Felâket zamanları, üzüntü ve telâş ile, yaşanana belirli bir mesafeden bakma gerekliliği arasındaki dengeyi tutturmanın zor olduğu zamanlar. Elbette her türlü insanî hassasiyetten arınmış bir düşünce peşinde değiliz - düşüncenin belâgatli hissiyat ifadeleriyle boğulmasını istemediğimiz gibi. Fakat fikriyatla hissiyat arasında ‘sağlıklı’ bir alışveriş için belirli bir mesafe lâzımdır ve bu mesafeyi ayarlamakta oldum olası pek mâhir değiliz. (“Biz” derken, öncelikle Türkiye’nin sol düşünce ortamını kastediyorum. Fakat ‘olduğu kadarıyla’ Türkiye’nin bütün kamusal zeminleri hakkında da söylemek mümkündür bunu.) Yapma/eylemek ile yapılan/eylem üzerine düşünme arasındaki ilişki bakımından da ‘altın oranları’ bulabilmekten uzağız. Bu zihin ve ruh karışıklığının ya da denecekse dengesizliğin büyüdüğü bir anla ve durumla ilgili aşağıda yapılacak tartışmanın kendisinin de aynı zaafları taşıdığını hatırlatarak başlayalım...
FELAKET VE MİLAT
Büyük depremin yarattığı felâketin, bu memlekette çoktan yitirdiğimize inandığımız -başka pek az konuda nasip olan bir toplumsal mutabakat derecesinde inandığımız- toplumsal ve insanî dayanışma ‘kuvve’sini canlandırdığını gördük. Başka beşerî facialar karşısında kılını kıpırdatmayan insanların yardım için koşuşturduğunu, kimbilir kaç kişinin birilerinin canını kurtarmak için -bazan kendini tehlikeye atarak- çabaladığını gördük. Müslümanların atkuyruğu saçlı, küpeli delikanlılara minnet ettiğini işittik. İnsanlık nâmına çığır açıcı olan da buydu: insanlar, hiç tanımadıkları, normal zamanda ‘kendilerinden’ saymadıkları birileri için seferber oldular, ‘aslında’ yardım ummadıkları birilerinden yardım gördüler, kendilerini yıkıntıyı kaldırmaktan ve birbirlerinden sorumlu addettiler. Toplum, bir insan topluluğunun kendini ‘beraber’ tahayyül etmesi ise eğer, toplumun bir doğum anına tanık olduk. Kamu, beşerî ortak işleri görmeye dönük bir ortak irade oluşumu ise, kamusallığın bir doğum anına tanık olduk. Fakat bunların ‘bir an’ olduğunu unutmayalım: ‘toplumsal’ın, ‘kamu’nun kuruluşu ‘bir an’lık iş değildir; böyle başka anlara ve o anlara dair bilinçli tecrübelere ihtiyacımız var.
Üstelik, ‘toplumca gönendiğimiz’ ve özellikle de herhangi bir kamusal irade oluşumuna “devlet ve millet” adına elkoyanlar tarafından güzellenirken camekân bibloları kadar cansızlaştırılan bu anları gölgeleyen başka anlar da yaşandığını gözden kaçıramayız. Deprem, Türkiye’de “toplumun çözülüşü”ne dair çarpıcı manzaralar da koydu önümüze. Her diğerkâmlık, fedakârlık hikâyesine karşı anlatılabilecek bir hudutsuz bencillik, bir tiksindirici fırsatçılık hikâyesi yok mu? Yaşadığı felâketten şuuru kararan insanların -kısmen ya da bazısı- anlaşılabilir fevrî hareketlerinden daha çarpıcı bir ayrışmanın, atomlaşmanın işaretlerini, depreme eklenen toplumsal-politik facianın sorumluluğunu ya da facia sonrası yardım ve dayanışma hizmetlerinin şerefini üstlenmeye dönük çekişmelerde görmüyor muyuz? Yaptığı yardımı, yardım yapıyor oluşunu ilân ve teşhir etmeye ayrılan enerji, piyasa ve gösteri toplumu itikatlarının gücünü kanıtladığı gibi, o gücün ayrıştırıcı, atomlaştırıcı tesirini de göstermiyor mu?
