Önce şöyle bir örnek-olaydan söz etmek istiyorum: Amerika’da bir sitenin giriş kapısında, herkesin görebileceği bir yerde cinayet işlenir. Olayı en az elli kişi pencereden görmüş, çığlıklar atmış, katile lanet yağdırmış ama polise haber vermemişlerdir. Bu olay sosyal psikologların dikkatini çeker ve bu sitede bir anket yaparlar. Herkes neden polisi aramadığı sorusuna bir başkasının arayacağını düşündüm yanıtını vermektedir. Bu yanıt psikologları önemli bir davranış ilkesini tamamlamaya götürür: Bir yerde sorumluluk eğer herkese aitse, hiç kimse kendisini sorumlu hissetmez.
Marmara Bölgesi’ni yerle bir eden, tüm ülkeyi her yönden sarsan depremden sonra devletin üç gün boyunca gönüllülerden, yabancı ekiplerden ve hattâ depremzedelerden bile geç kalıp “sorumluluk üstlenemeyişi” devlette sorumluluğun hiç kimseye ait olmadığını açığa çıkardı. Bunun anlamı şu olsa gerektir: Herkesin yetkili olduğu bir devlet hiç kimseye karşı sorumlu değildir. Polisin işkence yapma yetkisi vardır, ama hesap vermekten ötürü sorumlu tutulmaz, hırsız yetkili biriyse sorumluluğu yoktur, güçlü olan yetkili ise, suçlu olan yetkisiz olandır.
Gelsin bakalım Af Yasası. Deprem mi oldu, o zaman biz de hırsız ve katilleri affeder, düşünce suçlularını affetmeyiz.
Ülkemizde yalnızca şiddetli bir deprem oldu, yetkililer buna âfet adını verdi, sorumlular paçayı sıyırdı. Ülkemizin en büyük âfetinin ise kaşarlanmış, utanmaz ve sorumsuz yetkililer olduğu açığa çıktı. Enkazı incelediğimiz zaman en büyük hasarın fay kırığından gelmediği açıkça belli oluyor.
Gerçi halkımızın “Büyüklerimiz daha iyi bilir” cümlesiyle özetlenebilecek olan ruh hali bir felâketi hazırlayan nedenlerden biridir. Ama süregiden asıl felâket, büyüklerimizin artık daha iyi bilemeyecek kadar yaşlanmış olmalarında, felâketleri küçük görecek kadar yüksekte durmalarındadır. Bu ülkede büyükler daha iyi bilir dendiği için, devlet ve güçlüler yetkili ama sorumsuz, halk ve mazlumlar etkisiz ama sorumludur.
Öte yandan, ülkemizin kentleştiği ama vatandaşlarımızın kentli olamadığı da anlaşılmıştır. Bunun sorumlusu ise, kentli olmanın anlamını kavrayamamış olan halk kadar, birer kâğıt dekordan ibaret olan kentsel yapılara izin veren yerel yöneticiler, şehir plancıları, rant vurguncuları, bunların ihale işlerini kollayan devlet büyükleri ve hükümetlerdir.
Peki bu niye böyledir?
Düşük ücret politikası sonucu kentlere insanların yığılması ve bu az gelirli insanların karton evlere her ne pahasına olursa olsun hücum etmesi, bu hasarın nedenlerinden biri değil midir?
Deprem herhalükârda evlerin yıkılmasına yolaçanlara yaradı. Şimdi de gelsin yeni ihaleler ve yeni deprem zenginleri.
Ha, bir de karayolu yapma, demiryoluna ve denizyollarına engel olma lobisini unutmayalım. Bunlar bütün tesislerini Marmara’ya kurup maliyetleri düşürdüler ama, depremle ülkemizin ve halkın ödediği bedel, bu maliyeti bir çırpıda onlarca kez katladı. Bu şirketler ve onların Marmara’yı yok etmesine izin veren hükümetler yüzünden İstanbul bir toplama kampına, yollar mezbahaya dönüştü. Zenginler daha zengin olsun diye bu halk trafik kazalarında, depremde, sel felâketlerinde can veriyor.
Bu ülkede yol yapımı, inşaat, orman, turizm yatırımı gibi “getirisi olan” bir iş söz konusu olup da ortada rüşvetin döndüğünü, yasaya veya imara aykırı bir işlemin ‘bir yolunun bulunduğunu’, rastlantı sonucu rüşveti veya para yemeyi eline yüzüne bulaştıranların da, yargılansa bile ‘bundan bir şey çıkmayacağını’ düşünmeyen hiç kimse yoktur.
Bunun sorumlusu halk mıdır?
Devlete tutunana bal yalatıp, devlete tutunamayanlara yal yalatan mantığı kimse suçlayamayacak mı? Devleti soyanlarla aile fotoğrafı çektirenler ne zaman başımızdan çekilecekler?
