Önce dipnot:
Mustafa Nihat Özön’ün Türkçe - Osmanlıca Sözlük’ünden:
Kahhar: Ziyadesiyle kahredici, yok eden.
Kerim: Kerem sahibi, cömert, esirgeyen, lütuf sahibi.
Türkiye’de Marksist solun, parlamenter demokrasiden beklentilerini terkettiği yıllarda, 1960’ların sonuna doğru, Türkiye tahlilleri gündemde ağırlık taşıyordu. “Demokratik devrim - sosyalist devrim” çatalına (kördöğüşüne?) saplanıp kalmadan, konuyu ve soruyu derinleştirmeye çalışanlar, Türkiye’nin toplumsal yapısına ilişkin araştırma ve tahlillerinde, ister istemez devlet kavramını irdelemeye, Türkiye’deki devlet geleneğinin özelliklerini sorgulamaya başladı.
Ayrışmalar da başladı.
TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar “ceberrut devlet” vurgusunu öne çıkarırken, Kemal Tahir çevresinde halkalanan bir grup sol aydın da “kerim devlet” kavramına sarıldılar. Aybar tezini, Marx’ın klasik metinlerinde ve Leninci katkılardan arıtarak temellendirmeye çalışırken; Kemal Tahir, Sencer Divitçioğlu, İsmet Sungurbey, İdris Küçükömer çevresi, Marx’ın görece gölgede kalmış metinlerine dalıp, görüşlerine “Asya tipi üretim tarzı”nın satırları arasında dayanak aradılar.
Bu canlı ve -haydi yiğidin hakkını yiğide verelim- düzeyli tartışmanın önü, TİP çevresinde “kitle partisinden kadro partisine, çelik çekirdekli Leninci partiye geçiş”, Mihri Belli çevresinde halkalanmış, öğrenci ağırlıklı kesimde ise “Kır gerillası-kent gerillası” ya da “Proletaryanın özörgütünü yaratmanın objektif ve sübjektif koşulları” ya da “ulusal burjuvaziyi safımıza mı çekeceğiz, nötralize mi edeceğiz” tartışma ve çekişmeleri ile kesildi. Israr edenler “entellektüel gevezeler” olarak nitelendi, etkisizleştirildi.
Ondan sonra da devlet kavramı ve Anadolu’daki devlet geleneği üstüne, “Devlet hâkim sınıfların baskı aracı, ordu da zor kullanım aracıdır” reçetesinin sığlığını aşan yaygın bir tartışma düzlemine tanık olunmadı. Bu çetrefil konu dar aydın gruplarının ilgi alanına hapsoldu.
1990’lı yıllara gelindiğinde ise devlet terimi yerini neredeyse “Te-Ce Devleti”ne bıraktı. Üstelik Kürt sorunu eksenindeki ayrışmaya, “ulus-devlet - globalizm” ayrışması da eklenince yaygın (ya da kitlesel) düzlemde, tartışma çığırından çıktı ciddiyetini yitirip, futbol tribünleri arası çekişmenin sınırlarına yaklaştı. (Galiba) Ahmet İnsel’in dilimize taşıdığı “derin devlet” kavramı da bu düzey(sizlik)den nasibini aldı, içi neredeyse boşalmış bir kavram olarak günlük gazete sütunlarına düşüp, siyasal kimlik ifade aracına dönüştü...
Depreme kadar...
Abartılı gelebilir. Deprem’i bir “milat” olarak niteleyenlerin ölçüyü kaçırdığı söylenebilir.
Ama deprem’in devlet kavramı üstüne düşünmekte, devletin işlevini ve yaşanan gerçekliği karşılaştıran sorgulamalarda çok keskin bir dönemeç yaşandığı galiba yanlış değil.
