Millî Güvenlik Devletinin İflası

Türkiye’de devletin yegâne kaygısının kendini korumak olduğunu görmek için, binlerce kişinin yaşamına malolan bir deprem felâketini beklemek gerekmiyordu. Yıllardan biri çöküşünü adım adım izlediğimiz devlet yapısının ve çözülen yönetsel aygıtın, İzmit depreminden çok daha ufak felâketler karşısındaki aczine birçok kez tanık olmuştuk. O aczi örten hamasî nutuklara, böbürlenme ve efelenmelere de... Daha önceki depremlerden, sel baskınlarından, yangınlardan, büyük trafik kazalarından tanıdığımız, bilgisizlik ve beceriksizlik üzerine inşâ edilmiş yetkiler, dayanılmaz gerçekliğiyle yüzümüze çarptı. Ama bu kez, devlet alışık olmadığı bir bölgede yakalandı. Deprem Varto’da, Dinar’da veya Ceyhan’da olsaydı, devlet durumu gene de idare edebilir, en azından zevahiri kurtarabilirdi. Cumhurbaşkanı gerdan kırıp, gözlerini devirerek “devlet babanın yaraları sardığı” yalanını herkesin gözüne bakarak, utanıp sıkılmadan tekrarlar ve medya, malûm Kızılay çadırlarıyla bezeli görüntülerin yansıttığı “millî birlik ve beraberlik” ruhuna tercüman olurdu. Ama bu kez deprem, beklentileri yüksek, sesini duyurma gücü daha fazla olan orta sınıfın yoğun olduğu, Türkiye’nin iktisadî kalbi olan bir bölgede meydana geldi. İstanbul da depremden zarar gördü. Beklentisi yüksek bu sosyal kesime karşı, Vartolu veya Dinarlılara hitap eder gibi yukarıdan atıp tutmak zordu. “Devlet baba”, tüm aczi, biçareliği, beceriksizliği ve kof kibiriyle gözüktü. Karşısında ise, buna isyan eden, ses çıkaran, talepkâr bir kitle vardı.

İlk günler ortada gözükmeyen, gözükemeyen devlet, bir siyasal mitosu da toprak altında bırakıyordu. İzmit depremi, onbinlerce evi çökertip, binlerce insanın canını alırken, bu devlete atfedilen kutsallığın hangi aslî devlet görevlerini boşlamanın örtüsü olduğunu gösteriyordu.

Kendini ve sadece kendini korumak, “son ve kutsal Türk devleti”nin yıllardan beri neredeyse biricik kaygısıdır. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nden -ki fiilen MGK Genel Sekreterliği’nin yönetimindedir ve başında bir emekli tümgeneral vardır-, Sivil Savunma Teşkilâtı’na, Bayındırlık Bakanlığı’ndan Kızılay’a kadar, teşkilât yapılarına iç ve dış düşmanlara karşı devleti korumak kaygısı egemendir. Türkiye’de yürürlükteki idari yapı, devlet çıkarlarını kollamak misyonu üzerine inşâ edilmiştir. Bu misyon, “kamu hizmeti” fikrinin neredeyse bütünüyle yerini almıştır. Buna liyakatsizlik ve sorumsuzluk ilâve olunca, ortaya öngörme, karar alma ve iş başarma özürlü bu idari yapı çıkar. Üstelik artık sahnede, ne Cumhuriyet’in ilk dönemine damgasını vuran ve kurucu güç olma şevkini taşıyan bir devlet kadrosu vardır ne de kamu hizmeti yapma heyecanını taşıyan ve ayakları Özalizmle beraber devletten kesilen teknik bilgi sahibi kamu hizmeti yetkilileri. Modernleşmenin toplumsal aktörlerini dönem dönem tırpanlayan otoriter irade ve had safhada kronikleşen bir “devleti koruma ve kollama” saplantısıyla malûl bu devlet örgütlenmesinin biçare çehresi, terör, bölücülük, irtica, dış düşmanlar edebiyatı üzerine siyaset sahnelemenin mümkün olmadığı bir konuda yakalandı.

