1970’lerde John Berger ilk olarak Türkiye’ye, İstanbul’a gelmişti. O zaman tanışmıştık. Bir hafta kadar bizim evde kaldı – toplam iki hafta.
Bu süre içinde dostları onu İstanbul’da çeşitli alanlarda kendini kanıtlamış aydınlarla, Yaşar Kemal’le, Ruhi Su’yla, Oğuz Aral’la v.b. tanıştırıyorlardı. Can Yücel’le de tanışmıştı. Daha sonra da, bu sefer bir akşam vakti Balıkpazarı’nda bir meyhanede karşılaşmışlar. Bu ikinci seferinde Can epey içkiliymiş; John’la sürekli Türkçe konuşmuş.
“Böylece, herhangi bir iletişim olamamıştır,” diyebilirsiniz. Haklısınız, ama bir yere kadar. Bu iki insanın özellikleri dolayısıyla bir yere kadar: Can, kendi icat ettiği özel bir dille de konuşsa bir şeyleri iletebilecek bir insandı, John ise kelimeler dışında, “vücut dili”nden inanılmaz anlamlar yakalayabilen bir insandır.
Nitekim, genellikle akşamları eve dönüyor, tanıştığı insanlar hakkında edindiği izlenimleri bana anlatıyor ve fikrimi soruyordu. Onlardan bazılarıyla da çevirmen aracılığıyla ve özgül konularda konuşmuş oluyordu, ama kişilikleri hakkında vardığı yargılar şaşırtıcı derecede doğruydu. Zengin yeteneklerinden biri, insanı anlama konusundaki olağanüstü alımlamasıydı.
O sıralar Can’ın en taze kitaplarından biri Bir Siyasinin Şiirleri’ydi. Buradan bazı şiirleri ona çevirmeye çalıştık, kelime oyunlarını, çağrışım yumaklarını vb. uzun uzun anlatarak. John bunları ilgiyle dinliyordu, ama yüzünde değişik bir ifade, şaşkınlığa benzer bir şey vardı.
Bir süre sonra bizi susturdu ve sordu: “Bu Can, kendini sansür eden biri midir?”
Şaşırma sırası bize geldi. Can Yücel’i tanıyan kimsenin aklından böyle bir soru geçmemiştir: Can Yücel ve kendini sansür!
“Ne demek istiyorsun?” dedik. İnsanlar üstüne teşhisler, oldukça şekilsiz ve kaygan nesneler, çoğu zaman uçucu izlenimlerdir. John da çok net cevap veremedi ama mealen şöyle bir şey söyledi: “Kendisini tanıyınca, uçsuz bucaksız bir yaşantı haznesine sahip olduğunu düşünüyorsun. Ama bu şiirler, son analizde, solcu bir insanın politik bakımdan ‘correct’ duygu ve düşüncelerini veriyor. Burada bir uyumsuzluk var gibi geldi.”
Daha sonra John’ın bu sözleri üstüne düşündükçe hak verdim. Ama bu noktada kısa bir parantez açmak gerekiyor. Bir Siyasinin Şiirleri adı üstünde, siyasî bir deneyimler dizisini aktarır. Bu bakımdan, çok geniş bir yaşantı yelpazesini kapsaması beklenmez. Ayrıca Can Yücel, başka birçok şiirinde ve kitabında, çok daha başka yaşantılara açılmıştır.
Gelgelelim, zihnimde John Berger’in uyarısıyla, düşündüğümde, gene de, her yaşantısını şiirine yedirmediği sonucuna varıyorum. Bunu başka bir şair için pek düşünmezdim. Ama Can Yücel çok özel bir insandı; onun durumunda bunun hesaba katılması gerekiyor.
“Özel bir insandı” derken ne demek istediğimi biraz daha açmaya çalışayım.
Bunun için ilkin, ölümünden sonra iyice ön plana çıkan genelgeçer “Can Yücel imgesi” ile bir miktar boğuşmam gerek: çok içen, çok güzel küfür eden, kimseden sözünü sakınmayan, sapına kadar komünist şair.
Evet, Can Yücel bu özelliklere sahipti. Ama başka özelliklere de sahipti ve o başka özelliklerinin yanında, bu sayılanlar, bir hayli ikincil kalır. “Asıl Can Yücel” diye bir şeyden söz etmek mümkünse ya da gerekiyorsa, bunlar onun vazgeçilmez ögeleri değildir. Bunlar, olsa olsa, o çok daha önemli özelliklerinin bazı sonuçlarıdır.
