Acı ve büyük bir felaket yaşadık. Öncekilerden farklı olarak gazete ve özellikle televizyonlar depremi bütün çıplaklığıyla evimize taşıdı. Hiçbir eleştirel imâ taşımaksızın, basın sayesinde depremin naklen yaşandığı söylenebilir. Naklen deprem, hepimizi derinden etkiledi ve toplumumuz iki baskıyla apansız yüzyüze geldi.
Depremin hemen sonrasında -temelinde bütünüyle insanî bir duygu olarak- toplumun her kesiminde uyanan yardım elini uzatma isteği bir anda deprem alanında aktif çalışmak üzere bölgeye -örgütlü ya da örgütsüz- ulaşma histerisine dönüşüverdi. Aslında bölgeye gitme arzusu sadece depremin çıplak gerçeğiyle yüzleşmemizden değil ortaya atılan önemli bir tartışmadan da kaynaklanıyordu; “devlet çökmüş”tü.
Yazılı basının “çöktük” mealindeki sekiz sütuna manşet başlıklarını televizyon programları izledi. Ünlü bir sunucumuz yakın geçmişte başbakanlık da yapmış olan bir siyasi parti liderimize açılış sorusunu sesini olabildiğince yumuşatıp, anlayışlı gözlerle bakarak sordu: “Sahi Sayın ... devlet neden çöktü?”
Tartışmaya hepimiz balıklama atladık. Herkesin, her kesimin söyleyeceği bir şeyler vardı. Bir kere devlet kademelerinde zaten tüm işlerimiz aksıyordu. Üstelik deprem sonrasında ya deprem bölgesine bizzat gitmiştik ya da kendisiyle empati düzeyimiz yüksek bir yakınımız gitmişti. Bu imkânlara! sahip olmayanların da geçmiş depremlerden tecrübeleri vardı. Bir anekdot bolluğudur gırla gidiyordu. Tekil olaylardan genelliyor, aynı genellemelerden başka olayları hatırlıyor, hatırladıkça öfkelenip, öfkelendikçe hatırlıyor ve ikinci histeri kriziyle bağrışıyorduk/bağrışıyoruz: “Devlet çöktü”.
Artık çöken devleti cisimleştirmemiz gerekiyordu. Kurgusu tamamlanan oyunun baş aktörlerini bulmak en kolayı olacaktı ve oldu. Kriz dönemlerinde ilahların istediği kurbanlar olarak -ilahlar kurban eder ya da etmez kendileri bilirdi- günah keçilerimiz hazırdı. Sağlık Bakanı, Kızılay Başkanı, edebiyatçı müteahhit üçlüsü -kimi zaman isteyerek kimi zaman da istemeyerek- sahneye çıktılar. Kurgusu tamamlanmış, oyuncuları sahneye çıkmış, sahnesi doğal oyunun son perdesinde ülkemizin alışılageldik korosu da ezeli ilahisiyle desteğini vermeyi ihmal etmedi. “Unutmadık”, “unutturmayacağız”.
İlk hafta içinde yetkililer depremzedelerin artık şikayet sınırını aşan ifade biçimlerini, alî devlete yaklaşan vakur bir tavırla depremin yarattığı psikolojik etkilenmelere bağlayarak psikolojik bilimler literatürüne önemli katkılarda bulundular. Depremzedelerin haklı şikâyet ve öfkeleri, tüm gerekçeleriyle birlikte basın tarafından kamuoyuna olanca çıplaklığıyla sergilenince ortalık karıştı. En karikatürize örneğinin, televizyonların şakır şakır naklen yayın yaptıkları saatlerde -depremden 12 saat sonra- Başbakan’ın deprem bölgesinden Ankara’daki yetkililerle haberleşememesi biçiminde tezahür ettiği aksaklıklar zincirinin, depremin zaten moral olarak sarstığı bir toplumda zihinleri de sarsarak devlet odaklı tartışmaları başlatması kaçınılmazdı. Tartışmaların gidişatı toplumun siyaseten bir hesaplaşma sürecine girdiğinin işaretleriyle dopdolu.
Amacım devletin tanımı ve niteliği, devlet-birey, devlet-toplum ilişkileri gibi yönleriyle “Devlet” tartışmasına girmek değil. Üzerine kütüphaneler dolduracak hacimde kitaplar yazılmış bir konuyu tartışmak bu yazının sınırlarını aştığı gibi mesleki formasyon olarak benim de haddimi aşıyor. Depremin büyük yıkıma neden olduğu Gölcük’e 3. gün ulaşabilmiş ve yine mesleği gereği bölgede çalışmış bir dizi hekimle tartışma, görüşme imkânı bulmuş bir hekim olarak, gözlemlerim ve tartışmalarımdan da yararlanarak felâketin daha çok sağlık tarafını tartışmak istiyorum.
