Devletçiliğin ekonomik ve siyasî olan yüzünün aksine kültürel olan yüzü, çoğunlukla muhafazakârlık kılığında dolaşabilmekte ve özellikle din-devlet ilişkilerinde muhafazakârlık kısmi bir temasa karşılık ciddi bir kontrol mekanizması olarak da işlemektedir. Siyasal ve kültürel yaşamda İslâmi/İslâmcı söyleme peşin ve fazladan bir “herkes adına konuşma” imkânı sağlayan muhafazakârlık, bu ücrete, eşzamanlı olarak bir kısıtlamayı da bedel olarak talep etmektedir. Metaforik olarak Türkiye’de devletçe meşrûluğu tanınan bir ifade tarzı olarak muhafazakârlık, o çok bilinen “Elhamdülillah Müslümanız” önkabul ve öntamimini pervasızca kullanma çağrısı yapmakta ve ‘elhamdülillah’ı telaffuz eden söyleme, sözün gerisinin de (Müslümanlık) nasıl olacağını dayatmaktadır.
Hem dindar hem de İslâmcı kimliğin, kamudaki farklılık ve çeşitliliği görmezden gelerek kamu sahasına fırlattığı bu söylemin çok geçmeden bir bumerang olduğu anlaşılmakta, sonuç, söz konusu kimlikler için son derece pahalıya patlamaktadır.
İslâmi/İslâmcı yaşambiçimi ve ideolojinin otoritarizmi de büyük ölçüde muhafazakârlığından kaynaklanmaktadır. İslâmcılık ile muhafazakârlık arasındaki ilişki Türkiye’de sol ile Kemalizm arasındaki ilişkiye benzemektedir. Liberal, özgürlükçü bir sol için Kemalizmden arınma ve boşanma ne kadar hayatî bir önem taşıyorsa Türkiye’de İslâmi kimlik için de çok zor olsa bile kaçınılmaz olan şey, mevcut muhafazakârlıktan koparak daha bireyci ve özgürlükçü bir eksene oturmaktır.
Zaten “Devlet Ana”nın, ebediyen bebek tutmak için emzirmeye çalıştığı “muhafazakârlık sütü”nü içmek bir yana, ona balıklama atlayan İslâmcı siyaset şimdi hakkı ve (diğer hakkını talep eden kimliklerin de hukukuna teması olduğu için ihmal edilmeyecek bir görev olan) muhalefet yoğurdunu kısılmış bir nefesle üfleyerek yiyor.
Türkiye’nin son yirmi yıllık yakın geçmişine baktığımızda toplumsal ve siyasal hayatı etkileyegelmiş üç önemli toplumsal hareketi görüyoruz. Her üç hareket de şöyle veya böyle devletçidir. Türkiye’de muhalefet imkân ve potansiyeli olan -ve muhtemelen bir analiz vesilesiyle bile olsa yan yana anılmaktan şiddetli rahatsızlık duyacak- bu üç hareketin de maalesef Türkiye’nin demokratikleşme zaruretine olumlu bir katkıda bulunamadıklarını görüyoruz. PKK, Refah Partisi ve Fethullah Gülen Cemaati son yirmi yıllık dönemde kamusal ilgi ve tartışmanın önde gelen gündem maddeleriydi. Sırasıyla askerî, siyasî ve sosyal olan bu üç hareket, toplumsal tasavvurları itibariyle ya devlet-eksenli ya da devletçi bir yapıya sahiptirler. Kürtler’in hareketi olarak tanımlanmasa da bir Kürt hareketi olan PKK’nın 1970’li yılların ulusal kurtuluşçu gerilla savaşına (ve direkt şiddete) dayalı zihin dünyası bir haklar mücadelesini devletçi bir eksende tanımlayarak bir devlet talebine oradan da bir karşı-şiddet hareketine tahvil etmiştir. Kuşkusuz, PKK hareketi, Türkiye’de orduyu, savaşan bir ordu konumuna taşıyarak onun siyasal yaşam üzerindeki tacizini meşrûlaştırmıştır. Türkiye’de zaten demokratik olmayan devlet, militarizasyonla çıkış aramaya itildikçe de sivil ve demokratik düzlemler ortadan kalkmış, devlet devasa bir şiddet aygıtı olarak toplumun üstüne abanmıştır. Bugün yeni ve önemli olan şey, demokratik bir haklar hareketi olarak kendisini yeniden kurgulayacak bir Kürt hareketinin mümkün olmaya başlamasıdır. Ve böylesi bir hak ve özgürlükler hareketinin başkaca özgürlükçü taleplerle demokrasi çerçevesinde birleşerek dönüştürücü bir yapıya bürünmesi, Türkiye toplumu için yeni bir fırsat olabilir. Abdullah Öcalan’ın tutuklanarak yargılanmasıyla başlayan bu yeni süreç, devletçi bir mantığın Kürtler’ce artık terkedilebilme sürecine dönüşmüştür.