Sanırım bütün bunların gelip dayandığı yer, Can Yücel’in hayatla kurduğu ilişkinin niteliğindedir. Bu ilişki “hayatı bütünüyle kucaklama çabası” diye özetlenebilir. Ve zaten böyle özetlendiğinde, içerdiği imkânsızlık ve taşıması gereken çelişkiler de ortaya çıkar. Çünkü hayat bitimsiz, insan bitimlidir. Bunu, kuru mantık düzeyinde, elbette Can Yücel de biliyordu. Ama bilmesi, hayata karşı sonsuz iştah duymasına engel değildi. Onun bütün duyguları duyması, bütün düşünceleri düşünmesi, herkes olması, dünyayı bilmesi ve anlaması, aynı zamanda dünyayı değiştirmesi gerekiyordu. Bir çeşit Faust diyebilirsiniz... Ama Faust’un büyük, insanüstü tutkusu “bilgi” ile sınırlıydı; Can Yücel’in böyle bir sınırı da olmadı.
Belki Dostoyevski kahramanlarına bir gönderme yapılabilir. Onlar gibi uçlar arasında gidip geldi. Bu, Can Yücel’in normal “oluş” durumuydu. İnsanın içinin hiç durmaması, durulmaması şüphesiz çok yorucu bir şeydir; o da yoruldu, ama bir anlamda da, yorulmaktan yorulmadı. Sanırım en tahammül edemediği şey “mediocrité” idi. Sorulacak bir soru varken sormamak, yaşanacak bir duygu varken yaşamamak, bunlardan “kendini yormamak için” kaçınmak, hiç bağışlayamayacağı şeydi. Gerçi o da Marx gibi insanda olan hiçbir şeye yabancı olmadığını söylüyordu, ama filistenliğe yabancı, ayrıca, düşmandı.
Bütün bu nedenlerle, “Can iyiydi” gibi bir söz söylenemez. Evet, iyiydi, ama zamanında kötüydü de. Bir insanın karşısında yerlerde sürünüp yalvarabilir, ama on dakika sonra ayağının altına alıp özellikle canını acıtmaya çalışabilirdi. İyiliğinde, kötülüğünde, sevgisinde, nefretinde sıradan insanları aşan bir nitelik vardı. Neredeyse bir tür doğa gücü gibi, bu çeşit ahlâkî nitelemelere sığmayacak bir yaratık. Ama bunu der demez, bu da yetersiz veya yanıltıcı oluyor. Çünkü “doğa gücü” insandışı ve insanüstü, soğuk bir şeydir. Oysa Can, her zaman sonuna kadar insandı, sıcaktı. İyi ya da kötü, gaddar ya da müşfik, içindeki yoğunluğu o andaki ilişkisine boca etmesiydi sorun; o yoğunluk, o ilişkinin şöyle ya da böyle, ama sahici olması içindi. Belki son analizde, bu dünyada yaşayan biz insanların, bedenlerimizi saran tenlerimizle, birbirinden ayrı kalmak zorunda oluşumuza, yekvücut hale gelemeyişimize isyan ediyordu.
Bir anıya geçerek, anlatmaya çalıştığım bu karmaşaya bir örnek verebilirim belki. Vaktiyle Divanyolu’nda Çamlık diye bir lokanta vardı. Cadde üstünde bir binaya girer, arkasındaki bahçeye geçer, ağaç altında bir masaya otururdunuz. Altmışların ortalarında bir öğle vakti Can’la orada karşılaştık, içip konuşmaya başladık. Bu durumlarda karşısındakini korkutmamak için bir yöntem geliştirmişti; şişe bittikçe garsona “bir yarım şişe” ısmarlardı. Böylece, “iyi, fazla uzamayacak,” derdiniz, ama yarım şişelerin sonu gelmezdi. Biz sohbeti epey koyultmuştuk ki, TİP’in genç militanlarından biri belirdi, o da masaya dahil oldu. “Felsefî” mi dersiniz, “entellektüel” mi, görece soyut bir düzeyde daldan dala atlıyorduk ve Can’ın ağzından çıkan sözlerin genç militanı bir hayli şaşırttığının farkına varıyordum. Ne olsa, “kitabî” bir sosyalizm öğrenmişti ve bu teoriyi henüz bir “yaşantı”ya dönüştürmemişti. Durumu yadırgıyordu.
“İşkence” konusuna girdik. Bir süre sonra Can, kendisi bu felâkete uğrarsa dayanamayacağı, çözüleceğini tahmin ettiğini anlatmaya başladı. Gözleri dolarak, “Çünkü ben vücudumu çok seviyorum,” dediğini hatırlıyorum. O gün öyle rastgelmişti; bir başka sefer, işkenceye dayanmak için neler yapmak gerektiği üzerinde kurgular geliştirebilirdi. Ama şu sırada, işkencede çözülen dürüst bir devrimcinin yaşantısını ve ruh halini keşfetmeye çalışıyor, kendini onun yerine koyuyor, bütün maddi ve manevi azabı yaşıyordu. Bunlara hiç hazır olmayan genç militan ise afallamıştı. Çünkü ona göre devrimci işkencede konuşmazdı, nokta. Bana eğilip fısıltıyla “Yahu, bu ne biçim adammış böyle,” demeye başladı. Ona göre ileri gelen bir komünist olan Can Yücel böyle şeyler söylememeliydi.