Depremin üçüncü ve dördüncü günlerinde en önemli eksiklik etkili bir bölge içi haberleşmenin, bilgi ağının kurulamamasıydı. Sivil ve askerî devlet görevlisi, özel sektör görevlisi ve gönüllülerin oluşturduğu sağlık mensuplarının tüm çalışma azimlerine karşın, adreslere ulaşmak bile kentin ana nirengi noktalarını içeren basit bir krokisinin çoğaltılıp dağıtılamamasından ötürü sorun haline gelmişti. Felâketin akut döneminde, dakikaların hayat kurtardığı anlarda bu eksiklik çok önemliydi. İşin daha da ilginç yanı tüm deprem bölgelerinin kapı numaralarına kadar kroki ve nüfus bilgilerini içeren bilgisayarlı haritalara sahip bir şirketin, kriz masasına bu bilgilerin kullanılmasını önermesinden sonra, değil akut dönemde, depremden üç hafta sonra bile kullanılamamasıydı. Önceden hazırlıklı olmakla aşılabilecek bu eksiklik daha çok lojistik önem taşımak ve doğrudan sağlıkçıları ilgilendirmemekle birlikte sadece sağlık değil, tüm diğer çalışmaları aksatıcı nitelikteydi. Bu eksiklik sağlık ekiplerinin karşısına yoğun bir trafik keşmekeşi, gereksiz zaman ve güç kaybı olarak çıktı.
Aynı biçimde ekipler arası haberleşmenin sağlanması, gerçekleştirilmesi bir yana düşünülmesi bile lüks! bir olanaktı. Kişisel cep telefonları dışında çözüm yoktu.
Bölgedeki sağlık ekiplerinin sahip olduğu insan gücünün sayısal ve niteliksel durumu hiçbir otorite tarafından bilinemiyordu. Ne yapacağını bilemeden ortada dolaşan, verilecek her işi yapmaya yürekten hazır gönüllü gençleri de koordine ederek yardımcı insan gücünü arttırmaktan vazgeçtim, az ya da çok belli bir çalışma disiplinine sahip olarak bölgeye gelen sağlık ekipleri, önce iradesine tabî olacakları bir otorite arıyorlar, bulamayınca da kendi inisyatifleriyle işe koyuluyorlardı.
Hekimlerin haberleşme dışındaki lojistik destekleri (tıbbi araç ve gereçler, ilaçlar vb), sorunun ortaya çıktığı anda yaratılan çözümlerle sağlanıyordu. Malzemelerin depolanıp tasniflendiği birkaç merkezin oluşturulması kimsenin aklına bile gelmemişti. Kimde ne varsa öbürüne vermek, öncesinde aramayı gerektiren hayli sıkıntılı bir süreçti. Askerî hastanenin elinde bulundurabildiği her türlü malzeme için tüm gücüyle yardım verici desteği sorunu çözmüyordu. Devlet Hastanesi bahçesinde ise bir düzenleme yapılamamıştı. Bırakılmak istenen malzemeler “şuraya bırakıver” tavrıyla karşılanıyordu.
Tüm sağlıkçılar gördükleri her olaya kendi görgü ve bilgileri çerçevesinde müdahale ettiler. Başka nasıl olabilirdi konusuna birazdan değineceğim.
Kendi mesleğinde her türlü dramatik ve ağır tıbbi bozukluklara cerrahi müdahaleleri, gerektiğinde en ilkel koşullarda bile gerçekleştirmiş hekimlerin, depremin yıkıcılığı karşısında zaman zaman donup kalarak inisyatifsiz kalmaları, afet durumlarına yönelik özel eğitim eksikliğinin canlı bir göstergesiydi.
Bölgeye gelen hekimlerin tümüne yakını tedavi edici tıp dallarının mensuplarıydı. Bölgede çıkması olası salgın hastalık, alınması gerekli hijyenik önlemler konusunda bir çalışma ya da akut dönem olduğunu düşünürsek en azından bir planlama söz konusu değildi.