Kürt hareketi, İslâmcı/İslâmi hareketlerle mukayese edildiğinde devleti merkeze alan bakışaçısı itibariyle bir ortaklık gösterse de devletin mevcut haliyle kutsanması ve muhafazakârlık noktalarında farklılaşmaktadır. Yine de laik olmak, muhafazakârlığı dolaylı olarak ayakta tutmaya engel değildir.
Yakın geçmişin ikinci önemli hareketi legal bir siyasî hareket olan Refah Partisi’dir. Farklı zamanlarda farklı isimlerle tezahür edegelen Refah Partisi 1970’lerden 1980’lere sarkan bir ulusal kalkınmacılık idealinin dinî bir maya ile gerçekleştirilme hareketlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Hem siyaseten dışlanmama beklentisi hem de zihniyeti dolayısıyla devletçi bir hareket olan Refah Partisi, 28 Şubat süreci olarak adlandırılan askerî darbe sonrası dönemde kendisini yeniden kurgulamak zorunda kalmış ancak bunu henüz tam anlamıyla gerçekleştirememiştir. 28 Şubat’ın Türk demokrasisi adına en büyük katkısı, muhafazakârlıkla sarmalanmış bir devletçilik anlayışını müminane bir teslimiyetle koruyagelen İslâmi kimliğe, niyetlenmediği halde vermiş olduğu demokrasinin herkes için ne denli gerekli olduğu dersidir. Nitekim, Fazilet Partisi sadece zorunlu bir yenilenmenin ifadesi olarak değil, aynı zamanda nerede hata yapıldığının da sorulabildiği bir yeni ruh halinin ifadesi olarak ortaya çıkmıştır. Daha bireyci ve liberal görüşlerin seslendirildiği bir parti olarak Fazilet Partisi, siyasal çalışmalar içindeki İslâmi kimlik için yeni bir dönüm noktası oldu. Kesin olan şey, artık devletçi vurgudaki ağırlığın bir zihniyet meselesi olma noktasından, bir hayatî güvenlik kaygısına kaymış olmasıdır. Bugüne kadar sol hareketlere ve Kürtler’e yönelik her türlü baskıya en azından sessiz kalarak rıza gösteren İslâmcı veya dindar siyaset için böylesi bir tutumun bir bumerang olduğunu görme şansı bugün çok artmıştır. Yani Kürtler ve sol bağlamında güçlenen ve meşrûlaşan otoritarizm eğiliminin daha sonra dönüp dolaşıp başka tehditler bağlamında etkinlik kazandığını görmek, İslâmcı kimliği yeni bir sorgulamaya itmiştir.