Ama asla çekilmeyecekler. Bunu biliyoruz, çünkü devletimizin güçlü olduğu anlaşılmıştır. Bu olaylardan çıkan sonuç aynen böyledir. Çünkü “olay yerine intikal ettim” diyen, “Başta emniyet güçleri olmak üzere, idari ve mülki amirlerin fevkalâde hassas bir şekilde hadiseyle ilgilendiği” kalıp cümlesini kullanan kişilerin gücü her türlü halk iradesinin üstündedir.
Bu ülkede devlet adamı olanlar hata yaptığını kabullenmeyen, yanlışlarından ötürü sorumluluk hissetmeyen, gerekli olduğunu hissettiği halde istifa etmeyen kişilerdir. Kendilerine yönelik her eleştiriyi devlete yönelik eleştiri sayıyor, devleti kim eleştiriyorsa onu vatan haini olarak görüyorlar. Bu tipik düşünce mekanizması, onların devleti her zaman yanlışsız üstün bir güç olduğunu düşünme ihtiyacından doğmuşa benziyor. Çünkü bu sayede kendileri de yanlışsız ve üstün oluyorlar. Bu düşünce yapısı, devleti işletenlerin insan olduğunu, bu insanlar arasında kişilik bozukluğu olanlar, rüşvet alanlar, hırsızlık ve zorbalık yapanlar olabileceğini reddediyor, devleti dinsel bir makammış gibi kutsuyor.
Bu ülkenin Sağlık Bakanı, geçenlerde Viyana Senfoni Orkestrası eşliğinde güneş tutulmasını izlerken, kendisini Viyana önlerinde sefere çıkmış olan ataları gibi hissettiğini söylemiş ve bir devlet büyüğü olduğunu ispatlamıştı. Güneş tutulmasıyla Viyana’ya sefere çıkma bağlantısı kurabilen mantık yüceliği, sanırım şimdi Marmara depremiyle Fatih Sultan Mehmet’in yediği hoşaf arasındaki bağlantıyı da kurmuştur. Aslında kurmalıdır da, çünkü üyesi bulunduğu hükümet depremle çetelerin affedilmesi arasındaki olağanüstü mantık bağını yakalayan dahilerden oluşmaktadır.
Başkalarının cebinden çalmayı ve almayı alışkanlık edinenler, deprem söz konusu olduğunda, yani başkalarına bir şeyler vermek gerektiğinde kendilerini sorumlu hissedemiyorlar. Çünkü onlar halk sevgisini ancak para dolaşımı sınırları içinde tanıyorlar; para dolaşımı kendi denetimlerinden çıkınca onlar halka, yani bize, yani buraya halkı övmeye değil, gömmeye geliyorlar. Bunu morg olarak kullanılan spor salonlarından ölülerini kendileri bulup kendileri taşıyan, ailesinin sekiz on ferdini toprağa gömen insanlara kimsenin elini uzatmayışından anlamak da mümkündü.
Deprem felâketinden sonra yardımseverlerin nakit yardımı yaptığı kadar aynî yardıma da yönelmesi çok dikkat çekici bir olay sayılmalıdır. Hükümet tam bu sırada şöyle düşündü: Madem bu kadar istekliler, vergileri iki katına çıkaralım. Halkın yanıtı yardımları durdurmak oldu. Bu, halkımızın Kızılay’a ve bürokratlara verdiği nottur. Halkımızın bu felâket karşısında harekete geçtiği doğrudur, ama halkın “tek yumruk olma” görüntüsü devlet kuruluşları yerine kendisini görevli tayin etmesinden doğan bir eylemden başka bir şey değildi.
Deprem öte yandan Türkiye’nin genç, yardımsever, yeni bir dünya algısıyla donanmış yüzünü de açığa çıkardı. Türkiye’yi yönetenlerin hantal, dar görüşlü, bürokrasi kokan, sözcük dağarcığı kısıtlı görüntüsü karşısına, uygarlıktan üzerine düşeni almış, akıllı ve dinamik bir gençliğin görüntüsü yerleşti. Bu görüntü ülkemizin tepesine bir kâbus gibi çökmüş olan siyasetçi takımının halkın temsilcisi olduğu yolundaki varsayımla bağdaşık değildi.
Ülkemize yardıma koşan dünya ülkeleri, hükümetten bile hızlı davranarak enkaz kaldırma çalışmalarına başladı. Bu yardımlar arasında en göze çarpanlar ise Hıristiyan Batı’nın yaptıkları idi. Tabiî Yahudi İsrail’le Budist Kore’yi de unutmamak gerekiyor. İslâm Birliği kurup ülkemizi bu birliğin lideri yapacağını söyleyenlerin bu durum karşısında yüzlerinin nasıl bir renk aldığını bilmem ama benim şahsen tüm Avrupa halklarının desteğinden ötürü gözlerim doldu. Yunanistan ve Rusya’nın tavrında ise anlayanlar için çok iyi dersler vardı. Yunanistan’da halkın hükümetten bağımsız olarak yardım kampanyaları başlatması, kimsesizlere sahip çıkmak için Türkiye’ye telefon yağdırması her türlü övgünün ötesinde örnek davranışlardı. Ama Yunan askerî yardımını casusluk paranoyası ile reddeden, Rusya’nın acil yardımını Amerikalılar’ın uzaklardan gelen gecikmiş yardımı ulaşıncaya kadar bekleten hükümetimizin performansı ise parmak ısırtan cinstendi.
