Hızlı Sonuçlarda Bazı Yanılgılar

Depremin yarattığı yıkımın bilançosu hâlâ tam olarak ortaya konabilmiş değil; yetkililerin bilmediği ya da bilip de söylemediği yığınla soru var: Kaç bina yıkıldı; kaçı oturulabilir, kaçı oturulamaz halde; oturulabilir denilenlerde oturmak gerçekten olanaklı mı, kaç kişi hayatını kaybetti, kaçı yaralandı, bu rakamlar halktan saklanıyor mu; yaralı sayısı her geçen gün neden azalıyor, böyle giderse birkaç ay sonra depremde hiç kimse yaralanmamış sayılabilir mi; işte bunlara benzer birçok soru yanıtlanmayı bekleyedursun, başımıza gelen yeni felaketten gereken sonuçları şimdiye dek hiç olmadığı kadar hızlı çıkardığımız bir gerçek. Depremin üzerinden birkaç gün geçer geçmez müteahhitlik kurumunu, imar düzeninde belediyelerin rolünü irdeleyip, sorumlular hakkında ceza ve tazminat davaları açabilmek için yapılması gerekenleri ortaya koymuş bulunuyoruz. Böylesine hızla çıkarılan sonuçlarda doğrular kadar yanılgılar da bulunması kaçınılmazdı; şimdi, üzerinden yeterince zaman geçtikten sonra biraz daha soğukkanlı olabilir ve çıkardığımız bazı sonuçları daha gerçekçi biçimde değerlendirebiliriz.

BİRİNCİ YANLIŞ: MÜTEAHHİTLER MÜHENDİS OLURSA YAPILAR ÇÖKMEZ

Müteahhitler, 17 Ağustos depremine kadar çoğunlukla kamu inşaatlarındaki ihale yolsuzluklarıyla gündeme geliyorlardı. Hükümetler kurup hükümetler deviren, bakanlar ve başbakanlarla gece yarıları ihale konulu yastık sohbetleri yapan kamu inşaat müteahhitlerinden çok daha kalabalık bir başka müteahhit kesimi daha vardı; fakat “yapsatçı” diye bilinen bu grubu kimse pek fazla umursamıyordu. Onlar da bu umursamazlıktan yararlanıp sulak tarım arazilerine, ormanlara ve dolgu alanlarına kentler kuruyor, iki katlı yığma binaları yıkıp yıkıp aynı arsalara altı katlı apartmanlar dikiyorlardı. Depremle birlikte, tartışma gündeminin ilk sırasına oturan yap-satçı müteahhitler, konuya yakın olanlar dışında kamuoyunun geniş kesimleri tarafından bilinmeyen eski ve köklü bir tartışmayı da yeniden alevlendirdiler: Müteahhitlik, teknik elemanlar tarafından mı yapılmalıdır? Şimdilerde bütün televizyon açık oturumlarında, panellerde herkes “Müteahhitliğin bir tanımı yok, canı isteyen herkes müteahhit olmamalı, müteahhitler teknik eleman olmalı!” diyerek, yapı kalitesizliğinin birinci nedeni olarak bunu göstermekte. Fakat bu toptancı düşünceler ne yazık ki, pek doğru değildir.

Müteahhit sözcüğünün, Borçlar Kanunu’nun “eser sözleşmesi” hakkındaki 355. maddesinde “İş sahibinin vermeyi taahhüt ettiği bedel karşılığında bir şeyin yapımını üstlenen (kişi)” biçiminde tanımlandığına bakarak, yalnız inşaat işlerinde değil, daha başka pek çok alanda müteahhitlik yapılabileceği, yani eser sözleşmeleri imzalanabileceği anlaşılmaktadır. Yine de müteahhit denilince ilk akla gelenler, inşaat müteahhitleri olmaktadır.

Kamu ihalelerinin temel düzenleyici belgesi olan Devlet İhale Yasası’nda da müteahhit “Üzerine ihale yapılan istekli veya istekliler” biçiminde tanımlanmaktadır. Yasa, daha ayrıntılı bir tanımın daha sonra çıkarılacak bir tüzükte yapılacağını öngörmüşse de 1984 yılından beri bu tüzük çıkarılamamıştır. Buna karşın, kamu inşaat ihalelerinin geniş mevzuatı içinde yer alan bir başka metin olan “Yapı Tesis ve Onarım İhalelerine Katılma Yönetmeliği” nde, müteahhitlik karnesi ve ihaleye katılma belgesi alabilmenin koşulları düzenlenirken, aynı zamanda kamu inşaatlarının müteahhitliğini yapabilmek için hangi özelliklere sahip olunması gerektiği de açıklanmaktadır. Ne kadar işe yaradığı bir başka uzun tartışmanın konusu olmakla birlikte, kamu kurumları için inşaat işleri yapacak olanlardan “müteahhitlik karnesi” adı verilen bir belge istenmekte ve bu adamlar her ihalede yeniden “yeterlik değerlendirmesi” denilen bir incelemeden geçirilmektedirler. Görülüyor ki, “müteahhitliğin tanımı yoktur” yargısı, en azından kamu inşaatları bakımından, yerinde değildir.

