk-Yunan yakınlaşması için altın bir fırsat doğduğuna inandı ve Yunan basınının olumlu ve insanî yaklaşımını da büyük bir hayret ve sevinçle karşıladı. Bu hayretini dile getirirken de Yunanistan’ın sadece Türk düşmanlığına dayanan peşin yargılarla hareket eden bir ülke olduğu kanaatinden yola çıktı. Basın olayları gözleri ve zihni kendi önyargılarının ve milliyetçiliğinin perdesiyle kararmış bir halde değerlendirdiği için Yunanistan’ın bu kalıp içinde davranmamış olması karşısında da hayretler içinde kaldı.

Basının özellikle önem atfettiği ikinci ülke son birkaç yılın yükselen yıldızı İsrail oldu. Tarihsel süreci içinde en üst ve mükemmel noktasına erişmiş bulunan Türkiye-İsrail ilişkilerinin sadece siyasî ve askerî seçkinler katında tecrit edilmiş halde kalmayıp halk nezdinde de yaygınlaştırılması için deprem mükemmel bir vesile teşkil etti. İsrail devleti sayıca en kalabalık kurtarma ekibini Türkiye’ye yolladı. Tüm basın yorumları bu kurtarma çalışmalarının Türk ve İsrail halklarının yakınlaşması için mükemmel bir fırsat olduğunu belirtmeyi ihmal etmediler.[20] İsrail’e ve Amerikan Yahudi lobilerine sempatisi ve yakınlığı ile tanınan Sedat Sertoğlu İsrail’e kendi dilinde teşekkür etmeyi ve konuya tam sayfa ayırmayı da ihmal etmedi.[21] İsrail devleti de stratejik partöneri olan “Türkiye’nin yanında” olduğunu vurgulamak için azami gayreti sarfetti ve bunu basına yansıtmayı da başardı.[22]

SİVİL TOPLUM HAREKETİ: NE KADAR YAYGIN?

Şu anda tüm sıcaklığıyla gündemde olan sivil toplum heyecanının yakın geçmişimizdeki benzeri örneklerine bakarak bir süre sonra durulacağını tahmin etmek herhalde aşırı bir kötümserlik olarak anlaşılmaz. Belki de bunda en önemli neden bu tür hareketleri uzun soluklu mecralara taşıyacak olan “sessiz çoğunluğun” hareketin içinde yer almamasından ileri gelmektedir. Bunu anlamak için depremi Devlet’in yeniden yapılanmasında ve demokratikleşmesinde bir “milât” olarak kabul eden ve 63 sivil toplum teşkilâtının imzalarını taşıyan metnin kimler tarafından imza edildiğini incelemek yeterlidir.[23] İmza edenler arasında sendikaların tamamı yer almamaktadır. Sermaye kesimini temsil eden ve toplumun en ağır toplarından olan TÜSİAD ve TOBB yoktur. Genç işadamlarını ve yöneticilerini temsil eden ARI Hareketi, TÜGİAD ve GYİAD’dan sadece GYİAD yer almaktadır. 63 sivil toplum örgütü içinde Anadolu’da yerleşik olanlar toplam içinde kayda değer bir sayı teşkil etmemektedirler.

“Biz” adı altında örgütlenmeye çalışan ve girişimcileri arasında GYİAD (Genç Yönetici ve İşadamları Derneği) ARI Hareketi, Lions, Rotary, Saydamlık Derneği, Demokratik İlkeler Derneği, Atatürk Öğrencileri Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi kuruluşları içeren ve “asker ve sivil çeşitli kesimlerden otoriteleri bir araya” getirmeyi ve ileride meydana gelebilecek benzeri afetlere karşı halka tedbirli olmayı öğretecek olan bir diğer sivil hareket de münhasıran kentli genç profesyonel yöneticilerin ve işadamlarının ağırlıklı olarak götürdükleri bir hareket görüntüsü arzetmektedir. Nitekim bu teşebbüsün konut edindirme grubunun başında Koç ailesinin genç kuşağındasn Ali Koç bulunmaktadır.[24] Keza Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi ile 58 sanatçı örgütün katılımcı olduğu Özerk Sanat Konseyi Girişimi’nin ortaklaşa başlatmış oldukları “siyah kurdela” kampanyası da bir kentli aydınlar ve seçkinler hareketidir ve halkla hiçbir ilgisi yoktur.[25] Kuruluşundan iki yıl önce “Think Tank” olarak çalışmış olan ve 1998 yılının Haziran ayında kurulan Demokratik İlkeler Derneği de bir başka seçkinler derneğidir. Başkanı Koç ailesinden Sevgi Gönül’dür. Kurucuları arasında eski bir hariciyeci, emekli bir amiral, ünlü ressamlar, işadamları vardır. Dernek genel sekreteri emekli bir generaldir.[26]