Kentin önemli bir sağlık merkezi olan askerî hastane depremden sonraki ilk saatler içinde binlerle ifade edilecek bir yaralı ve ölü akımına marûz kalmış, bu dönemi izleyerek kurulan hava köprüsüyle tüm yaralıların etkili biçimde nakli sağlanmıştı. Tüm imkânlar asker, sivil, gönüllü elbirliği içinde kullanılabiliyordu. Aynı akına devlet hastanesi de uğramıştı. Bu merkezlerin aslî görevlileri belki de geride kalan yaşamlarında bir daha karşılaşmayacakları bir mesleki travmanın etkisi altındaydılar. Kendi yıkılan evini görme fırsatını bulamadan çalışmaya devam eden hekim, hemşire ve yardımcı sağlık personeliyle karşılaşmak hüzün vericiydi.
Depremin ikinci haftasından başlayarak psikolojik bozuklukların önemi medyatik, şarlatanlık, bilimsel ve akademik tüm çehreleriyle basında sergilendi. Televizyonda telepsikoterapiler uygulandı. Üçüncü hafta bölge psikolog akınına uğradı.
Bir grup hekimin kişisel deneyim ve gözlemlerini yukarıda genelleştirerek, bir tartışmanın ipuçlarını oluşturacak biçimde vermeye çalıştım.
Önce depremin akut döneminde -ilk bir hafta olarak kabul edebiliriz- sağlıkçıların yapabileceklerini tartışmak gerekli. Bölgeye sağlık görevlilerini hiçbir rasyonel planlama yapmadan sevketmek, işlerini “mış gibi yapan” Soğuk Savaş dönemi yöneticilerinin yönettiği ülkelerin kaderi olsa gerek. Körfez krizi sırasında Sağlık Bakanlığı’nın bölgeye hekim ve hemşire sevki de aynı akıbete uğramıştı. Ülkenin değişik yörelerinden gelmiş hekim ve hemşirelerin Ankara’da iki gün tutulduktan sonra ne yapacağını bilemez halde Ankara Hekimevi’nde bekleşirken, içeri giren otobüs şoförlerinin “hadi herkes otobüslere” çağrısıyla otobüslere doluşuvermesi, rahmetli Aziz Nesin’i bile şaşırtabilecek gerçeküstü bir tabloydu. Tüm ekipler birkaç kişinin araya girmesiyle otobüslerden indirilmiş, Bakanlık aranmış, yetkililerin karşı çıkmalarına rağmen aksi takdirde gidilmeyeceği söylenip, görev belgeleri güçlükle alınarak bölgeye gidilmişti. Personeline ne yapacağını söyleyemeyen, eline görev belgesi vermeden göreve gönderen anlayışın daha da vahim biçimde devam etmesinden doğal ne olabilir?
Basının verdiği demeçler nedeniyle Sağlık Bakanı’nın üzerine gitmesi, istemeden de olsa olayın gerçek yüzünü saklamaya yarayan bir hedef saptırmadır. Bu demeçler verildiyse, felâketin büyüklüğünü ve yapılacak işlerin önem ve zorluğunu düşünerek “üslubu beyan aynıyla insan demek” yeterli olmalıdır. Amacını ve fonksiyonunu yitirmiş bir kurumun başına üç ay önce gelmiş bir yetkiliyi kurban etmenin mantığı yoktur. Bakan istifa etseydi ya da Sağlık Bakanlığı’nın başında Türk Tabipleri Birliği Başkanı olsaydı sonuç farklı mı olacaktı?
Lojistik hizmetleri planlanamamış, tüm hizmet vericilerin bir otoriteler zincirine bağlanamadığı bir felâketle başetmekle, asker sayısını, cephanesini bilmeyen, üstüne üstlük cepheyi tanımayan bir kurmay heyetinin savaş yönetmesi arasında sonuçları itibariyle fark olabileceği düşünülebilir mi?
Depremin akut döneminde canlı kurtarma çalışmaları dışında kurtarılanların etkili bir nakil zinciriyle ana merkezlere sevkedilmeleri gereklidir. Bu sorun ülkemizde çoğunlukla askerî otoritenin olanaklarıyla sağlanmaktadır. Ancak sivil otorite ile askerî otorite arasındaki kopukluklar aksamalara yol açmaktadır. Bu konunun sıkıyönetim yasası, olağanüstü hal yasası ya da afet yasası gibi son derece geniş yetkilendirme ve sorumlulukların ayrıntılı olarak düzenlendiği yasalarla ele alınarak yeni bir eşgüdümün sağlanması ve önceden hazırlıklı olunması şarttır.