Fakat yapsatçı müteahhitler söz konusu olduğunda durum değişmektedir. Çünkü, sayıları 60 bine ulaşan kamu inşaat müteahhitleri hakkında yetersiz de olsa bazı kayıtlar tutulur, bunların inşaat yapabilmeleri için çeşitli koşullar öne sürülür ve belli nitelikler aranırken, bu kitlenin asıl kalabalık kısmını oluşturan yapsatçılar hiçbir meslek kuralı ile bağlı olmaksızın istedikleri gibi icra-i inşaat edebilmektedirler. Her ne kadar, karmaşık mevzuatın bir yerlerinde belediyelerin ve valiliklerin yap-sat müteahhitleri için sicil tutacakları filan yazılıysa da bu sicillerin nasıl tutulacağı ve ne işe yarayacağı hakkında kimsenin en ufak bir fikri yoktur. Bu açıdan bakıldığında, canı isteyenin yap-sat müteahhiti olabileceği gerçekten doğrudur. Ne var ki, bu konu yine de bir yanılgıyı ve saptırmayı içinde barındırmaktadır.

Önüne gelenin, canı isteyenin yap-sat müteahhiti olabildiğinden en çok yakınanlar; inşaat mühendisleri, mimarlar ve bunların meslek örgütleri gibi, inşaat işleriyle ilgili teknik çevrelerdir. Bu çevreler, müteahhitliği ancak mühendislerin-mimarların, biraz daha geniş tanımlama ile teknik elemanların yapabileceğini savunmakta ve bütün çürük inşaatların bu kurala uyulmaması sonucunda ortaya çıktığını ileri sürmektedirler.

İnşaat müteahhitlerinin teknik eleman olması gerektiğini savunanlar; eczane açabilmek için eczacılık fakültesini, muayenehane açıp hasta bakabilmek için tıp fakültesini bitirmiş olmak gerektiğini örnek göstermektedirler. Böyle koşullar öne sürmeye başlayınca bunu çok daha ilerilere götürmek ve hamburger büfesi açmak için gıda mühendisliğini, çiçekçi dükkanı açmak için ziraat fakültesini, kuş-balık satmak için veteriner fakültesini bitirmek gerektiğini aynı mantıkla ileri sürmek olanaklıdır.

Oysa, bu karşılaştırmalar ticari uğraşlar üzerinden değil, meslekler üzerinden yapıldığında, doğru sonuca; “veterinerlik veteriner fakültesi mezunları tarafından, tıp doktorluğu tıp fakültesi, mühendislik ise mühendislik fakültesi mezunları tarafından yapılmalıdır” sonucuna ulaşılabilir. Üstelik, tek kişi işletmesi müteahhitlerin mühendis olması gerektiğini ileri sürenler, dev anonim şirketler söz konusu olduğunda iyice çıkmaza girmektedirler: Şirketleşmenin uluslaraşırı düzeylere eriştiği ekonomide, her biri küçük ülkelerin bütçelerine denk cirolarla çalışan şirketlerdeki yönetim kurulu başkanlarının inşaat mühendisi olması koşulunu aramaya kalkmak, ciddiye alınabilecek bir düşünce olmazdı.

İnşaat müteahhitliğinin ancak mühendislerin-mimarların işi olabileceği düşüncesi, mevzuatta da kabul görmüş değildir; Örneğin, teknik öğrenim görmüş olmak; kamu inşaatları yapabilmek, yani bir müteahhitlik karnesi alabilmek için -bir ölçüde avantaj sağlasa da- kesin gerekli bir koşul değildir.

İnşaat müteahhitliğini teknik elemanlara bırakmak gerektiğini savunanlar, teknik elemanlar arasında bu açıdan bir ayırım yapmaya da yanaşmamaktadırlar. Onlara göre inşaat işi söz konusu olduğunda, harita mühendisi de “teknik eleman”dır, yani “müteahhitlik yapabilir”. Oysa, bir harita mühendisinin inşaat işinden olsa olsa bir muhasebeci kadar anlayabileceğini “anlamak”, hiç de zor değildir.

“Müteahhitler teknik eleman olursa inşaatlar yıkılmaz” yaklaşımının ne denli düşseverlik olduğuna ilişkin yaşamdan örnekler de bulunabilir: Yapsatçılardan kaçının mühendis olduğu hakkında bir istatistik yok; ama kamu inşaatlarını yapan 60.000 kadar müteahhitin yarısından fazlasının mühendis-mimar olduğu biliniyor. Bunlar arasında mesleğini devlet memuriyetinde geçirmiş; genel müdürlük, müsteşarlık yapmış olanlar da az değildir. Son depremde, bu adamların yaptıkları binalardan kaçı yıkıldı, kaçı ayakta kalabildi; bunu bilebilseydik, kuşkusuz çok şaşırırdık. Aslında buna pek gerek de yoktur; önceki depremlerden bilinenler, hattâ içinde deprem bulunmayan gözlemler, teknik eleman müteahhitlerin yapı kalitesi sicillerinin, en az ötekiler kadar kötü olduğunu zaten ortaya koymaktadır.