17 Ağustos sabahı saat 03.02’de Türkiye zaman tüneline girip baş döndürücü bir süratle ve göz açıp kapayıncaya kadar kabuk değiştirip gerçek anlamıyla sivil ve demokratik bir ülke olma yoluna girmiş midir?

Kimi gazetecilere göre yanlış anlamaya mahal vermeyecek bir şekilde bu öyledir: “Elektronik medyanın yarattığı modern ortamda yeni dünyanın bireylerinin sesi duyulmaya başladı. Bugün başka bir Türkiye var artık. Ve başka insanlar konuşuyor. Ehven-i şercilerin anlamadığı bir dilden. Bu ülkede Soğuk Savaşı tasfiye etmeye kararlı olanların sesi yükseliyor. Mesut Yılmaz’ın sesini duyamadığı sessiz çoğunluğun Türkiye’sinde bugün AKUT’çu seçime girse mevcut partilerden fazla oy alır.”[27] Kimisine göre bu sadece bir milât değil aynı zamanda bir toplumsal barışmadır: “toplum gençleriyle barıştı Marmara’da; AKUT bu tarihi barışmanın sembolü oldu.”[28] Kimisine göre ufukta yeni bir Türkiye doğmaktadır: “Evet, bu muazzam enkazın altından yeni bir Türkiye doğuyor.”[29]

Ufukta yeni bir Türkiye’nin doğduğuna emin olan Ertuğrul Özkök içinse depremin bir faydası daha vardır, o da Türkiye’nin cümle âleme bir hukuk devleti olduğunu gösterme fırsatını vermiş olmasıdır. Özkök bu görüşünü kara mizahın ve ters mantığın birer şaheseri sayılabilecek olan şu satırlarıyla ortaya attı: “Türkiye, Öcalan konusunda tam anlamıyla ciddi bir devlet tutumunu sürdürüyor. Deprem sırasında gazete sayfalarına yansıyan küçücük bir ayrıntı belki dikkatlerden kaçtı. Ama bu ayrıntı, bence Türkiye’nin Öcalan olayına bakışındaki hukuki anlayışını da ortaya koyuyordu. Deprem gecesi İmralı’da ne olduğunu merak etmiştim. O gece binanın yıkılma ihtimaline karşı tedbir olarak Öcalan da bahçeye çıkarılmış. Oysa, hukuk içinde kalmayan bir devlet için o gece çok büyük bir fırsat ele geçmişti. Türkiye isteseydi, o gece Öcalan yükünden kurtulabilirdi. Evet, ‘kurtulabilirdi’. Gölcük’te yüzlerce asker ve subayın göçük altında kaldığı bir gecede, kimse çıkıp, göçük altında kalmış bir ‘Apo’nun hesabını soramazdı. Ama Türkiye bunu yapmadı. Artık kimse çıkıp Türkiye’nin Öcalan konusundaki hukuki davranışını tartışma konusu yapamaz.”[30]