Akut dönemde canlı olarak kurtarılıp büyük merkezlere sevkedilen hastaların bir bölümünün kaybedildiğini biliyoruz. Sevkedildikleri bölgelerde kuşkusuz tıbbın tüm olanaklarının seferber edildiği hastaların, acaba kurtarıldıkları anda yapılacak ilk müdahalelerin bilinçli olmasının sağlanmasıyla, yaşama oranları daha da yükseltilebilir miydi? Burada kastedilen deprem bölgesine gelen tüm hekimlerin hastaları aynı protokolle değerlendirmeleri gerekliliğidir. İlk sorun felâketi hemen izleyen saatlerde yapılması gerekenlerdir. Hangi felâket tipi olursa olsun, yaralı ve ölü sayısının çok yüksek olduğu tüm felâketlerde, hiçbir organizasyon ilk dakikalar ya da saatler içinde olaya hazır olamayacaktır. Olay yerinde hazır olan hekimlerin çok kısa zaman dilimlerinde karar verme, hattâ zaman zaman -acı olmakla birlikte- eldeki olanaklara göre hastaları ayırdederek tercih yapma görevleri vardır. Söz konusu zorunluluk, hangi dal hekimi olursa olsun, tüm hekimlerin böylesi bir eğitimden geçmiş olmalarını zorunlu kılmaktadır. Ülkemizde Tıp Eğitimi sırasında böyle bir yaklaşım söz konusu değildir. Var olan müfredat-lar-dan örnekler gösterilerek böylesi bir eğitimin varolduğunu iddia etmek gerçekleri değiştirmez. Olağanüstü durum koşulları gözönüne alınarak tıp öğrencilerinin bu yönde de eğitilmeleri şarttır ve gerekli önlemler bir an önce alınmalıdır. Bu konuda tıp fakülteleri ve Türk Tabipleri Birliği yöneticilerine büyük görev düşmektedir.
İkinci ana sorun felâketin ilk saatleri atlatıldıktan sonraki sağlık müdahaleleridir. İlk bir hafta sonuna kadar yoğun biçimde göçük altından canlı kurtarılabilmektedir. Bu yaralılara ilk müdahaleler yapılıp, nakil olanaklarına göre belli bir süre gözlem altında tutulduktan sonra ileri merkezlere sevkedilmekte, sevkedilenlerin bir bölümü de bu merkezlerde kaybedilmektedir. Yaşadığımız son depremden sonra kaç yaralının hangi nedenlerle tedavi edildiği, ilk gözlem altına alındıklarında hangi tedavilerin uygulandığı ve en azından hayatî belirtilerinin durumu, kaçının sevkedildiği, sevkedilenlere hangi tedavilerin uygulandığı, ne kadarının kaybedildiği ve kaybedilme nedenleri belirlenmelidir. Korkarım ki, kronik kayıt yetersizliği hastalığından muzdarip olan Türk tıbbı, bu depremden sonra bu bilgileri biraraya getiremeyecektir. Özellikle depremlerde yaralılarda yumuşak doku ezilmesine bağlı öncelikle böbrekleri etkileyerek yaşam kaybına neden olan özel bozukluklar ortaya çıkmaktadır. İlk değerlendirmelerin standart form ve derecelendirmelerle yapılması, ardından yapılan derecelendirmeye uygun ilk tedavinin uygulanması canlı kurtarılanlarda yaşama yüzdelerini arttıracaktır. Her depremde sonuçların bilinmesi, bir sonrakine hazırlığı ve tedavi protokollerinin daha üst düzeye yükseltilmesini sağlayacaktır. Böylesi bir yaklaşımın gerçekleşmesi, tıp eğitimi sırasında bu bilgilerin verilmesini, uzmanlık eğitimi döneminde bilgilerin yenilenmesini ve akademik dereceleri her ne olursa olsun mezuniyet sonrasında belli aralıklarla bu bilgilerin tüm hekimlere ulaştırılmasını gerektirmektedir. Bu ise, üniversitelerin, Sağlık Bakanlığı’nın, Tabip Odaları’nın eşgüdüm ve tüm hekimlerle organik bağ içinde olmasını sağlayan mekanizmaların kurulmuş ve çalışıyor olması demektir. “Üçüncü binyıl”, “yeni millennium”, “21. yüzyıl”, “bilgi çağı” sakızlarının herkesin ağzında olduğu günümüzde bile hayal gibi değil mi?