Doğrusu, yapı kalitesizliğinin nedeni müteahhitlerin teknik eleman olmamaları değildir; ya da tersinden söylersek, müteahhitlerin tümü teknik eleman olduğunda bütün yapılar kaliteli olacak değildir. Çünkü yapı kalitesi konusundaki teknik sorumluluğun asıl sahipleri “fenni mesûl”lerdir. Fenni mesûller gerçekten mühendis-mimar olmak zorundadırlar; çünkü varlıkları ticari bir uğraşa değil, tümüyle mesleki bir nedene dayanmaktadır. Asıl sorun, müteahhit mühendis olsa da olmasa da yapının başında bulunmak ve teknik sorumluluğu üstlenmek zorunda olan bu görevlilerin etkili biçimde sisteme katılamamış olmalarıdır. Yapılması gereken, ticari bir uğraşın sahipleri olan müteahhitlerin hangi üniversiteyi bitirmeleri gerektiğine değil; yapı sorumluluğunu taşıması gereken fenni mesûl, proje müellifi gibi teknik elemanların sistem içinde nasıl fonksiyonel hale getirilebileceğine kafa yormaktır.

YAPI DENETİMİ VE SİGORTA: ÖZELLEŞTİRME YETERLİ BİR ÖNLEM Mİ?

Ülkemizde yapı düzenini sağlayan temel belge olan İmar Yasası’ndaki kurallar, “araziye ve yapıya ilişkin olanlar” biçiminde iki başlıkta toplanabilir. Yasanın yapıya ilişkin olarak getirdiği kurallar, fiziksel niteliklere; kat yükseklikleri, cephe genişlikleri, bahçe mesafeleri gibi ölçülere ilişkindir.

Yapıların teknik niteliklerine ilişkin olarak sözü edilebilecek kriterler ise bu yasada değil, daha çok Bayındırlık Bakanlığı tarafından resmî yapılarda kullanılmak üzere zaman içinde geliştirilmiş az sayıda dokümanda yer almaktadır. Bu kriterler son derece yetersizdir ve yapı kalitesi, mevzuatın pek çok yerinde “fen ve sanat kurallarına uygunluk” biçiminde, belirsiz bir ifadeyle tanımlanmıştır. Hem resmî hem de özel inşaatlarda proje müelliflerine ve uygulamacı mühendislere yol gösteren iyi hazırlanmış tek teknik metin, “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik”tir. Projelerin, bunları hazırlayan müelliflerin mesleki formasyonlarından başka bir dayanağı ve ortaya konan proje kriterlerinin bir başka teknik görevli tarafından kontrol edilmesine olanak verecek “lejand”ları yoktur.

Resmî yapılar üzerindeki hiyerarşik iç denetim bir yana bırakılacak olursa, özel yapıların denetimi konusundaki kamusal sorumluluk, belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelere, bu alanlar dışında kalan yerlerde ise valiliklere aittir. Köy yerleşik alanlarında sürekli oturanlarla köy nüfusuna kayıtlı kişiler tarafından yapılan görece basit yapılar dışında kalan bütün yapılar için söz konusu olan kamusal denetim, iki temel belge ve aşama üzerinden gerçekleşmektedir. Bunlardan biri “inşaat ruhsatı”, öteki de “oturma izni” adını taşımaktadır. İnşaat ruhsatı almak için gerekli belgelerin başında imar izni ve yapıya ait projeler sayılabilir. Oturma izni ise yapının ruhsatta belirtilen fiziksel ölçülere göre yapılmış olup olmadığının ve içinde oturmaya engel bir noksanlığı (kapı-pencere/cam-çerçeve gibi) bulunup bulunmadığının, görevliler tarafından gözle kontrol edilmesinden sonra verilmektedir. Bu iki aşama arasında, yani yapıya başlanması ile bitirilmesi arasında ne kuramsal, ne de pratik anlamda başka bir denetim etkinliği söz konusudur. İnşaatın, bittikten sonra kontrol edilmesi olanaksız kısımları; temel sistemi, beton elemanları hiçbir zaman denetlenememekte, “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Yapılar Hakkında Yönetmelik” gibi yapı güvenliğini ve kalitesini sağlamaya dönük düzenleyici metinlere uyulup uyulmadığı bilinememektedir. Belediyelerin ve valiliklerin, denetim görevlerini yerine getirmemelerine karşın hiçbir zorlayıcı müeyyideyle karşılaşmamaları da sistemin bir başka garip yanını oluşturmaktadır.

Kağıt üzerindeki sorumluluk zinciri yapı sahibinden başlamakta, müteahhit ve proje müellifleriyle fenni mesûl’e kadar uzanmaktadır. Kuşkusuz, inşaat ruhsatı ve oturma izni aşamalarındaki ihmal ve kasıtlı tutumlardan ötürü, bu süreçte yer alan kamu görevlilerinin de sorumluluğu söz konusu olabilmektedir. Sorumluluk, hukuki ve cezai olmak üzere iki türlüdür. Kamu görevlileri için “disiplin” sorumluluğunu da eklemek gerekir.