Hasan Bülent Kahraman’ın yerinde tespitiyle tümüyle bir “kentli girişimi” olarak deprem sonrası ortaya çıkmış olan bu sivil inisiyatif, gücünü halktan aldığını söylemesine ve geçici bir süre için esas itibariyle muhafazakâr bir yapıya sahip kesimi ve taşrayı temsil eden İslâmî sivil toplum örgütleriyle ortak bir noktada buluşmuş olmasına rağmen, çok kısa bir süre sonra, daha önce olduğu gibi kendi içinde bir “kentli laikler - taşralı İslâmcılar” ayrışmasını yaşayacağı kuşkusuzdur. Bu ayrışma noktasına gelinceye kadar veya bu ayrışmanın sonrasında sivil inisiyatifin gelişip gelişemeyeceği, gelişecekse hangi mecrada gelişeceği ise bir soru işaretidir. 17 Ağustos tarihinden bu yana geçen bu kısa süre içinde görünen bu hareketliliğin ve heyecanın içinde, bu yazıda yer verilmiş olan rastgele seçilmiş birkaç örnekten de görülebileceği gibi, hemen elitizme meyletmeye çok müsait kaygan bir zemin mevcuttur. Bu zeminden ötürü zaten şu anda toplumun genelinden kopuk bir şekilde başlamış olan sivil inisiyatifin gitgide daha da seçkinci bir tavır içine gireceği ve dolayısıyla geniş bir tabana ve desteğe sahip olamayacağı düşünülebilir. Sivil inisyatif bir zamanların Yeni Demokrasi Hareketi, günümüzde ise genç profesyonel yöneticiler ve işadamları önderliğinde yürütülen ve kendi içinde YDH’ya benzer bir siyasî harekete dönüşme potansiyelini taşıyan ARI Hareketi gibi bünyesinde bir siyasî potansiyeli de barındırmaktadır. Bugün basının neredeyse yekvücut desteğine sahip olan bu çekirdek hareket uzun vadeli gerçek bir sivil toplum hareketi, ciddiye alınacak bir baskı gücü olma potansiyeline de sahiptir. Bunu yapabilmesi için de siyasallaşması şarttır, ancak önündeki en büyük engel toplumun genelini temsil ettiğini ileri sürmesine rağmen kuşkuya mahal veremeyecek bir şekilde bir kentli seçkinler girişimi olmasıdır. Aynı zamanda zımnen, bizatihi halkın ezici çoğunluğunun yaşadığı, günümüzün ve geleceğin siyasî ve idari kadroların ve yöneticilerin bağrından çıktığı ve çıkmaya devam edeceği taşraya karşı alınmış olan bir tavır olmasıdır. Bu engel aşılamadığı takdirde, daha başka bir deyimle demokratikleşme ve özgürleşme arayışları sadece siyasal İslâm ile liberal ve demokrat kesimin muhtelif temsilcileri tarafından değil toplumun değişik katmanları tarafından benimsenmediği takdirde, bugün yaşanmakta olan heyecan ve dalgalanma yerini kısa bir süre sonra mevcut statükonun ve günlük yaşamın bir parçası haline gelmiş olan küçük ve büyük çıkar ilişkilerine dayalı dengenin bir kere daha herkes tarafından kabullenmesine terk edecektir.

Bu dengenin kendini tekrar kabul ettirmesindeki en önemli neden ise çıkar ilişkilerinin düşünüldüğünün aksine sadece “çeteler” tekelinde olmadığıdır. Bugün varılmış olan noktada yasa dışı işlemlerden doğan çıkar ilişkileri toplumun tüm katmanlarına ve kılcal damarlarına nüfuz etmiştir, hayatın ve günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Depremin meydana gelmesinden tam beş yıl önce İsmail Cem’in yazmış olduğu, tazeliğini ve güncelliğini halen koruyan, kara mizah yüklü şu satırlara bir göz atılırsa durumun neden vahim, hatta ve hatta ümitsiz olduğu kolayca anlaşılabilir:

“Aslında durum o kadar kötü değil galiba... Kötülük sakın muhaliflerde ve münafıklarda olmasın?

‘Bu düzen değişsin’ deyip duruyorlar... Boşuna konuşmaktalar... Herkes düzenini kurmuş, bir yolunu bulmuş, geçinip gidiyor, ‘idare’ ediyor... Kimse öyle düzenini değiştirmek falan istemiyor, sade ve sıradan vatandaşın böyle bir derdi yok, sivri akıllı enteller düzenden şikâyetçi...

Altıyüzbin işçi, işini kaybetmiş, olabilir, alışırlar...

30 bin liralık dolara alıştık, 230 bin lira maaş zammına alıştık, satış yapmayan esnaflığa, üretmeyen sanayiciliğe, müşterisiz ticarete alıştık; şarkı söylemeyen şarkıcılara, yönetmeyen yöneticilere, top oynamayan futbolculara hep alıştık, işsizler de işsizliğe alışır.