Türkiye’nin yakın geçmişinin önemli toplumsal hareketlerinin başında gelen Fethullah Gülen hareketi, Türkiye’de devletçilik illeti aşılayan muhafazakârlığın ön önemli dayanaklarından biridir. Refah Partisi’nden Fethullah Gülen hareketine ve daha birçok dinî cemaate kadar bütün dinci ve dindar cemaat hareketlerinde, devlet algısı, halen sekülerleşmemiş bir algılamadır. Bir âli devlet olarak Osmanlı’nın, meşrûluğunu dinden alan bir devlet olduğu yolundaki varsayım, Cumhuriyet’e geçişle birlikte yaşanan laikleşme durumuna rağmen gözden geçirilmemiş ve aynen korunmuştur. Fani yöneticileri kötü olsa bile devlet kutsiyetini korumaktadır. İfadesini ‘hikmet-i hukumet’ kavramında bulan ve kitlelerin devlet esprisini kavrama yeteneğinden yoksun olduğunu varsayarak devleti siyaset dışına taşıyan bir anlayıştır söz konusu olan. Bu son derece eski ve yaygın olan algılama biçimi, etrafında “ululemre itaat,” ve “devletin selameti” gibi, bireyin haklarını baskının altına, devletin konumunu ise müzakerenin dışına taşıyan kimi anahtar kodların halen kültürel tedavülde kalmasına yolaçmaktadır. Kuşkusuz, dışarıdan biraz safça görünen tüm bu varsayımların bu denli etkili olmaya devam etmesinin arkasında kısmen, dinî muhafaza kaygısı-ahlâkçılık-devletçi muhafazakârlık gibi kategoriler arasındaki yeniden üretici geçişlilik bulunmaktadır. Bu türden bir zihin haritasını titizlikle koruyan Fethullah Gülen cemaatinin devlet ile ilişkisi böylesi sorunlu bir ilişkidir. “Hizmet” denilen bir anahtar kavram etrafında örgütlenmiş bulunan cemaatin temel kaygılarından biri, hizmet edebilmenin önkoşulu olan “güvenliğin” sağlanmasıdır. Hareket, güvenliğin, devlete teslimiyetle ve onu kutsamayla edinilebileceğini düşündüğü sürece kayıtsız şartsız devletçi olagelmiştir.
Özellikle 1990 sonrası dönemde kamusal görünürlük kazanmaya başladıktan sonra Fethullah Gülen’in ve cemaatinin devletin rızasını kazanmanın da ötesine geçerek bizzat devletin sosyal mühendislik (Türkiye Müslümanlığı) çalışmalarında önemli bir rolü kapmasının getirdiği sıkı devletçilik yine 28 Şubat sürecinde iki şekilde dozaj değişikliğine uğramıştır. Kötülükleri sırayla temizleyen 28 Şubat iradesinin, Refah Partisi’nin meşrûluğunu medyatik destek ve kamuoyu manipülasyonuyla aşındırmaya çalıştığı dönemde Fethullah Gülen, RP’nin gözünün yaşına bakmamış ve devletçi/muhafazakâr teslimiyet artan riskler karşısında doruk noktasına ulaşmıştı. Fethullah Gülen ve çevresinin sonraki bir dönemde aşındırmanın muhatabı olmaya başlamasıyla birlikte cemaat, belki de ‘devletin himayesi’nden bireysel (ve grup) ‘hak ve özgürlüklerinin varlığı’nı hatırlamaya kısmi bir geçiş yaşadı. Fethullah Gülen’in bazı özel sohbet kasetlerinin medyada kamuya gösterilerek, devleti ele geçirmeye çalışan gizli kapaklı bir Fethullah Hoca sunumunda kullanılması ile birlikte bu cemaat, geleneksel devletçiliğinin sahici olduğunu ispata çalışmayı esas savunma olarak yürütmüşse de tutunduğu devlet dalının kırılganlığını anlamış ve böyle bir durumda üzerine düşeceği bir sivil, demokratik zeminin gerekliliğini de kavramaya başlamıştır. Bu da yine 28 Şubat’ın Türk demokrasisine gayriihtiyarı yaptığı iyiliklerden biridir. İslâmcı ve dindar grupların kamusal talepler açısından sivilleşmeleri ve devlete daha önceden “muhafazakârlık” formunda sundukları açık çeklerini geri çekmeleri durumunda demokratikleşme adına ciddi bir ümit beslemek için yeterince neden ortaya çıkmış olacaktır.