Çubuğu bu veya beri yandaki tecrübelerden yana bükerek toplumsalın dirilişine ya da tersine toplumun çözülüşüne hükmetmek, sadece yaşananlara bakarak yapılabilecek nesnel bir tercih değil. Ortada bu iki yön arasında bir gerilim var, bu gerilimle yüklü anlar yaşadık ve yaşıyoruz. Kutlanan toplumsallık/kamusallık anlarının, piyasa ve gösteri toplumunun kendini takdis anları olduğu izlenimine, hiç de sinizme düşmeden, kapılmak mümkün. Buna mukabil, felâketin, hiç değilse bazı insanlarda -birçok insanda-, devlete ve müesses nizama karşı bir negatif seziş, başka türlü bir müşterek irade yönünde bir pozitif seziş uyandırdığını da, hiç gözboyayıcılığa düşmeden, söyleyebiliriz. Bir toplumsal bilinemezlik faktörü ya da kanıtı olarak sabitlemeyeceksek, bu ikiyanlılığı, muğlâklığı hiç akıldan çıkarmamak ve onunla ne yapacağımızı düşünmek zorundayız.
Susurluk’tan sonra güdülen Mehdîci milâtçılıkta (“Türkiye artık eskisi gibi olmayacak”), toplumsal bilinçlenmeyi (“ayılmayı”) bir doğa olayı gibi tasarlamaya yatkın bir yan vardı. Basbayağı bir doğa olayı olan depremin, politik meseleleri teknikleştiren bir siyaset kültüründe teknik meselelerin dosdoğru politikleştirilmesine yol açan bir sarsıntı yaratması, bu beklentiyi elbette güçlendirdi. Oysa insanlar bu sarsıcı olaylara verili bilinç -ve bilinçdışı- halleriyle ‘yakalanıyorlar’, üstelik kamuoyu oluşturucu aygıtlar o zihin ve ruh halini yeniden üretmek üzere kendini geliştirerek çalışmaya devam ediyor; dolayısıyla doğal bir tepkiye yol açacağını varsaydığımız tecrübelerin massedildiğini, soğurulduğunu görüyoruz. İlâveten, insanların bilinç ve eylemlilik hallerini dönüştürmede, negatif tecrübeler (marûz kalınanlar, mağduriyetler) değil, pozitif tecrübeler, yani yapıp etmeyle, eylemeyle ilgili tecrübeler belirleyicidir - negatif tecrübelerin ancak pozitif tecrübelerin müşevviki ya da vesilesi olmaları itibarıyla dönüştürücü bir etkisi olabilir. Mağduriyetlerin, onarıcı, telâfi edici bir tecrübeyle bütünlenmediğinde, olsa olsa (iyi ihtimalle mi demeli?!) apatiye, kayıtsızlığa yol açması beklenebilir. Bir ‘kurucu eylem’in yokluğunda, en müthiş öfkeler bile ‘prefabrik’ olacaktır.
SİVİL TOPLUM VE KAMUSAL İRADE
Facia durumundan kendine vazife çıkarmakta gayet gevşek davranan, sorumlu bulunduğu sistemli ve örgütlü ihmalden doğan ağır kusurunu üstüne almayan ve halkın öfkesine onu azarlayarak cevap veren devlete alternatif bir geçici -yine prefabrik- bir kamu mercii rolünü üstlenmeye soyunan sivil girişimler, sözünü ettiğimiz muğlâklığı, ikiyanlılığı bir kurucu iradeye tahvil etmede âmil olabilirler mi? Deprem sonrası yardımı örgütleyen ve özellikle kendiliğinden, dağınık yardım çabalarını koordine etmeye talip olan sivil girişimler, bu umudu doğurdular. Zira tam da o yapıcı/pozitif emeği ve kurucu iradeyi ortaya koyduklarını; kamusal ihtiyacı tespit etmeye ve örgütlemeye, neredeyse bir ‘gölge-devlet’ oluşturmaya yöneldiklerini gördük. Devletçe gaspedilmiş kamunun ‘sahih’ haliyle yüzümüze ışıdığı anlardı bunlar.