Depremin kronik döneminde ise -ilk bir hafta sonrası olarak kabul edebiliriz- halk sağlığı uzmanlarının saha çalışmaları büyük önem kazanmaktadır. Tıp fakültelerimizde halen halk sağlığı dersleri, diğer dallarca önemsiz bulunan, öğrencilerce pek hazzedilmeyen dersler konumundadır. Formalite olarak uygulanmaktadır. Fırsat elimizde. Zararın neresinden dönülse kâr. Tüm üniversitelerin halk sağlığı kürsüleri, en azından yaşadığımız şu felâket için biraraya gelip alan çalışması yapamazlar mı? Böylece bölgede olağan koşullarda bile şikâyetlere konu olan ve artık ağırlaşmış koşullarda verilecek sağlık hizmetlerinin planlanması daha akılcı olabilecek, Sağlık Bakanlığı ve yardım gönderen kuruluşlarla işbirliği içinde sağlık hizmetleri daha etkin biçimde verilebilecektir. Üniversitelerin yardım biçimleri bu depremde yaşadığımız gibi, önünden geçenin üstüne üstüne gelen dev üniversite amblemleri asılmış çadırlarda iki-üç hafta süreyle rutin poliklinik hizmetleri verip ardından tası tarağı toplayıp geri çekilmek midir? Ülke yönetimine dair siyasî parti manifestolarını aratmayan anlı şanlı senato kararları alan, demeçler veren rektörlüklerin, ülke yönetimi dışında aslî konularına dair bilgi üretmeleri gerektiğini unutup, tüm kuruluşları hareketlendirecek bilimsel yaklaşımları gerçekleştirememeleri büyük bir bilimsel aczin ifadesidir. Bilimsel etkinlik sadece yurtdışı dergilere yapılan yayınlarla değil, hayata uygulanan rasyonel pratiklerle de ölçülür. Bu alanda tüm üniversitelerimiz sınıfta kalmıştır. Böylesi bir çalışma belki de bu yazı sınırları içinde sözünü edemediğimiz depremzedelerin yaşam zorluklarına neden olan diğer çalışmaların da koordine edilmesine bir nebze olsun yardımcı olacaktır. İlk basamak sağlık hizmetine çok önem verdiğini belirten, ancak politik taleplerin içinde sıkışmış kalmış Türk Tabipleri Birliği yöneticileri, Sağlık Bakanlığı’na ve diğer kuruluşlara küskünlüklerini bir kenara bırakıp suçlayıcı demeçler verme ya da deprem bölgelerine gözlemci! gönderme yerine, böylesi olumlu bir çalışmayı başlatıcı ve yapıcı bir rol oynamayı düşünebilirler mi acaba?
Depremin ikinci ve üçüncü haftalarında ülkemizdeki klinik psikolog! bolluğu nörolojik bilimlerle uğraşan bir hekim olarak bana kıvanç verdi. Bölgeye giden psikologların “akut stres reaksiyonu” ya da “post travmatik stres sendromu” üzerinde çalışmış olmalarını beklememekle birlikte, en azından klinik deneyimi olan psikologlar olduğuna inanmak istiyorum. Depremzedelerle birebir ilişkideki psikologların, medyada sürekli yer alan derneklerinin yöneticilerince hazırlanmış, hastalara yönelik standart değerlendirme formlarına sahip olduklarını, hastalara nasıl yaklaşmaları gerektiğini önceden hazırlanmış bir karar ağacına uygun olarak bildiklerini, bölgeden dönüşlerinde değerlendirme ve uygulama sonuçlarını derneklerine teslim ederek önemli çalışmalar başlatacaklarını, bu yolla ilk basamakta baktıkları hastalarını daha da ileri tedavi için yeniden değerlendirebileceklerini, çalışma verilerinin bundan sonrasında yaşanması olası bu tür felâketlerdeki psikolojik bozukluklara yaklaşım konusunda ışık tutacağını umuyorum. Televizyonlarda depremzedelerle tele bağlantı kurarak onlara yardımcı olan psikiyatristlerin, bu yepyeni teşhis ve tedavi yöntemi konusunda ilk ulusal psikiyatri kongresinde tüm meslektaşlarını aydınlatacaklarını düşünüyorum.
Ülkemizde son yüzyıl içinde her birbuçuk yıla bir büyük depremin düştüğü belirtilmektedir. Hepimiz sürekli şikâyet ediyoruz. Bu gerçekliği de biliyor ve en acısı yaşıyoruz.