Yapı düzenindeki sorumluluk zincirinin en önemli halkasını “fenni mesûl” oluşturmaktadır. Yapım sürecinde bütün teknik sorumluluğu üzerine alan fenni mesûl, inşaat mühendisi ya da mimar olabilmektedir. Fenni mesûl, İmar Yasası’nın 28. maddesi gereğince yapıyı ruhsat ve eklerine (proje ve detaylarına) uygun olarak yaptırmakla, yapı sahibi ya da müteahhit tarafından bu koşullara uyulmadığında ise durumu yetkili belediye veya valiliğe bildirmekle yükümlü tutulmuştur.

Yasalardaki durumu bu şekilde olan fenni mesûlün, uygulamada fonksiyonlarını yerine getirdiğini söylemek olanaklı değildir. Her yapım işinde bir fenni mesûl bulundurmanın zorunlu oluşu, pratikte hiçbir yarar sağlamamaktadır. Yapsatçı müteahhitler bu kişilere yalnızca imzaları için gereksinim duymaktadırlar ve yapım sürecinin bütün teknik sorumluluğunu taşıyan fenni mesûllerin çoğu inşaat süresince iş yerine bile gitmemektedirler. Çoğu kez müteahhit adına çalışmakta olan proje müellifleri tarafından üstlenilmekte olan fenni mesûllük, yalnızca imzadan ibaret göstermelik bir kurum olarak kalmaktadır. Son depremde 100 bine yakın konutun yapım hatalarından ötürü yıkıldığı ya da ağır hasar gördüğü iddiaları vardır; bunların yapım sürecinde yer almış olan fenni mesûllerin herhangi biri, sorumluluğunu üstlendiği yapının uygun biçimde inşa edilmediği konusunda resmî makamlara herhangi bir duyuruda bulunmuş değildir.

Büyük ölçekli yapılar ile yapı gruplarında rastlanan ve müteahhit adına çalışan şantiye şefleri ise yasal olarak sistemde yer alması gerekmeyen, bu yüzden de yetkileri ve sorumlulukları iyi tanımlanmamış başka bir yapım unsurudurlar.

Kısaca, ülkemizdeki yapı sorumluluğu düzeni son derece belirsizdir. Bu belirsizlik; açılan davalarda, zarar görenleri ve toplum vicdanını tatmin eden hızlı ve etkili bir sonuç alınmasını zorlaştırmakta, hattâ olanaksız kılmaktadır.

Oysa, gelişmiş Batı ülkelerinde bu konu son derece iyi düzenlenmiştir. Yapı denetimi ve sorumluluğu konusunda gelişmiş ülkelerdeki uygulamaların ana eksenini; iyi tanımlanmış ve uygun sıralanmış bir sorumluluk düzeni, etkili teknik denetim ve tüm bunları garanti eden yaygın ve kapsamlı sigorta oluşturmakta; yapı güvenliği sorunu, yalnızca kullanıcılar ya da mal sahipleri açısından değil, toplumun bütün bireylerinin güvenliğini sağlamak açısından ele alınmaktadır. Avan projelerin, tatbikat projelerinin, inşaatın (yapım aşamasının) denetimi bu konuda son derece yetkin uzmanlardan oluşan kamu örgütleri tarafından gerçekleştirilmekte; bazı ülkelerde ise bu uzmanlarla sıkı işbirliği içinde çalışan, yetki ve sorumlulukları iyi düzenlenmiş, kamu görevlisi statüsündeki özel denetim kurumları da sistemde yer alabilmektedir. Denetimle görevli olan kamu kurumları bu iş için yeterli organizasyona sahip olmadıklarında, kendi aralarında bu amaçla birlikler kurmaktadırlar. Bazı ülkelerin, özel kişi ve kurumlara yetki devretmedikleri ve bu ülkelerde denetim organizasyonunun tümüyle kamusal nitelik taşıdığı da görülebilmektedir.

Sorumluluk düzenlemesinde, yetkilerin belirlenmesine koşut bir kesinlik göze çarpmaktadır. Denetim fonksiyonunda yer alan; müteahhitten başlayarak inşaat müdürlükleri, denetim daireleri, yapı kontrolörleri gibi kurumlardaki görevliler, denetimini yaptıkları yapıların sorumluluğunu taşımaktadırlar. Özetle, bu ülkelerde yapı denetimi ayrımsız son derece ciddiye alınmaktadır.