İflâs eden bir sosyal devletimiz olduğunu, eğitim, sağlık ve altyapı harcamaları konusunda biliyorduk. İzmit depremiyle, bu devletin hizmet değil, sadece emir, yasak, müsadere ve rant üretmeye muktedir olduğunu gördük. Bilgisiz ve beceriksiz olduğu ölçüde, bu eksiğini elindeki yetkileri suistimal ederek kapatan bir kamu görevlisi tipinin, yani “işini bilen memurun”, “işbitirici belediyeciliğin” ne demek olduğunu orta sınıf yakından gördü. 1980 sonrasının yolunu bulma, zenginleşme furyası içinde bir ayakbağı, hattâ çağ atlamanın (daha doğrusu statü atlamanın) tek engeli olarak görülen kamu düzenlemesi gereği, fiilen özelleştirilmişti. Bu adı konmamış, ama boyutu resmî özelleştirmeleri kat be kat aşan bir özelleştirme furyasıydı. Esas aktörleri, 12 Eylül rejimi nedeniyle gerçek anlamda siyaset yapamamanın eksiğini, kamu yetkisini pazarlayarak kapatan siyasal kadrolar ve onların yönettiği hükümet ve yerel yönetimler; müşterileri ise, açılan fırsat gediğini kendi yararına bir karış daha genişletmekte sınır tanımayan halkımızdı. Özalizmin açtığı yolda, yalan yanlış bir liberalizm ideolojisiyle kalbini ferâh tutan bu büyük kitle, çöken-çöktürülen kamu hizmetinin yerine kişiye özel hizmetlerin gelişmesini hararetle alkışladı. Özel okullar, özel sağlık hizmetleri, özel posta, özel şehiriçi okul taşımacılığı, özel ulaşım ve özel izinler (imar izni, iskân izni, ....)... Pazar koşulları dışında gerçekleşen kamu hizmetleri mümkün olduğu kadar budanıp, güdükleştirildi. Kamu harcamalarında gerçekleştirilen yapısal dönüşümün sonuçları açıktı: sivil güvenliğe harcanmayan kamu kaynakları millî/örfî güvenliğe, adalete harcanmayan kaynaklar boy boy çetelere, sosyal güvenlik hizmetlerinden kaçırılan kaynaklar devlet sırtından zenginleşen ailelere, holdinglere aktarılmıştı. Göreli saadet zincirinin içinde yer alanlar veya böyle bir umut taşıyanlar, bu duruma ses çıkarmaya pek gönüllü değildiler. Vermedikleri vergilerle parasını verip hizmet satın alabiliyor; vergi olarak verdiklerini ise devlete borç vererek, kısmen geri alabiliyorlardı. İşte deprem bu göreli saadet zincirinin kırılıp, gerçeğin günyüzüne çıktığı an oldu. “Millî güvenlik devleti”nin toplumsal güvenlik devleti olmadığı acı biçimde görüldü. Bu daha önce de görülen, bilinen bir olguydu. Ama parası yetenler, bu hizmetleri satın alınabileceklerine, özel girişimin bu açığa da cevap verebileceğine inanıyorlardı. İnanmak istiyorlardı. Bu defa, piyasa koşullarında sağlanması zor, pahalı ve pek etken olmayan bir hizmete olan ihtiyaç, tüm ağırlığıyla kendini hissettirdi. Afet sonrası yardım ve teşkilatlanmayı, parasını verip, hemen satın almak mümkün değildi. Ayrıca bu kapsamlı müdahale, sadece enkaz altından insan kurtarmakla sınırlı da değildi. Sağlık, ulaştırma, enerji, haberleşme, iskân, imar gibi bir dizi kamu hizmetinin önceden hazır olmasını ve bunların koordinasyonlu çalışmasını gerektiren bir kamusal organizasyonu yapacak ne bir hazırlık ne bir beceri ve irade vardı. Depremi izleyen günlerde ortadan kaybolan “devlet”, uyduruk liberalizmin karanlık ve belki daha sahici yüzüydü. Fırsatçı bir iktisadî liberalizmle içi kof bir siyasal otoritarizmin yaptığı izdivaçtan doğan ucube, kendini gösteriyordu. Muhafazakâr liberalizm, daha doğru bir tanımlamayla muhafazakâr fırsatçılık dünyasının devleti, 17 Ağustos sabahı yoktu. Bir iki gün sonra, esas olarak el koyma, yasaklama, yalan söyleme ve inisyatif baltalama işlerinde görüldü.

Depremi izleyen günlerde, gelen yardım malzemeleriyle yakından ilgilenmekten başka bir iş yapmayan ve yapamayan polis teşkilatı (çoğu bölgede, yardım malzemesi depolarını polislerden korumak zorunda kalınması, güvenlik gücü kavramının yeniden tarifini gerektiriyordu); afetler konusunda hiçbir hazırlığı olmayan itfaiye; uzun yıllar MİT’in bir yan kuruluşu gibi çalışmaktan dolayı esas işini unutmuş bir Sivil Savunma Teşkilâtı; cumhurbaşkanına yakın bir kliğin başına çöreklendiği, ne hikmetse kadrosunda epey MİT mensubunun yer aldığı rivayet edilen, Kızılay gibi mümtaz bir devlet derneği, kendi içinde haberleşme şebekesi kilitlenen bir devlet örgütü... İşte, Yüce Türk devletinin, tebalarının yardımına koşmak için yaptığı hazırlığın küçük bir dökümü. Afet İşleri Genel Müdürlüğü’nün biçare durumu, işin tuzu biberiydi. Varto depreminden beri evini teslim alamamış hak sahipleri olduğunu böylece öğrendik. Oysa, birkaç Kobra helikopterine ödenen bedelle veya askerî/sivil kamu sosyal tesisine yapılan harcamayla veya Bayındır Holdinge kaymaklı bir iş yaratmak ve İzmir burjuvazisinin senede birkaç kez zahmetsizce ve hız yaparak Çeşme’ye gitmesi için yapılan otoyolun bedeliyle tüm iskân borçları ödenebilirdi. Ama çağ atlayan Türkiye’nin başka acil ihtiyaçları vardı.