Devlete yaslanıp suç işleyen çeteler, yani Susurluk’ta ortaya çıkan cerahat, yasadışı para kazanma ve rant kolaylığının rastlantı sonucu ortaya çıkmış bir örneği idi. Bu deprem bize cerahatin tüm ülkeye yayılıp, kent rantı denen kocaman bir ur haline geldiğini gösterdi. Bu ülkenin “en milliyetçileri” olarak ortalığı kana bulayan azılı katillerin, kumarhane mafyasıyla işbirliği yapan bir rant ve vurgun çetesi olduğu zaten bilinen bir gerçekti; ama ben devlete söz söyletmeyen zevâtın tüm ülkeyi parselleyen rant ve çıkar çevreleriyle ne kadar içli dışlı olduğunu bu deprem sayesinde anlamış bulunuyorum. Susurluk düğümü bir araba kazasıyla çözülmüş, bu depremle de suç şebekesinin her türlü pisliği ortaya saçılmıştır. Depremden sonra çetelere af çıkartma iradesinin başka bir psişik izahı yoktur.
Ne yazık ki, bu ülkede suçlular ancak tesadüflerin ve doğanın gazabının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak suçlular öyle güçlüdürler ki, onların suçlarının ortaya çıkması masumların felâkete uğraması pahasına gerçekleşmektedir.
Deprem bir doğa olayı olsa da, deprem bölgesine imar izni verenler pişkin bir şekilde bu felâketi Allah’a bağlıyorlar. Şahsen ben sayısız bebeği (uyurken meleklerin onları zevkle seyrettiği söylenen minikleri) anne ve babasız bıraktığını düşündüğüm bir Tanrı’ya inanmazdım. Ama babasız büyüyüp de, bir depremde tüm çocuklarını ve karısını kaybeden bir adamı -tıpkı kızma birader oyunundaki gibi- başa döndüren eğer Tanrı ise dindar olmanın bir anlamı bulunamazdı.
“Depremde yıkılmayan evlerin üzerinde Allah yazıyormuş” türünden tevâtürleri yayanlar da, bunlara inananlar da, bu ülkede irrealitenin günlük bir olay haline geldiğinin ispatıdır. Bu dinci sabuklamalara karşı gösterilen toleransın artık insanı bezdirecek boyutlara geldiği ve bundan sonra bu tür sabuklamalara karşı bilimsel bir direniş hakkının doğduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Dinci partinin eski lideri, utanmadan, sanki Tanrı’dan işitmiş ve onun sözcüsüymüş gibi bu depremin ondan geldiğini, yolunu şaşıranlara bir uyarı olduğunu söyledi. Dinci televizyonlar “uyurken gelecek olan gazaptan” söz eden ayetleri, sanki insanların acısıyla alay eder gibi yayınlayıp Tanrı’yla insanlar arasında bir tür mesaj taşıyıcı rolüne soyundular. Dinciler İmam Hatipleri kapatan askerlerin başına binanın çöktüğünü söylerken, ellerini oğuşturma isteklerini zor bastırır gibiydiler.
Bütün bunlar bir fikir enkazı değilse nedir?
Din bezirganlarının, mafya babalarının, müteahhit çıkarlarını kollayan partilerin, devleti korumak adı altında faaliyet gösteren eroinci çetelerin, halkın parasını uğruya yedirenlerin, kırk yıldır tepemizde öbeklenmiş ihtiyarların artık hep enkaz olarak kalmalarının zamanı gelmedi mi? Halk “yeter” diye daha ne kadar bağıracak?
İronik ama şu da doğru: Halkımız bizi yönetenlere “gidin!” dese de, bu sözüne kendisi bile inanmaz haldedir. Çünkü hem ne gidin denenler gidecek, ne de gelin diyenler bunu istediğinden emin olacaktır. Bu yüzden bu halk cemaat olmaktan çıkıp cemiyet ilişkilerini öğreninceye kadar duygusal bir şamar oğlanı olarak kalmaya mahkûmdur.
Çünkü bu halk kendisini eşşek gibi çalıştıran, kalın bir sopayla döven, döşek yerine hasırda yatıran zalim babanın bayram günü elini öptürme lütfu karşısında duygulanan küçük bir çocuğa benzer.