Gelişmiş ülkelerde yapı sigortasının yasal zorunluluk taşıması, başta Fransa olmak üzere yalnızca bir iki örnekle sınırlıdır. Yasal zorunluluk sınırlı olmakla birlikte, bu ülkelerde öncelikle taşıyıcı sistemlerin, sonra da tesisat ve ince işçiliklerin sigortalanması son derece yaygın bir uygulamadır. Yapılan araştırmalar, özel denetim sistemlerinin ve sigorta şirketinin devreye girmesiyle yapı maliyetlerinde yaklaşık % 1-1.5 düzeyinde bir artış meydana geldiğini göstermektedir.[1]

17 Ağustos depremiyle birlikte yapı denetimi konusunda gündeme getirilen çözümler içinde “yapı sigortası” da bulunmaktadır. Henüz sonuçlanmamış olan yasal düzenleme çalışmalarının gidişinden edinilen izlenime göre ülkemiz için öngörülen yapı denetimi ve sigorta düzenlemesi; parasal güvence yanında bütün öteki denetim gereksinimini de birlikte karşılayabilecek sihirli bir çözüm olarak algılanmaktadır. Yasa hazırlıklarında öngörüldüğüne göre yapı denetimi özel denetim kurumları tarafından yapılacak, sigorta şirketleri de bu denetim kurumlarının sorumluluğunu “zorunlu biçimde” sigorta edeceklerdir. Oysa, yapı işi teknik-hukuksal birçok prosedürün birbiri içine girdiği, gerek birey ve gerekse de toplum olarak insan yaşamıyla doğrudan ilişkili bir süreçtir ve bu sürecin tüm aşamalarında, etkili yaptırım gücüyle donatılmış kamusal otoritenin denetim ve gözetimi mutlak gereklidir. Denilebilir ki, toplum yaşamının başka hiçbir alanı, yapı düzeni (mühendislik ve şehircilik açılarından) kadar kamu otoritesinin doğrudan müdahalesine gereksinim duymamaktadır. Yürütülmekte olan yasa hazırlıkları ise kamusal bir görevin daha tümüyle özel denetim kurumlarına bırakılıp bu alanda da “özelleştirme” kolaycılığına teslim olunacağının ipuçlarını vermektedir. Ortaya çıkan bu hatalı iradenin önündeki (şimdilik) tek gerçek engel; devletin yapı denetimini birtakım özel kuruluşlara bırakıp işin içinden sıyrılmasının, anayasal açıdan olanaklı görünmemekte olmasıdır.

Yapı sigortasının, depremden sonraki çözüm aceleciliği içinde, sihirli reçete gibi algılanmasının yanıltıcı olması bir yana, etkili biçimde işlemesinin önünde ülkemize özgü bazı yapısal olanaksızlıklar da bulunmaktadır. Bunların başında, ülkemizdeki sigorta sektörünün böyle bir organizasyon için hazırlıklı ve istekli olmaması gelmektedir. Ülkemizin genel gelişmişlik düzeyine göre oldukça zayıf olan sektörde yeni bir sigorta türünün algılanıp benimsenmesi ve prensiplerinin ortaya konulması çok uzun bir zaman alacaktır. Öte yandan, işletilmesi yasalarla zorlanacak olursa da sistemden kaçışlar söz konusu olabilecektir. İsteğe bağlı yapı sigortasının önünde bulunan bir başka engel ise bilindiği gibi yapı maliyetlerine getireceği ek yüktür. İyimser kestirimler, bu yükün % 2,5 kadar olabileceğini öngörmekteyse de, ülkemizdeki yaygınlık düzeyinin düşüklüğüne bağlı olarak, oranın artacağı kesindir. Bir başka sorun alanı da sisteme katılması öngörülen özel denetim kuruluşları ile sigorta şirketleri arasındaki ilişkilerdir. Son derece büyük riskleri yalnızca denetim kuruluşlarının raporlarına dayanarak sigorta edecek olan sigorta şirketleri, denetim kuruluşları üzerinde etkili olmak isteyecekler; bu durum, niteliği bakımından kamusal bir görev olan yapı denetimini ticari kaygılara ve hesaplara açık hale getirecektir. Sonuç olarak, yapı düzeninin denetiminde asıl sorumluluk etkili görev yapan ve kuralları ayrımsız uygulayabilen güçlü kamusal örgütler ve gerektiğinde bunlarla sıkı işbirliği içinde ve yarı kamusal nitelikte çalışan uzmanlık kuruluşlarına düşmektedir. Yapı sigortası, ancak böyle etkili bir kamusal denetimin varlığı halinde ve sınırlı biçimde uygulama alanı bulabilecektir.

BÜTÜN SUÇ YEREL YÖNETİMLERDE Mİ?

17 Ağustos depremi; 1983’ten sonraki döneme damgasını vurmuş olan en gözde siyaset modasının, bir demokratikleşme göstergesi olarak sunulan “merkezi yönetim yetkilerinin yerel yönetimlere devredilmesi” yaklaşımının, ülkede nasıl bir imar ve şehirleşme felaketi yarattığını da gözler önüne sermiş bulunuyor. Konu ile ilgili olan sağduyulu insanların yıllardan beri göstermeye çalışıp da yeni jenerasyon siyaset ve bürokrasi kadrolarının bir türlü görmek istemediği çıplak gerçek; 45 saniyelik depremle açığa çıkmıştır.