Ancak bu sivil girişimlerin biriktirdiği tecrübe ve bilinçten gerçekten devrimci (rejimde değilse de ‘bari’ politik kültürde) bir sonuç doğacaksa, bunun önşartının, “devlet” ile “sivil toplum”u kutuplaştıran ve sivil toplumu bizatihî bir değer olarak yücelten harcıâlem liberal anlayıştan sıyrılmak olduğunu düşünüyorum. Sivil toplumu, bütüncül ve yekpâre bir özne değil, toplumsal ve politik bir kerte olarak düşünmek gerekir; sivil toplum’un yapıp ettiklerindense, sivil toplumda yapıp edilenlerden bahsetmek yerinde olur. Sivil toplumla, devlet veya politik toplum arasında da kutupsallıktan ziyade, geçişlilikler ve egemen blokla düzen karşıtı muhalefet arasında her iki kerteyi yatay kesen bağlantılar vardır. ‘Klasik’ şemayı, devletle politik toplumu ayırdederek geliştirebiliriz: devlet ile sivil toplum arasında politik toplum ya da politika düzlemi, aracılık işlevi görür.[1] Yine geçişlilikleri ve bağlantıları ihmal etmemek kaydıyla, kabaca, devleti modern hükümet aygıtı (şiddet tekeli + sosyal hizmet servisleri), politik toplumu kamusal olanın (toplumun müşterek işlerinin ve müşterek ‘iyi’nin) belirlendiği bir müzakere ve mücadele alanı, sivil toplumu devletten özerk ve politika dışı beşerî faaliyetler alanı olarak tanımlayabiliriz. Özgürlükçü, demokratik bir politik açılım için, bu kerteler veya düzlemler arasındaki mesafelerin ve ilişkilerin ayarı hayatî önemdedir. Bugünkü geç-kapitalist dünyada özgürlükçü ve demokratik açılımların önünü kesen mesafe ve ilişki ayarını şöyle basite indirgeyebiliriz: devletle kamu birbirine kaynamış, kapitalist devlet cihazı politik olanı, yani mücadele/müzakere konusu olanı teknikleştirmiş, politika da büyük ölçüde -medyatik bir doğrultuda- aygıtlaşmıştır. Politik alanla da sivil toplum alanı birbirine kaynamış, piyasa ilişkilerinin gitgide içine işlediği beşerî faaliyetlerin çoğulluğu, politik çoğulculuğun ikamesi rolü üstlenirken aslında kendi hâkim olunmaz karmaşasını yücelten imajıyla politikayı imkânsızlaştırmaktadır. Devlet-politik-sivil kerteler arasındaki mesafeler özerklikleri budayacak şekilde erimiş, bu içiçelik, dönüştürücü ve eleştirel müdahalelere yer bırakmamıştır. Türkiye örneğinde bu sorun, kendini aşkınlaştıran devletin otoriter yapılanmasıyla, politik alanın kamusal bir müdahale gücünden tamamen uzaklığıyla; sivil toplum alanında da bir yandan neo-liberal sosyal tahribatın, diğer yandan politik ayrışmanın politik alandan daha ‘sahici’ dışavurumunu üstlenen ‘kimlikçi’ cemaatleşmenin atomize edici etkileriyle ağırlaşmaktadır.
Mesele, toplumsallığın kertelerinden birine abanmak değil, o mesafeleri ve ilişkileri başka türlü tasarlamaktır. Devlet kertesinden ve esas önemlisi politik toplumdan büsbütün yalıtılmış bir sivil toplum, kamusal sorumluluk üstlenemez. Sivil toplum alanında açığa çıkan bir enerjinin veya birikimin, politik alana tercüme edilmemesi, aktarılmaması halinde, o enerji kamusal bir güce, kamusal bir akla dönüşemez. Örneğin “deprem yaraları sarma”yı ve mümkün olan her türlü şefaat işini sivil/gönüllü teşebbüslere ihale etmeye amâde görünen yaklaşımın peşinde olduğu türden bir “sivil toplumculuğun” ufku, sosyal devlet işlevlerini özelleştirme hülyasından ileri gitmez. Ki bu da “gönüllü” inisyatiflere tabî, kısmî ve tesadüfî bir kapsamı olacağı için kamusal (herkesi, cümleyi kapsayan) bir işlev yerine getiremeyecektir. “Kendi başının çaresine bakmaya” dönük sivil toplum hamlesi, devleti yeniden tanımlamaya dönük bir politik kurucu iradeyle bütünlenmediğinde, en iyi ihtimalle cemaatçi bir perspektife kısılır. Devletin hantallığı, merkeziyetçiliği, ceberrutluğu vb. gibi, “gönüllü kuruluşlar”a özgü olarak da bir egoist ‘acarlık’, bir çeşit meslek/misyoner darkafalılığı vardır. Depremin yıktığı yerlerde ya da depreme yardım koşturmaya çalışan platformlarda, olanca hasbîliğiyle felâketi kendi varlık sebebi için araçsallaştıran yığınla sivil müteşebbis örneği görülmedi mi? Kısacası, sivil toplum girişimleri ‘kamusal’ olanı ikame edemez, bu girişimler de devletin ‘teftişçi’ zihniyetiyle tekelleştirmeyeceği bir politik ve kamusal denetime tâbi olmalıdır.