Ortaya çıkan ve Silâhlı Kuvvetler tarafından doldurulmayı bekleyen bu idari boşluk, otoriter ve muhafazakâr iş bitirici yönetim anlayışının kara deliğini gözler önüne serdi. Buna paralel olarak, bazı köktendevletçilerin, depremin hemen ardından sıkıyönetim ilân edilmesini talep etmeleri, devletçi geleneğin de içinde bulunduğu aciz durumu ve artık devletçi değil, askerci sıfatıyla tanımlanmaları gereğini gösterdi.

Devletin küçültülmesi gereğinden kamu hizmetinin şahsi kâr amaçlı girişimlere devredilmesini anlayanların hemen pazarlayacakları yeni alanlar nasıl olsa bulunacaktı. Konutların depreme karşı sigortalanmasının her derde devâ olduğunu öğrenmekte gecikmedik. Deprem sigortası, prefabrik konut, yeni iskân alanlarının tespitinde kimin kayırılacağı artık gündemdeydi. Böyle bir afete karşı, çok boyutlu bir kamu hizmetinin istim üzerinde tutulması gereği gündeme gelemezdi. Kendini savunmak amacıyla teşkilatlanmış bir devletin, sus payları ve rantlar dağıtarak, yetmediğinde tehdit ederek elde ettiği meşrûiyetin üretebileceği başka bir cevap, başka bir davranış biçimi yoktu. Olamazdı da. Kamu hizmetlerinin birbirini tamamlayan özellikleri, bir hizmetin iyi verilmesinin diğer hizmetleri de iyileştiren etkisi, global etkinlik kavramları, bu fırsatçı muhafazakârlığa yabancıydı. Topluluğu korumak için önlemler almak; eksik bilginin kaçınılmaz olarak var olacağı alanlarda, zayıf durumda olanların hakkını korumak; uzun vâdeli hedef ve faydaların kısa vâdeli faydalar uğruna feda edilmesini engellemek gibi işlevlere dayanan kamu yönetimi anlayışı gündeme gelmedi.

Deprem öncesinde giderek varlığını hissettiren devlete güvensizlik, deprem sonrasında, devletin müsadere refleksine karşı sesini yükselten bir tepkiyle pekişti. Açıkça ve yüksek sesle dile getirilen bu his, devlet yetkililerinin geleneksel kibirli tavırlarını biraz törpüledi belki. Başbakanın otobüsünden çıkmadan halka seslendiğini, bazı yerlerde milletvekillerinin tebdili kıyafetle depremzedelerin arasında dolaştığını gördük. Derem sonrası, toplumsal ve örgütlü dayanışmanın anlamlı örnekleri sergilendi. Muhafazakâr orta sınıfın alışık olmadığı, ona toplumsal ilişkiler konularında sorular sordurtan bu gelişmenin, önümüzdeki dönemde siyasal-toplumsal sonuçlarını göreceğiz. Bayındırlık, Sağlık, Ulaştırma, İçişleri bakanlıklarının, Kızılay ve belediyelerin yapmaları gereken işleri, acil durum karşısında gönüllü kuruluşların üstlenmesi, Türkiye toplumunun özerk örgütlenme dinamikleri açısından umut verici bir göstergeydi. Çöken millî güvenlik devletinin yerine, bir toplumsal güvenlik ve dayanışma devleti inşâ edebilmenin küçük de olsa anlamlı işaretlerini gördük. Gelgelelim, bu küçük ümit ışığı, sivil toplum kuruluşlarının da mitoslaştırılması, bu kuruluşlara altlarından kalkamayacakları beklentilerin yüklenmesi tehlikesiyle de karşı karşıya. Sivil toplum kuruluşları merkezî ve yerel idarelerin açıklarını kapatmalılar, onların yerini mümkün olduğu kadar almalılar mı, yoksa kendi özerk alanlarında kalıp, bir baskı unsuru olarak mı çalışmalılar? Bu, STÖ’lerin önümüzdeki dönemde tartışmaları elzem olan bir sorudur.