Alışmakta üzerimize yoktur: Milyarla ifade edilen yolsuzluklar artık ilgimizi çekmiyor, trilyonluk olursa belki bir merak uyandırır. (...)

Alıştık, çünkü ‘açığımız’ var.

Örneğin İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Adana’da yaşayan milyonlarca insanımızı düşünelim. Bu milyonlarca insanın kendileri ve çocukları için en hayati konuda ‘açığı’ varsa, alışmasınlar da ne yapsınlar?

Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşayan nüfusun yüzde 60’ının ‘açığı’ var. İstatistiklere göre, kentli nüfusun yarıdan çoğu, yasaların dışında yaşıyor, yasalara aykırı bir biçimde yaşıyor. Yasa dışı yöntemlerle de ele geçirilmiş arsalarda, yasa dışı yöntemlerle oluşmuş yapılarda, teknik deyişiyle kentlerin ‘imarsız alanında’ yaşıyor. Tabiî, gereğinde kablo çekip elektriği kaçak kullanabiliyor, bir yolunu bulup suyu evine ulaştırıyor, vb.

En hayati konuda açığı bulunan bu insanlar, alışmasın da ne yapsın? Biraz diklenseler, birileri açıklarından yakalayıp ortaya çıkarmaz mı? En iyisi, fazla konuşmayıp durumu idare etmek.

Toplumun tüccarı var, sanayicisi var, esnafı, işadamı var. Doktoru, mühendisi, avukatı var. Bu kesimler de ‘alışmaya’ herkes kadar yatkın. Alışmayıp da ne yapsınlar? Resmi beyanlara, araştırmalara, istatistiklere ve gözle görülen gerçeklere göre, bu kesimlerin yarıdan fazlası vergi kaçırıyor... Yani, onların da açığı var. herhangi birine iki maliye müfettişi gönderilse, açıkla karşılaşmak ihtimali yüzde 50’nin üzerinde...

(...)

Açığı bulunmayan bireylerden oluşmuş, alışamamış bir toplum, ülkenin başına kimbilir ne dertler açardı... İspanya’daki, İtalya’daki, Portekiz’deki, Yunanistan’daki benzerleri yüzde 12-15 ortalama vergi öderken, ücretinden yüzde 30 vergi kesilmesini Türkiye’de hangi işçi, hangi memur sineye çekerdi? Ya da, vergisini kuruşuyla ödemiş yaygın bir işadamları ve serbest meslek sahipleri kesimi, vergi kaçakçılığının böylesine göz yumar, sessiz ve hareketsiz kalır mıydı? Trilyonluk belediyelerin hemşehrileri, çöplükle içiçe yaşamaya, sokaklardaki çukurlara, akmayan sulara isyan etmez miydi?

Haşa huzurdan, hepimiz birer anarşist gibi düşünmeye başlamaz mıydık?

Neyse ki düşünmüyoruz, sormuyoruz, anaşist de olmuyoruz. Alışmamız sayesinde...

Neyse ki, şu ya da bu nedenle, masumane ya da caniyane ama çoğumuzun açığı var. açıklarımız sayesinde alıştık, alışıyoruz. Hırsızlığa, yolsuzluğa, haksızlığa, yalancılığa, beceriksizliğe, boş laflara, aldatılmaya, sömürülmeye, görmemeye, duymamaya, konuşmamaya, hepsine alıştık.

Alışmayacaktık da ne yapacaktık?

Büyüklerimiz sağolsun. Biz de sağolalım.”[31]

[1] 3 Eylül 1999 tarihli Milliyet’in manşeti.

[2] Güngör Mengi, “Acıların vatanı”, Sabah, 24 Ağustos 1999.

[3] Hasan Bülent Kahraman, “Demirel, halk ve burjuvazi”, Radikal, 3 Eylül 1999.

[4] Ertuğrul Özkök, “O gece”, Hürriyet, 18 Ağustos 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.

[5] Ertuğrul Özkök, “Tek kişilik konvoylar”, Hürriyet, 20 Ağustos 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.

[6] Ertuğrul Özkök, “Depremden Önce - Depremden sonra”, Hürriyet, 24 Ağustos 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.

[7] Ertuğrul Özkök, “Ben Ecevit’e güveniyorum”, Hürriyet, 28 Ağustos 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.