Veya bir başka tehlike: Bir “millî güç unsuru” ya da hükümet aygıtı suretindeki devletin bir bileşeni olarak araçsallaştırılan bir sivil toplum, ne kadar “gelişkin”, ne kadar iri olursa olsun, politik ve kamusal bir etkide bulanamaz. “Sivil toplum” sahibi olmanın bir “efektivite” ve çağdaşlık göstergesi sayıldığını istihbar etmesi üzerine “Beşli Sivil İnisyatif” gibi örneklerle böyle bir müesseseyi tanzim etmeye çalışan[2] Devlet Aklı’yla[3] arasına mesafe koymayan, dahası politik bir tavır almayan bir sivil girişim, işlediği hayırlar ölçüsünde elbette saygıdeğerdir, ama ondan politik bir hayır ummamak gerekir. Dahası, feragat ettiği politik iradesi velâyet altına alınarak devlet hizmetine koşulan bir sivil toplum müessesesi çıkabilir ortaya: Genelkurmay Başkanı’nın “sivil toplum kuruluşlarını 28 Şubat süreciyle ilgili meseleleri takibe” memur etmek istemesi gibi. Unutmamalı ki, sivil toplum alanının devlet karşısındaki/yanındaki varlığının sebebi ve güvencesi olan özerkliği, en azından o özerkliği muhafazaya dönük bir mesafeye ve politik tavra bağlıdır. Dolayısıyla bir politika küskünlüğü veya devlet ürküsüyle sivil toplum alanında “kendi halinde” eğleşmek için bile, devletle ve politika alanıyla belirli bir mesafeyi, bir nispeti ve aynı zamanda bir ilişkiyi tesis etmeye mesai ayırmak gereklidir.
Kısacası, “devlet”, “sivil toplum” ve “politika” arasında tercihler yapmak, birinden yana saf tutmakla değil bu üç düzlem arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak yeniden kurmakla üstesinden gelinebilecek bir sorunla karşı karşıyayız. Sivil toplum alanındaki enerjinin sakınımı, politik bir kurucu iradeyle birleşmesini gerektiriyor. Bu iradenin de, Devlet Aklı’yla ve ona bağlı olarak milliyetçi ideolojiyle hesaplaşması, o yönde bir saflaşmayı gündemine alması kaçınılmazdır.
DEVLET AKLI VE MİLLİYETÇİLİK
“Kutsal Devlet” anlayışına bağlı Devlet Aklı ve Türk milliyetçiliği, deprem sonrası yaşanan toplumsal seferberlikte bir kamusal erk, bir sivil kurucu irade nüvesi varsa, onu boğan bir zihniyet örgüsü olarak billurlaştı. Bu ideolojik blok, sadece yıkılandan değil, asıl önemlisi yeniden yapmayı, yenisini kurmayı engellemekten sorumludur. “Unutulmaması, unutturulmaması” gereken, bu sorumluluktur. Keza doğal felâketin toplumsal sonuçlarını ‘düzenleyen’ kapitalizmin barbar rasyonalitesi, bu ideolojik blokun sorumluluğu altında iş görüyor. Politik olanın teknik olana indirgenmesi de, bu ideolojik blokun sorumluluk sahasındadır.