Aslında, “Türkiye, Ankara’dan idare edilemeyecek kadar büyüktür” gibi göz alıcı bir sloganla başlatılan bu siyaset biçiminde müthiş bir iki yüzlülük en başından sırıtmaktaydı. Çünkü “yetkileri yerel yönetimlere devrediyoruz” diyenlerin yerel yönetimlere gerçekten bıraktığı tek yetki, o dönemde çoğunluğu iktidar partisinden olan belediyelere rant kapılarını sonuna kadar açacak olan imar planı yapma yetkisi (belki biraz da vergi toplama yetkisi) olmuştu. Eğitim-öğretim, sağlık, kolluk gibi öteki kamu hizmeti alanlarındaki merkezi yetkilerin yerel yönetimlere devri konusunda o günden bu yana ince ince düşünmekte olan merkezi hükümetin, imar yetkilerini bir gece içinde çıkardığı yasayla alelacele devredivermesi, yapısal reformların başlangıcı olarak sunulmuştu; oysa bu tutumun reform filan olmaması bir yana, arkası da gelmemişti.

İmar yetkilerinin devrindeki acelecilik; neredeyse bütün ilçeleri il, bütün beldeleri ilçe ve 3-5 evlik bütün beldeleri belediye yapmak çılgınlığı ile birleşmiş ve bu günkü “bir mühür-bir başkan” gecekondu belediyeler orta yere böyle çıkmıştır. Emrinde bir harita mühendisi ya da şehir plancısı bile bulunmayan gecekondu belediyelerin encümenleri imar konularında öylesine bilgisizdiler ki alacakları kararla fay hatlarının yerini değiştirebileceklerini bile sanabiliyorlardı. Bu adamlar, bilimsellikten uzak imar planlarıyla ya da iki satırlık bir kararla trilyonluk imar rantları yaratabilir; trilyonluk rantları birinden alıp ötekine verebilir hale geldiğinde, sulak tarım topraklarına kentler kurulması veya denizden doldurulmuş arazilerin konut alanı haline getirilmesi, sonra da bunların bir gece sabaha karşı yerle bir olması kaçınılmaz sonuçtu.

Ne var ki bu süreçte bütün suçun yerel yönetimlere ait olduğu da söylenemez. Çünkü ülke ve bölge düzeyinde planlama yetkisini elinde bulunduran merkezi yönetim, planlama hiyerarşisindeki üst planları; ülke fiziksel planı ile buna uygun bölge planlarını üretmemektedir. Birbirine coğrafi yönden bitişik, fakat her biri ayrı ayrı plan yapıp onama yetkisine sahip belde ve ilçe belediyeleri, herhangi bir üst plan disiplininden de yoksun olduğundan; bölgesel bütünlükten tamamen uzak planlar yapabilmekte ve felakete yol açan yapı yoğunlukları ile arazi kullanım tercihlerini diledikleri gibi oluşturabilmektedirler.

Merkezi yönetimin, yerel yönetimlerin imar planlarını belli bir bölgesel bütünlüğe kavuşturacak üst planları yapmaması, deprem bölgelerini ve fay hatlarını göz alıcı bir kesinlikle ortaya koyan bilim çevrelerinin uyarı ve tespitlerinin boşa gitmesine, sonuçta 17 Ağustos benzeri felaketlerin yaşanmasına neden olmaktadır.

Şaşırtıcı bir başka gerçek de imar kanunu ile öteki imar mevzuatının, yerel ya da merkezi yönetimlere arazi kullanım kararlarını üretirken jeolojik verilere dayanmak yükümlülüğü getirmemesidir.

Yerel yönetimleri her türlü hukuksuzluğa ve bilim dışılığa özendiren gelişmelerin arasında, merkezi yönetimin tepe noktalarında yer alanların, “sanayileşme, gelişme, büyüme” gibi karşı durulması zor hedefleri bahane ederek; orman alanlarının, tarımsal toprakların, denizler doldurulup kıyı çizgileri değiştirilerek kazanılmış arazilerin üzerine kurulan kaçak yapıların temellerini törenle atmaları, yapılabilirlik etüdü olmayan sanayi tesislerinin kurdelelerini keyifle kesmeleri de sayılmalıdır.

Bu konudaki çok şaşırtıcı bir gelişme de şudur: Kendi imar planlarını diledikleri gibi yapabilmeleri konusunda (neredeyse) sınırsız özgürlükleri olan yerel yönetimler, bundan kaçınmaktadırlar. Yerel yönetimlerin kendi yetki alanlarının tamamını kapsayan planları dahi yapmaktan kaçınmalarını, teknik kadrolarının yetersizliği ile açıklamaya çalışmak da gerçekçi değildir. Gerçek neden, (her ne kadar) encümenlerde kolayca değiştirilebilir olsa da bir imar planının yine de uyulması gerekli kurallar içermesidir. Sık değişen güç dengelerini gözetmek zorunda olan belediye yönetimleri, uyulması zorunlu il ilçe planlarını “yapmayarak” bu alanda bilinçli bir boşluk yaratmakta, böylece “mevzi plan” adı verilen bir uygulamanın yolunu açmaktadırlar. Hiç planı bulunmayan alanlardaki imar düzenini belirlemek amacıyla, genellikle buralarda yapı yapmak isteyen kişi ve kurumlar tarafından hazırlanan mevzi planlar, “bir kadastro parseli” kadar küçük ölçekli olabilmektedir. Bölge planı olmayan belediyelerin plan düzeninde yarattıkları kopukluk, nazım planı bulunmayan alanlarda yürürlüğe sokulan irili ufaklı yüzlerce mevzi imar planı ile doruğa çıkmakta; kentsel ve kent dışı alanlar, birbiriyle bağlantısız onlarca mevzi planlar yüzünden “yamalı bohça” görünümü almaktadır. Trilyonluk yatırımlarla kurulan büyük fabrikalardan, 100-150 konutluk sitelere değin pek çok yapı, yalnız kendi parselini kapsayan mevzi planlara dayanılarak inşa edilmekte, bu durum arsa ve araziler üzerinde akıl almaz rantlar oluşmasına ve sistemin astronomik rüşvetlerle kirlenmesine yol açmaktadır.