Burada aydınlar arası bir tartışmadan değil, düne kadar devlet kavramı üstünde doğru dürüst düşünmemiş ya da örneğin Te-Ce Devleti diyenlerin karşısında saf tutup, “ne olursa olsun” devlet savunuculuğuna soyunmuş ya da devletin “kerim” (koruyan esirgeyen) yanına umut bağlayan ya da devletin “kahhar” (kahredici, yokedici) yanını bilincine kazıyıp istemeye istemeye de olsa boyun eğenlerde ya da devleti sorgulamayı, yargılamayı, hele hele suçlamayı bugüne dek aklına bile getirmemişlerde gözlenen bir bilinç değişiminden söz ediyoruz. Bir başka deyimle depremden sonra devlet ile kitleler arasındaki “sismik ilişki”ye dikkat çekmek istiyoruz.
Bu satırlar yazılırken (evet tam da yazılırken) TV ekranlarından da Adapazarı’nda haftalardır çadır dilenmiş ve alamamış halkın, “Vatandaş ayakta, vali yatakta... Vali istifa... Vatandaş burada, devlet nerede?.. Kızılayın çadırı, devletin ayıbı...” sloganları eşliğinde yürüyüş görüntüleri akıyordu.
Adapazarı yakın geçmişte de protesto yürüyüşlerine tanık olmuştu. Sekiz yıllık kesintisiz eğitimin kabulünden sonra imam hatip liselerinin orta bölümlerinin kapatılması (yani kaynağın ciddi bir kuraklıkla karşılaşması) sırasında da polisle çatışmaya kadar varan eylemler oldu. Ama Refah Partisi kadrolarının örgütlediği ve yönettiği o mitinglerin “bindirilmiş kıtalara” dayanan yığınsallığı ve kolayca sezilen yapay militanlığı ile depremzedelerin birden patlayıveren protestosunun doğallığı gözden kaçırılmamalı.
Adapazarı caddelerinden akıp valilik binasının önünde toplananlar, günlerdir çadır bekliyorlar, üstelik onur kırıcı davranışlarla karşılaşıyor ama gene de bekliyorlardı. Protesto gösterisi bardağın taşmasından ibaretti.
17 Ağustos sabaha karşı ölümcül bir korkuyla yataklarından fırlamışlar, nasılsa canlarını kurtarmışlar, görmeden hattâ yaşamadan kavranması güç bir karabasan yaşamışlardı. Evleri yıkılmış, çoğu ailesinden birkaçını yitirmiş ve koskoca Adapazarı ovasında evsiz, damsız, parasız, işsiz, işliksiz, sermayesiz, aç ve susuz kalakalmışlardı.
Kerim devleti beklemek, kerim devlete sığınmak alışkanlıkları, gelenekleriydi. Bu kadar sert ve acımasız koşullarda devletin gelmediğini, gelemediğini gördüler. Ne hükümet, ne valilik, ne belediye, ne ordu. Bu kurumların tümü de onlar için “devlet”ti.
Devlet ondan sonraki günlerde de gelmedi. Sadece yağmayı önlemek için İzmit, Bosna, Ankara, Çark ve Sakarya caddelerine ve bu caddelere açılan sokaklara askerler yerleştirildi. Bu cadde ve sokaklarda kentin varlıklı kesiminin konutları ve kentin büyük alışveriş merkezleri bulunuyordu.
Bir yerlerden bulabildikleri battaniye, çarşaf ve plastik sera örtülerinden derme çatma çadırlar kurdular ve çok yıllık alışkanlıklarıyla devleti beklediler.
Gelmedi. Buna karşılık uzun saçlı, kulağı küpeli, sakallı delikanlılar, “body” giymiş, ayağına blucin çekmiş genç kızlar geldi. Koşullar yadırgamaya, yabancı sayıp reddetmeye olanak vermiyordu. Üstelik ardı arkası kesilmeden minibüslerle, arabalarla, kamyonetlerle kente akan “yabancılar” ekmek, ilaç, çocuk maması, battaniye, süt ve o koşullarda hepsinden büyük değer taşıyan “dayanışma duygusu”ydu.