Millî hassasiyet profesyonelleri ve devlet erkânı, felâketteki sorumluluğunu, her şeyden evvel binlerle insanı kırıp geçiren, şoka uğratan büyük bir facia karşısındaki duyarsızlığıyla gösterdi. Somut kayıplar, acılar karşısındaki tabiî insanî etkilenmeden bahsetmiyoruz - yoksa, elbette herkes kendince üzülmüştür. Kastettiğimiz, eksikliği görülen, kamusal bir duyarlılıktır. Can kurtarmanın, yaraları tedavi etmenin, yıkılan binaları inşa etmenin ötesinde, âfetin yolaçtığı ya da açığa çıkardığı toplumsal durumla, kamu adına yaşanan zaaflarla yüzleşen, sorun eden bir duyarlılık... Böyle bir duyarlılık, en azından “toplumsal” ya da “siyasal” sorunlar karşısında bu devletin ‘salgılamasına’ alıştığımız huşunete nispetle pek hafifti - dahası, bu duyarlılığı talep edenler, hainler, bozguncular vb. diye azarlandılar.
Türkiye devletinin tam ansiklopedik anlamıyla bir “asayiş devleti” olduğunu kanıtlamaya, bu deprem yetmiş olmalı. Neo-liberalizmin sosyal devlet hizmetlerini tasfiyesi ve devletin böylece artan sosyal tutunumsuzluğa karşı iyice palazlandırdığı güvenlik fonksiyonlarında ‘uzmanlaşması’, zaten bütün dünyada yürürlükte olan ‘çağdaş’ eğilimdir. Türkiye devleti, obsesif tehdit algısı, otoriter yapısı, militarist geleneği ile bu çağdaş eğilime coşkuyla uyum sağlamakta. Jeopolitiğe olan tutkusundan jeofizikle meşgûl olmaya vakit ayıramayan devlet cihazı, “millî güvenliğe” yönelen siyasî tehditlere sabah akşam kulak kabartırken başka hiçbir toplumsal sorunu sorundan saymıyor, en azından üstüne alınmıyor. Bir cinayetin ardından “olayın siyasî bir yanı olmadığı bildirildi” haberini dikte eden Emniyet Halkla İlişkiler biriminin tattığı türden bir gönül rahatlığı içerisindedir. Nitekim gûya tam da bu çeşit âfet hallerinde iş görmek üzere kurulduğu duyurulan Başbakanlık Kriz Merkezi -ki aslında bir MGK müessesesidir-, aşikâr ki esas itibarıyla bölücülük, irtica, “sol tehdit” vb. asayiş işlerine müteyakkızdı. Modern bir devletin alâmet-i farikalarından hattâ obsesyonlarından olması gereken istatistik tutma işi, ‘burada’, üçüncü güne sarkmış seçim sonucu bıkkınlığıyla illere göre dökülen ölü-yaralı çetelelerinden ibaretti. Kriz Merkezi, yardımları ve kaynakları koordine etmekten esirgediği tasnif şevkini bu sahada tatmin etti. Sergilediği sistemli teknik liyakatsizlik, örgütlü koordinasyonsuzluk, Türkiye’de devletin, özellikle “sosyal” devlet yüzü, “kamusal servis devleti” veçhesi bakımından, bir modernlik simülasyonuyla vaziyeti idare ettiğinin kanıtıdır.
‘Devlet sınıfının’, Kutsal Devlet ideolojisinin taşıyıcısı olan ricâlin şaşkınlığında, yaşanan felâketin düşmanlaştırılabilir bir öznesinin olmayışının pay taşıdığını düşünüyorum. “Türk Devleti” ve Türk milliyetçiliği, motivasyon kaynağı olarak bir düşman figürüne muhtaçtır; felâket ne kadar korkunç olursa olsun, onun müsebbibi olarak kahredilecek bir hasım yoksa, kapılacağı infial ve heyecan mahdut olur. Devletlûların, bilhassa milliyetçilerin behemahal “düşman”, “hain”, “maksatlı çevre” peşine düşmeleri, bundan kaynaklanan bir sevk-i tabiî idi. Tıpkı İslâmcıların faşist meşreplilerinin, deprem bölgesinde tespit ettikleri gazap ve günah nesneleriyle, binlerce insanın ölümünden sinik bir ilâhî öç zevki çıkarmaları gibi. Yine de eninde sonunda düşmansız tecelli eden bir mağduriyetti bu; tam da bu nedenle, en azından ilk başta devletin ve milliyetçilerin fazla ilgisini çekmedi.