Bayındırlık Bakanlığı’nın depremden sonra bölgedeki belediyelerin imar yetkilerini geri alması, bu yetkiler yerel yönetimlere bırakılırken nasıl hazırlıksız ve aceleci davranıldığının itirafı gibidir. Üstelik, Bakanlığın son kararı sorunu çözmekten uzak palyatif bir önlem olarak kalacak ve hiçbir işe yaramadığı kısa zamanda anlaşılacaktır. Öte yandan, planlamayı ve jeolojiyi yine göz ardı eden yeni yasal düzenleme çalışmaları da istenen düzelmeyi sağlamaktan uzak görünmektedir.

BİR BAŞKA YANILGI: YÜZLERCE DAVA İLE SONUÇ ALMAYA ÇALIŞMAK

Depremde yıkılan ya da oturulamaz hale gelen yapıların müteahhitleri için ceza sorumluluğu, Türk Ceza Yasasının 456. ve 459. maddelerine dayanmaktadır. “Tedbirsizlik, dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik veya düzenleyici işlemlere, emir ve talimatlara aykırılık” biçiminde tanımlanan suçun cezası hiç de az değildir. Öyle ki, bu şekilde birden çok kişinin ölümüne neden olanların 4 yıldan 10 yıla kadar hapisle cezalandırılmaları, ayrıca meslek ve sanattan geçici ya da sürekli olarak men edilmeleri söz konusu olabilmektedir.

İnşaat ruhsatı ve yapı kullanma izni verirken kurallara uygun davranmamış olan kamu görevlilerinin eylemlerini de Ceza Yasasının “görevi ihmal” veya “görevi kötüye kullanma” ile ilgili hükümleri karşılamaktadır. Sorumluluk düzenlemesi son derece belirsiz olan fenni mesûl ve proje müellifi gibi, süreçte yer alan öteki kişilerin hataları da (teorik olarak) cezalandırılabilir niteliktedir.

Öte yandan, müteahhitler ile öteki görevlilerin, kişilerin uğradıkları zararlardan ötürü maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkûm edilmeleri de (yine teorik olarak) olanaklıdır.

Gerek ceza ve gerekse de tazminatla ilgili hukuk davalarını kazanabilmek için bu yapıların asıl olarak depremden değil, kötü inşa edilmiş olmaktan ötürü yıkıldıklarının kanıtlanması gerekmektedir. Bir yapının kötü inşa edilmiş olması, şu durumları kapsayabilecektir:

• Yapının projeleri hatalı hazırlanmıştır.

• Yapı, projelerine uygun biçimde yapılmamıştır.

• Yapıda; eksik, bozuk ya da kalitesiz malzemeler kullanılmıştır.

• Yapı, uygun olmayan araziye kurulmuştur. (Ya da projeleri araziye uygun olarak hazırlanmamıştır.)

Deprem bölgelerindeki belediye ve valiliklerin ruhsat dosyaları depremde zarar görmemişse, proje ve zemin kusurlarının ispatlanması her zaman olanaklıdır. Oysa ikinci ve üçüncü bentteki durumların mahkemeler önünde karşı çıkılamaz biçimde ortaya konulabilmesi için yıkıntıların hakim gözetiminde uzman bilirkişilerce incelenerek hataların rapora bağlanması gerekmektedir. Çoğu durumda bilirkişilerin yıkıntıyı olduğu yerde görmeleri de yetmez, fiziksel ve kimyasal laboratuar deneyleri yapılması da gerekebilir.

Oysa, deprem bölgelerindeki enkaz, hukukçuların bütün uyarılarına karşın alelacele kaldırılmaktadır. Devlet bir yandan deprem bölgesine hakim ve savcı takviyesi yapmakta ve çırılçıplak ortada kalmış insanların dava giderlerini karşılayabilmek için “adli müzaheret” kurumunu işletmekte, fakat öte yandan enkazları bir an önce kaldırmaya çalışarak gizli bir engelleme yapmaktadır. Bu tutumun birkaç nedeninden birisi, adliyeleri önümüzdeki günlerde uğrayacakları dava bombardımanından korumaktır. Başka bir neden; kimleri içine alacağı ve nerede duracağı önceden kestirilemez olan ceza davalarının, şu anda siyasal ve yönetsel zirveleri işgâl edenlerin çoğunu kapsayabilecek olmasıdır. “Konuyu bir an önce kapatmak” biçimindeki iradenin, yaptıkları konutlar depremde yıkılan büyük müteahhitlerin yarattığı gizli siyasal baskıdan kaynaklanmış olması olasılığı da az değildir.