Bu gerçekliği bilen siyasîlerimiz suçludur. Ülke yönetiminde kırk yıldan bu yana siyasetin yönetimindekiler, felâket durumlarında bırakın yardım güçlerini kendi haberleşmelerini bile sağlayamamaktadırlar. Kamuya karşı suç işlemişlerdir.
Bu gerçekliği bilen üniversitelerimiz suçludur. Bir deprem alanı olan ülkemizde gerekli bilgileri üretememekte, yeni kuşakları eğitememekte, toplum içinde bilgi üretip yayamamaktadırlar. Devlete ve millete karşı suç işlemişlerdir.
Bu gerçekliği bilen meslek kuruluşlarımız suçludur. İşlerine geldiği zaman kendi kitleleri üzerinde etkin olabilmek için devletten yetki isteyen yarı resmî meslek kuruluşuna dönüşmekte, sürekli eleştirdikleri -suçladıkları- devlet kuruluşları kadar bile demokratik olmayan tepeden inmeci -demokratik merkeziyetçi dedikleri- mekanizmalarla yönetilmekte, işlerine geldiğinde başkalarını suçlayıp sivil toplum örgütü görüntüsüne bürünmektedirler. Millete karşı suç işlemişlerdir.
Bu gerçekliği bilen hekimlerimiz suçludur. Meslek odalarımızda bile etkili olamamaktayız. Milletimize karşı suç işledik.
Bu gerçekliği bilen mühendis ve mimarlarımız suçludur. Meslek odalarında bile etkili değillerdir. Kamuya karşı suç işlemişlerdir.
Bu gerçeklikleri bilen halkımız suçludur. Tüm bu felâketleri yaşamalarına rağmen depremde yıkım kararı alınan evlerinin çatlaklarını sıvayıp satmaya çalışmakta, komşusunu açıkta bırakma pahasına kiraları yükseltmekte, yandaki yıkıkta komşusunun canlı yakını varken kendi ölülerini yıkıktan çıkartmak için kurtarma ekiplerine yalan ihbarda bulunmaktadır. Bilime değer vermemekte, kurnazlığı aklın önüne geçirmektedirler. En büyük suçu işlemişlerdir. Kendilerine karşı suçludurlar.
Ülkemizdeki en zehirleyici sözlerin “unutmayacağız”, “unutturmayacağız”, “kalplerimizde yaşatacağız”, “........ ler ölmez” ve benzerleri olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki ......ler ölmektedir. Ölenler kalplerimizde yaşamamakta, toprak altında çürümektedir. Unutmamamız değil unutmamız, unutturulmaması değil unutturulması gerekmektedir. Bu sloganlar insanları, akılcı yaşamaya değil ölmeye, önlem almamaya iten sözlerdir. Böylesi bir felâketten, bir sonraki için ders çıkartıyor, bilimsel veriler elde ediyor, bu verileri bilgiye dönüştürüp topluma yayıyor, gerekli önlemleri alıyorsak o zaman ölenleri unutturmamış oluruz. Bir yandan da daha güvenli bir gelecekte yeni bir felâkete daha hazır olarak geçmişin izlerini silebiliriz. Aksine bağırışlar şu veya bu politik amaca matûf slogan atmaktan, kurnazlığı aklın önüne koymaktan öte gitmez.
Öyle hissediyorum ki, depremden sonra hepimiz önce kendimizi suçladık, sonra vicdan azabımızı devlet çöktü diyerek hafiflettik. Çökenin devlet değil kendi yaşam kültürümüz, eğitim sistemimiz olduğunun farkına vardık. Aslında daha önce de farkediyor, ancak kötü rüya görenlerin ataleti içinde kıpırdayamıyorduk. Ne yapabiliriz sorusunun yönlendirmesiyle ilk elde deprem bölgesine hücum ettik. Yapılması gereken bu güdümüzü koruyarak işin arkasını getirmektir.
Sevgili okuyucu.
Kurgusu tamamlanmış, oyuncuları sahneye çıkmış, sahnesi doğal, korosu “unutmayacağız” ilahileri söyleyen oyunun, ilginç bir yanı var. Yönetmeni tek değil. Tam tamına altmış milyon. Sen hangi perde, kaçıncı tabloda rol aldın?
Sahi, kendi işyerinde ya da evinde yangın çıkar ya da ani bir depremle sallanmaya başlarsan ne yapacağını biliyor musun?