Bir başka kayıtsızlık -en azından görece sükûnet, diyelim- nedeni, milliyetçiliğin kurguladığı milletin, somut, bugün yaşayan insan topluluğunun ötesinde, aşkın bir mahlûk olmasıdır. Somut/bugünkü ahaliyle ‘yetinmez’; meselâ halihazır halka mukabil gelecek kuşakları gözeten -şimdilerde esasen ekolojik- bir hümanizmden de farklı olarak, daha çok geçmişi, milletin köklerini, ataları, ecâdı önemser. Ecdâda dair efsaneler, bugünkü milletin mukadderatını esir alır. Bu durumda bugünkü/somut ahalinin milleti temsil etme selâhiyeti elde bir sayılmaz, müktesep değildir. Tahayyül edilen ideal millet kavramına uygun düşmeyen unsurlar zaten millet-dışı sayılırlar. Milliyetçilerin somut/bugünkü “millet”i gönül huzuruyla kırıp geçirebilmesi de bu ‘sâyede’ kolaylaşır. Milletin aşkın varlığı yanında, tek tek fertlerinin -hele ‘ötekilerin’- canının kıymeti olmaz. Onların ‘karasevdalı’ olduklarını söyledikleri millet, bu memlekette bugün yaşayan insanlar değil, hayalledikleri bir seçilmiş cemaattir; kendi cemaatleri bu milletin nümunesidir, halkın kalanıyla duygusal ilişkileri, karasevdasına cevap vermeyeni yok sayan veya yok eden ‘Türk erkeği’ne benzer.
Devletin yüceltilmesi de milletin bugünkü halkın ötesinde bir varlık olarak aşkınlaştırılmasına dayanır: “milletin telkilâtlanmış hali” ve tarihsel taşıyıcısı olarak devlet, onun tözünü temsil eder. Aygıt olarak devletle (bürokrasiyle) Kutsal Devlet mefhumu/idealizasyonu arasındaki fark da buna tekabül eder. Aygıt olarak devleti, o cihazın yerine getirmesi gereken işlevleri pek önemsememek ya da ikincil işlevler saymak, bu somut gündelik işlevlere ihtiyaç duyan bugünkü somut ahaliyi fazla önemsememekle mütenasiptir. Sosyal devlet, Kutsal Devleti taşıyacak tıynette değildir, onlara göre. Sağlık, eğitim, bayındırlık işleri vb., nasıl olsa olacak, kim olsa yapılacak şeylerdir - Türk Devleti’nin baktığı seviyeden görünmeyen teferruattır.
MHP, bu millet ve devlet anlayışının yanısıra, şu konjonktürde hükümet ortağı olarak durumunu stabilize etmeye verdiği âcil önem nedeniyle, deprem sonrasında halkın öfkesini çeken ‘devletine’ gözükara sahip çıktı. MHP ve çeperlerindeki milliyetçi fikriyatta, bürokratik aygıt olarak devlet ile ezelî-ebedî (Ebed-Müddet) Devlet Mefhumu ayrımını vurgulayarak bir popülist ‘millet milliyetçiliği’ yorumlarına yönelenler de var; onlar da depremin yol açtığı halk öfkesine hitap ederek bu tavırlarını keskinleştirdiler. Fakat MHP’de ana istikametin, halka (somut/bugünkü millete) karşı devlet milliyetçiliği istikametinde olduğu açıktır. MHP bugün en çok -ya da: her zamankinden çok bugün!- devletine sevdalıdır.
Ecnebilerin katkısından irkilen, memleketin hârim-i ismetini müdafaa adına yabancı yardım ekiplerinden tedirgin olan Osman Durmuş, MHP’nin milliyetçilik anlayışının kara mizahî bir karikatürü olarak karşımızda dikildi: sahiden Nihal Atsız’dan kalma bir “yabancıdan korunma hassasiyeti” sergiledi. Fakat bu karikatürle fazla eğlenmemek lâzım: medyada ecnebilerin, özellikle (“hele”) “Yunan” gibi tescilli düşman figürlerinin yardımlarına gösterilen şapşalca hayret, milliyetçi ecnebi şüphesinin çok daha yaygın diğer yüzü değil mi? İnsanî bir dayanışma, yardımlaşma karşısındaki samimî şaşkınlık, “yabancı” karşısındaki tekinsizlik hissinin nasıl köklü olduğuna işaret etmiyor mu? Bu arada, ulusal “yabancıyı sev” haftasının ardından, Genelkurmay Başkanı ile MHP yayın organlarının, yabancı ekiplere gösterilen ilginin yerli âfet işleri aktörlerine gösterilmemesine serzenişte birleşmesi de ‘hoş’ değil mi?[4]
Devlet erkânının ve milliyetçilerin üzerinde birleştiği bir itham var: felâket anında bile fesat ve bölücülük düşünmek, acıların üzerinden “devlet düşmanlığı” ve “MHP düşmanlığı” yapmak. Bu ithamlar, Türkiye’de bir demokratik kamu bilinci oluşturmaya dönük çabaları boğmaya yarıyor. Bütün enerjisini düşmanlık gütmeye, teşhir etmeye, açık kollamaya hasreden bir faaliyetin, ihtiyacımız olan pozitif/kurucu iradeye kaynaklık etmesi mümkün değildir; bununla beraber, o iradenin, önünde sadece bir maddî bir güç değil bir toplumsal yapı olarak dikilen bu blokun farkında olmadan ve onunla hesaplaşmadan mesafe alması da mümkün değildir.