[8] Ertuğrul Özkök, “Tam İsveç’i geçmiştik ki...”, Hürriyet, 26 Ağustos 1999.

[9] Ertuğrul Özkök, “New York’ta bir saat yağmur”, Hürriyet, 31 Ağustos 1999.

[10] Şükrü Şahin, “Arapları üzdük”, Zaman, 30 Ağustos 1999.

[11] Ruhat Mengi, “Yardım!”, Sabah, 20 Ağustos 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı. Mihrinur Yaramancı bir zamanlar Koç Holding üst düzey yöneticilerinden olan daha sonra Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Başkanı, Özelleştirme İdaresi başkanı görevlerinde bulunmuş olan ve en nihayet EVG Menkul Kıymetler A.Ş.’nin kurucu ortaklarından olan Tezcan Yaramancı’nın eşidir. Seçkinler âlemini yakından izleyenler veya o âlemin bizzat içinde yer alanlar açısından kim olduğu izaha dahi muhtaç olmayacak kadar adının kamuoyumuza mal olduğu varsayılan bir hanımefendidir.

[12] “A disaster’s bright side”, Newsweek İnternational, 30 Ağustos-6 Eylül 1999.

[13] “Dostluklar ortaya çıktı”, Sabah, 2 Eylül 1999 / “Alaton: Deprem komşularımızın bize düşman olmadığını gösterdi”, Hürriyet, 2 Eylül 1999 / “Felaketin aydınlık yüzü”, Radikal, 2 Eylül 1999.

[14] Leyla Umar, “Saçları ömre bedel...”, Sabah, 27 Ağustos 1999. Vurgulama tarafımdan yapıldı.

[15] “Medeniyet zirvesi”, Home Art, Eylül 1999, s. 88-95. Aynı görüntüler Sabah gazetesinde de özet şekilde yer aldı: “Kurtarıcının yuvası”, Sabah, 2 Eylül 1999, s.16

[16] Dilek Sancılı, “Bu gardırop hayat kurtarır”, Milliyet Vitrin, 4 Eylül 1999.

[17] Enis Berberoğlu, “Askerin deprem mektubu”, Hürriyet, 1 Eylül 1999. Vurgulama tarafımdan yapıldı.

[18] Onur Kaya, “Manşetimiz pul oluyor”, Zaman, 3 Eylül 1999

[19] Hasan Bülent Kahraman, “Yeni milliyetçilik tehlikesi”, Radikal, 30 Ağustos 1999.

[20] Barry Rubin, “Turkey after the quake - strength amid the ruins”, The Jerusalem Post, 27 Ağustos 1999 ve Stephen Kinzer, “Acıyla pekişen dostluk”, Radikal, 29 Ağustos 1999

[21] Sedat Sertoğlu, “İsrail ekibine ‘Toda Raba’”, Sabah, 25 Ağustos 1999, s. 18

[22] “İsrail’den tarihi dayanışma”, Milliyet, 4 Eylül 1999 / “Mektupla bağış yağıyor”, Sabah, 28 Ağustos 1999

[23] 1 Eylül 1999 tarihli gazeteler.

[24] Serpil Yılmaz, “Asker, sivil ‘Biz’ hareketi doğuyor”, Sabah, 29 Ağustos 1999, s. 12

[25] İhsan Yılmaz, “Acını unutma Türkiye”, Milliyet, 5 Eylül 1999

[26] “Bu sefer sıra silahlı kuvvetlerde”, Tempo, 9-15 Eylül 1999, S. 36/613, s. 26.

[27] Zeynep Atikkan, “İşte sessiz çoğunluk!”, Hürriyet, 5 Eylül 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.

[28] Defne Asal, “Kırmızı umut AKUT”, Aktüel, S. 424, 2 - 8 Eylül 1999, s. 30-34

[29] Ertuğrul Özkök, “Tek kişilik konvoylar”, Hürriyet, 20 Ağustos 1999. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.

[30] Ertuğrul Özkök, “O gece APO’dan kurtulunabilirdi”, Hürriyet, 1 Eylül 1999.

[31] İsmail Cem, “‘Her şeye alışan toplum’ olmanın nimetleri...”, Sabah, 7 Ağustos 1994. Vurgulama yazarı tarafından yapıldı.