Akşamı bulduk, Can’dan kaçış yok, oradan Pasaj’a gittik. Can o korkunç yaşantıyı savmış, daha sıradan konulara geçmişti, ama bu zamana kadar bizim genç militan rakı yolunda epey ileri gitmişti. Olmak isteyip olamadığı şeyleri anlatarak yüksek sesle ağlamaya başladı. Onu avutmak da Can’a düştü.
Bu anıyla, söylemeye çalıştığım şeyi biraz açabildim mi? İnanılmaz, yorulmaz bir yaşantı açlığı kendini insanın başına gelebilecek her durumda tahayyül etmek ve o durumu yaşamak. Nihil humanum est me pute aliene.
Ama buradan “sansür” konusuna da gelebiliriz. Can o gün işkencede çözülmüş bir devrimcinin ruh halini keşfe çıktı, ama bununla ilgili şiir yazmadı. Tabiî bunu temsilî bir örnek olarak söylüyorum: kendi hayatında, hayal gücünde yaşamaktan korkmadığı daha binlerce şeyi edebiyatına almadı. Çünkü aynı zamanda bilinçli ve kararlı bir komünist’ti (buna da ayrıca girmek gerek).
“İçki” konusuna da gelebiliriz. Pek çok tanıdığı Can Yücel’i “dışarıda” görmüştür. Dolayısıyla, şaşmaz bir şekilde, içki içerken görmüştür. Ama ben bu içkinin bir “sonuç” olduğunda ısrar ediyorum. Duyuları her an alesta, zihni her an ustura gibi keskin, hayatı, arasına hiçbir koruyucu zar, tampon, kalkan koymadan yaşamaya kararlı bu adam (belki “kararlı” da değil, “mahkûm”) bir panzehire başvurmadan var olmayı nasıl sürdürebilirdi?
İçki pek çok sanatçının hayatında önemli bir işleve sahiptir. “Hayatı başka türlü de görebilmek”te yardımcı olur vb. Bunlar Can için de geçerliydi. Deminki anekdotta olduğu farklı ve sanal dünyalara geçişini kolaylaştırıyordu. Bu işleviyle o “tetikte” duruşun bir parçasıydı. Ama aynı zamanda gevşetiyor ve rahatlatıyordu. İçki, zihnindeki sonu gelmez ve ucunda ne olduğu bilinmeyen yaşantı merdivenini tırmanırken tutunduğu trabzandı.
Aramızda yakın bir ilişki olduğu için Can Yücel’in “içkisiz” halini de iyi bilirim. Aslında, “tercih ederdim” de diyebilirim. Yazık ki, çoğu dostu içkili sohbetten zevk aldığı için, Can’ın içmemeye çalıştığı zamanlarında da onu neredeyse provoke ederek kararını bozdurdular.
Bu zamanlarında aydınlık zekâsı inanılmaz bir pırıltıyla kendini gösterirdi. Bence asıl Can Yücel formasyonu da buradaydı: çok iyi “forme” olmuş, disiplinli bir zihin. Çok iyi çalışan bir kafa ve o kafanın üstünde çalışacağı geniş ve sağlam bir bilgi birikimi.
Hani derler ki, Picasso deyince aklımıza o olağandışı resimler gelir, ama onları yapana kadar Picasso dünya kadar göreneksel desen çizmiştir. Can’ın o bilgi birikimi ve disiplinli mantığı olmasaydı, yaşantılar cangılında yolalması da çok daha zor olurdu.
Yığınla örnek arasında, bir sabah, dil ve dilbilim üstüne konuştuğumuzu hatırlıyorum. Dilbilim, meslekî kariyerim gereği ilgilendiğim, izlediğim bir alan. Can da mutlaka bu konuda bir şeyler okumuştu, ama benim gibi izlemesi gerekmemişti. Ama sırf mantığını işleterek birçok belli başlı dilbilimcinin uzun çalışmalardan sonra vardığı sonuçları, “bu böyle olmalı, şu şöyle olmalı” diyerek, o anda zihninde kurmasını nasıl zevk ve şaşkınlıkla seyrettiğimi hep hatırlarım. Hayranlık verici bir “vuzuh” vardı zihninde. Geri kalan, toplumun tanıdığı bütün benzersiz canyücelliklerin altında bu olağanüstü vuzuh yeter – vuzuh ve sağlam değerler.