Daha da yabancılar, Belediye Başkanını Refah’tan seçmiş Adapazarlılar için “üstelik gavur” yabancılar geldiğinde, yıkıntılar arasına dalıp, kalın beton kolonların altından “Türkten başka dostu olmayan Türkleri” çıkarmaya başladığında, devlet, Adapazarı’nda hâlâ havada uçup duran helikopterlerden ve valilik binası önünde çaresizce, şaşkınca ve hiçbir sorunu çözemeksizin koşuşturan (hattâ onu bile yapmayan) belediye ve valilik görevlilerinden ibaretti.
Medya ordusu kente aktığında, Adapazarlılar izleyemedikleri televizyonlara, okuyamadıkları gazetelere, duyamadıkları radyolara düşündüklerini, çoğu kez kendilerinden beklenmeyecek durulukta anlattılar. Birkaç örnek:
• Hükümet bizi yalnız bıraktı. Yalnızız kimsemiz yok. Devlet desen hiç yok... (ATV - 20 Ağustos)
• Memleketin öksüzü biz olduk. Devletimiz de üvey babamız oldu... (Kanal 7 - 20 Ağustos)
• Vali devletse, devlet n’apıyor ? Yok değilse bu vali niye burada? (Cumhuriyet - 21 Ağustos)
• Bir ekmeğe muhtaç ettiyse n’apayım ben bu devleti ? (Kanal 6 - 27 Ağustos)
• Aşağıdan zulmediyor, (helikopteri göstererek) yukarıdan seyrediyor... (ATV - 27 Ağustos)
• (Sağanak yağmur sonrasında çadırkentte) Halimizi bana ne soruyon? Git bize burayı layık gören Ankara’ya sor ! (Radikal - 29 Ağustos)
• (Adapazarı’nda çadır yürüyüşü sırasında) Devlet devletse eğer, bu devlet istifa etsin ! (Kanal D - 16 Eylül)
Bütün bu alıntılar kestirmeden “sokaktaki adam, sıradan yurttaş” diye nitelenen Adapazarlılar’dan derlendi. Eğitim düzeyleri bir devlet eleştirisi geliştirecek düzeyde değildi, sivil toplum terimini çok büyük olasılıkla hiç duymamışlardı, başları sıkıştığında “devlet baba”dan yardım istemek göreneklerinde vardı ve “Allah devlete zeval vermesin” deyimi dillerindeydi.
Yukarıda aktardığımız örnekleri, devlete ilişkin olarak şiddetli sarsıntıya uğramış yargıları Gölcük-Değirmendere-Yalova şeridine yayabiliriz. Titiz bir gazete taraması bunu kanıtlarıyla sergileyecektir. Ayrıca bölgede uzun süre kalan gazetecilerin ekran ve sayfalara yansımamış tanıklıkları çok daha şiddetli yargılar içeriyor.
Üstelik bu güvensizlik ve henüz duygusal düzlemde biriken, bilinçlere kazınmamış devlet sorgulaması kitle iletişim araçlarıyla bütün ülkeye taşındı. Hükümetin şimdilik “nakıs teşebbüs” aşamasında kalan Af Yasası girişiminin, çete reislerine “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye böğürenler, en azından bu böğürtülere duyarsız kalan kitlelerce de tepkiye karşılanmasının psikolojik itici gücü, deprem sonrasında şiddetli erozyona uğramış devlet-yurttaş ilişkilerinde aransa yeridir.
Yazının başında devlet kavramının, aydınlar arasında didiklenen bir sorun olduğu sergilenmeye çalışıldı. Ama deprem koşullarında sıradan yurttaşların devlete ilişkin şiddetli sarsıntıya marûz kalmış yargıları örneklenip sergilenmeye çalışıldı.