Ceza yargılamalarının doğası gereği, kesin ve karşı konulmaz delillerle desteklenmemiş suçlamalarda mahkûmiyet hükmü çıkmamaktadır. Enkazlarda yeterli inceleme yapılmış bile olsa, sanıklar tarafından bilirkişi raporlarına itiraz edilecektir. Yıkıntılar yıllarca aynı yerde bırakılamayacağından, itirazlar üzerine incelemeler yinelenemeyecek, davalar uzayacak ve zamanla gerçekler sulanacaktır. Veli Göçer gibi uç örnekler için çıkarılan tutuklama kararları ve başka bazı müteahhitlerin yargılanmaya başlanmalarındaki hız kimseyi yanıltmamalıdır: Ceza yargılamaları sonucunda, bireysel olarak zarar görenleri ve genel olarak da toplum vicdanını tatmin eden sonuçlar alınmasını beklemek, aşırı iyimserlik olacaktır. Üstelik, Veli Göçer’in tutuklanmış (ve büyük olasılıkla mahkûm edilecek) olması, bu kişinin yaptığı üç binden fazla konutun fenni mesûllerinin, proje müelliflerinin, yıllara uzanan dönem içinde ruhsat ve oturma izni veren belediye görevlilerinin ve daha başkalarının sorumluluklarını perdelemektedir. Yıkılan öteki konutlar için de aynı durum söz konusudur. Kısaca, daha önce yaşanan pek çok skandalda, İSKİ benzeri yolsuzluklarda olduğu gibi, toplum bu kez de çok azına razı olacak, birkaç sivri isim dışında yüzlerce gerçek suçluyu yine elinden kaçıracak gibi görünmektedir.

Müteahhitlerin ve öteki görevlilerin ceza sorumlulukları tam olarak kanıtlansa ve mahkûmiyet kararına yeterli deliller toplanabilse bile, bu kişilerin alacakları cezalar, (indirimler, şartlı tahliye vs.) asla eylemlerinin gerçek karşılığını oluşturmayacaktır. Üstelik, (henüz yürürlüğe girmemiş olsa da) gündemdeki af kanununun, bütün müteahhitleri ve öteki görevlileri de kapsaması çok olanaklıdır.

Ceza yargılamaları konusundaki zorluklar, hukuk yargılamalarında söz konusu olmamaktadır. Bu davaların hem görülmeleri, hem de delillendirilmeleri, teknik olarak daha kolaydır. Öte yandan, yüksek bir parasal tazminat, mağdurlar için çoğu zaman suçlunun hapsedilmesine oranla daha büyük bir tatmin sağlamakta, suçlular için ise (birkaç ay sonra çıkabileceği, hattâ belki de hiç yatmayabileceği bir hapis cezasına oranla) daha caydırıcı olmaktadır. Ayrıca, ne şekilde çıkarsa çıksın, gündemdeki af yasası müteahhitleri ve öteki sorumluları tazminat taleplerine karşı korumayacaktır.

Ne yazık ki, hukuk davalarının istenen sonucu sağlamasının önünde de önemli bir engel bulunmaktadır. Bu engel, tazminat hukukunun ülkemizdeki düzeyidir. Ülkemizde fazla gelişmemiş, güdük kalmış hukuk dallarının başında tazminat hukuku gelmektedir. Doktor hatalarından ötürü kolunu, böbreğini, hattâ yaşamını kaybedenlerin, uğradıkları kayıpları tazmin ettirmekte ne kadar zorlandıkları, bu insanlara ödenmesine karar verilen parasal tazminatların nasıl gülünç düzeylerde kaldığı; buna karşın gelişmiş ülkelerde, özellikle de Amerika’da benzer davaların yüksek tutarlı tazminat kararlarıyla sonuçlandığı bilinmektedir. Ülkemizde de bu alanda bir zihniyet değişikliğinin gerçekleşmesi için bu deprem bir fırsat sayılmalıdır. Deprem sonrası açılacak tazminat davalarının; mühendislik, planlama ve imalat hataları nedeniyle yıkılan binalarda zarara uğrayan insanların hem bu zararlarını giderici, hem de benzer tutumları caydırıcı kararlarla bitmesi ve bu alanda güçlü bir içtihat oluşması, elde edilebilecek en yararlı kazanım olacaktır. Bu yüzden, sorumluların yargılanması alanında asıl yapılması gereken, böyle durumlarda ceza yargılaması tehdidinden çok daha etkili olabilen tazminat içtihatlarını geliştirmek ve kurumsallaştırmaktır.

[1]Yapıda Denetim-Sorumluluk ve Sigorta- Türkiye İnşaat ve Tesisat Müteahhitleri İşveren Sendikası. Ankara 1989.