TOPARLAMAK İÇİN...
Başta söyleneni tekrarlayalım: bizzat bu yazı, öteden beri karşımızda duran “devlet ve toplum” problemiyle üstelik bir büyük felâket anında başetmeye çalışırken nasıl ‘dağıldığımızın’, hissiyatımızın ve fikriyatımızın nasıl birbirine karıştığının bir yansımasıdır. Bu karışıklık, felâket anında hem toplumsalın (iyice) çözülüşünün, hem de yeniden-kuruluşunun işaretlerinin birarada görülmesinden başlıyor. Devlet-kamu-sivil kerteleri arasındaki kavramsal ve fiilî kopukluk ve savrulmalarla devam ediyor. Kurucu bir irade ve pozitif bir tecrübe için gereken ‘saf akıl’ ile egemen ideolojik blokun tükettiği negatif enerji arasındaki gerilim, zihin karışıklığını bütünlüyor. Ne çare ki, bu karmaşayı bir düzene kavuşturmak için, bu ayrımları silmeye değil tersine farkında olmaya ve bu düzlemleri anlamlı (politik) bir şekilde bütünleştirmeye ihtiyacımız var.
[1] Partha Chatterjee bu şemanın özellikle sömürge-sonrası ya da geç modernleşen toplumları anlamaya elverişli olduğunu savunuyor: “Beyond the Nation?”, Social Text no. 3 (1998). Chatterjee, liberal bakış açısından bizatihî değer atfedilen “sivil sosyal kurumlar”ın bu ülkelerde güçlü tarihsel temellere sahip olmayıp ulusalcı-modernist elitlerce kurumlaştırıldığına ve pedagojik bir işlev gördüğüne dikkat çekiyor.
[2] Bu konuya Birikim’in 118. sayısında (Şubat 1999) değinmiştim: “Beşli sivil inisyatif biterken”, s. 3-10.
[3] ‘Devlet Aklı’ ile ilgili bkz. Mithat Sancar, “‘Devlet Aklı’, Hukuk Devleti ve ‘Devlet Çetesi’”, Birikim, 93/94 (Ocak/Şubat 1997), s. 80-90.
[4] Yerli yardım faaliyetlerinden söz açmışken... Ülkücü-milliyetçilerin ve onların dümensuyundakilerin âfet işlerindeki hal ve tavırları ‘öğreticiydi’. Birbirinden pek farklı olmayan cenaze ve kutlama davranışlarından sonra şefaat davranışlarını da gördük: o da aynıydı. Gûya eğlenirken de, gûya üzülürken de bunu bir güç gösterisi suretinde, teşhirci bir taşkınlıkla, garezkâr bir hezeyanla, katı bir empati yoksunluğuyla edâ ediyorlar - “yardım” ederken de öyle yaptılar: marşlar çalan ve bağır bağır kimliğini duyuran araçlarla, İstanbul’a giren Fatih’in pozlarıyla iane dağıtarak... Acılarla da hazlarla da başedebilme güveninden, kendini hayatla ve insanlarla etkileşime açık tutma yeteneğinden yoksunluğu bayraklaştırıyorlar. Ancak o güç gösterisi zırhının içinde rahat edebiliyorlar. Elbette onlara özgü değil bu yoksunluk ve ketlenme; bir “kitle ruhu” olayı bu. Fakat bayrağı çeken, zırhı kuşatan da onlar işte!