Aydınlar arasında tartışmanın eskiye göre daha zengin ve yaşamdan seçilmiş kanıtlarla desteklenen bir derinlikle tartışılacağını çıkarsamak yanlış olmasa gerek. Örneğin “kerim ve kahhar devlet” nitelemesinin içinin (eğer bir zamanlar doluysa) şimdi bir hayli boşaldığı daha kolay gözlenecektir. Devletin yurttaşlarını koruyup esirgemekte (kerim) alabildiğine hantal, gönülsüz ve başarısız kaldığı, buna karşılık kahretme yeteneği ve geleneğini yitirmediğini söylemek, şimdi daha kanıtlı, daha ete kemiğe büründü.
Adapazarındaki çadır yürüyüşü sırasında, yürüyüş kolunu saran ve daha sonra dağılmalarını tatlı-sert sağlayan çevik kuvvet birliklerine bakan bir Adapazarlı, “Bunlar deprem sabahı burada olsalardı, bu kadar da gayretli olsalardı, enkazın altından çok canlı çıkarılırdı” dedi. Bir üst paragraftaki yargıyı destekleyecek daha özlü bir tanıt bulmak zor.
Adam haklıydı. Depremi izleyen günlerde trafiği düzenlemek için bile ortalıkta polis görmek mümkün değildi. Enkaza ilk el atanlar ve bunu günlerce sürdürenler Adapazarlılar ve Adapazarı’na akmış yerli ve yabancı “yabancı”lardı.
“Otoriter” sıfatı salt devlet için kullanılmıyor. Örneğin “otoriter baba” nitelemesi de yaygındır. Ama eve ekmek getiremeyen, kirayı ödeyemeyip ev sahibince azarlanan, defter-kitap alamadığı çocuğuna “Oyunu bırak da dersini çalış” diye şaplak atmaya kalkışan babanın, otoriter olabilme, aile üstünde otorite kurabilme şansı sıfıra yakındır.
Deprem sonrasında -nelerden sonra- kendini az buçuk toparlayan devletin ilk icraatı, “otoriter devlet” gelenek ve özlemlerine uygun oldu. Yardımların doğrudan depremzedeye dağıtılmasını yasaklamaya, tümünün kendi elinde toplanmasını buyurmaya kalktı. Dinleyen olmadı. Yasak bütün deprem şeridinde delik deşik edildi, ediliyor.
Yurtdışından gelen yardımları gümrük duvarlarıyla, bürokratik engellerle kendi elinde toplamaya kalktı. Olmadı. Yardımlarını sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ve depremzedeye dolaysız iletilme koşuluna bağlayan yabancı kurumlar (bizim saptayabildiklerimizden: Alman Sendikalar Birliği DGB, Katolik Kilisesi Batı Avrupa İnsani Yardım Seksiyonu, Protestan Kilisesi Yabancılar Avrupa Üstkomisyonu, Amerikan Umut Kilisesi, İskandinav İnsanî Yardım Örgütleri Türkiye Geçici Komitesi) frene bastılar ve özel ilişkilerini kullanarak yasağı delmenin yollarını aradılar. Bulanlar çok oldu, oluyor.
Otoriterlik geleneğini sürdürmek isteyen devletin deprem şeridindeki “hezimetini” ve şiddetli otorite kaybını sergileyen örnekler şaşılacak ölçüde çok. Bu yazının sınırlarını defalarca aşıyor. Zaten bu yazı da bu anlamda bir gazetecilik ürünü sunmak değil, “kerim ve kahhar devlet”in deprem sınavında nasıl çaktığını sergilemek amacıyla yazıldı. Tanıt ve kanıtlarını bilerek somut olgulara dayandırdı ve sıradan yurttaşın deprem deneyim ve çıkarımlarından seçmeye çalıştı.
Türkiye’de devlet-yurttaş ilişkilerinden bakıldığında 17 Ağustos’un bir milat olduğunu savunanlar belki abartıyorlar; ama sert bir dönemeç yaşadığını kabul etmemiz gerekiyor. Dileyenler “bir eşik aşıldı” da diyebilir...