Rem-de: What is the Matrix?

Sözcükler, ardarda ve hızlıca tekrarlandığında anlamını yitirmeye, dönüşmeye başlar. Ölüm sözcüğünü hızlıca tekrarlamayı deneyin, bir süre sonra ağzınızdan çıkan sesler daha çok “lüm-ö”yü andıracaktır. Ya da “enkaz” sözcüğünü, onuncu söyleyişinizde “kaz-en” dediğinizin farkına varacaksınız. Birçok sözcük için deneyebilirsiniz bunu. Ama cümleler, tekrarlanmaya karşı farklı bir tepki verir. Örneğin “Ali öldü” cümlesini on kez tekrarlarsanız “Öldü Ali” demeye başlarsınız. Cümle anlamını kaybetmez, yalnızca tersine döner. Ama Ali dönmez. Cüneyt ve Ayşe Cebenoyan’ın küçük oğlu Ali’yi depremde yitirdik. Anneannesi ve dedesiyle birlikte.

“Böylece kehanet gerçekleşmiştir: Göstergenin en yüce işlevinin gerçekliği ortadan kaldırmak ve aynı zamanda bu kayboluşu perdelemek olduğu bir dünyada yaşıyoruz... Günümüzde kitle iletişim araçları da farklı bir şey yapmıyor” (Jean Baudrillard, Kusursuz Cinayet.).

Kanal 6’nın kapatılmasına neden olan klip “oynuyor”. Ardarda eklenmiş dramatik deprem görüntüleri üzerine okunan ses, müteahhitlere, belediyelerin denetim uzmanlarından başlayarak sivil otoritenin her kademesine aşağı yukarı hakaret ediyor, onlardan hesap soruyor. Belli ki, akıllı bir “medya insanın”, “Abi nabzı yakalayalım. İsyanı falan yansıtalım” gibi bir cin fikri üzerine yaratılmış bir başyapıt. Trajik görüntüler ardarda, birbiri içinde eriyerek, fonda müzikle akıtılıyor. Neredeyse hiç doğal ses yok. Etkinin yükselmesi istenen yerlerde müzik bayağı kreşendolara tırmanıyor. Arkadaki ses, yapıntı bir öfke ve duygusallıkla bağırıp duruyor.

Ve ben RTÜK’ün kapatma kararını müthiş entellektüel tartışmalar sonucu verdiğini, kararın gerekçesinde Baudrillard, Berger, Barthes, Deluez’den göstergeler ve görüntüler dünyasına ilişkin alıntılar olabileceğini düşünüyorum. Çünkü Kanal 6’nın klibi, tam da alıntıda sözü edildiği gibi gerçeğin gösterdiğini vurgulayarak “gerçekliği ortadan kaldırıyor”. Ama beceremediği bir şey var, bu ortadan kaldırışı perdeleyecek kadar becerikli bir biçimde yapılmamış. Eğer RTÜK göstergeler imparatorluğunu korumaya yeminli “görüntü bilgelerinden” olmuş olsaydı, sanıyorum Kanal 6’yı bu beceriksizliği ve yavanlığı yüzünden kapatırdı. Çünkü göstergeler, gerçeğin ortadan kaldırıldığını gizleyebilecek kadar yetkin ve kurnazca kullanılamamış. Ki biz buna “habercilik etiği” diyoruz. Şöyle ki...

RTÜK elbette Kanal 6’yı bu türden kaygılarla değil, devletin kutsal kişiliğini tahkir ve tezyif falan gibi gerekçelere benzer nedenlerle kapattı. Eğer benim disütopyamdaki gibi olsaydı,, diğer kanallara da gerçeği ortadan kaldırırken ya da gölgelerken ortaya çıkan beceriksizliklerinden dolayı da en azından uyarı cezaları vermek zorunda kalırdı. Çünkü sadece Kanal 6 değil, diğer kanallar da depremle ilgili haberlerinin başında yayımlamak için 10-15 saniyelik “teaser”lar hazırladılar. Teaser, televizyonda gelecek programı haber vermek için yapılan küçük kurgulara verilen ad. Anlamlarından biri ve bizim dikkate alacağımız ise, “iştah açıcı”. Yani “Biraz sonra size en etli, en kanlı canlı haberleri biz vereceğiz, bizimle kalın (stay tuned)!” demeye gelen kurgu parçaları. Teaser’a son yıllardaki en iyi örnek Show TV’nin haber bülteni teaser’ı: “Nerede bu devlet? Nerede bu insanlar!” İştah açıcı olması babından da bu teaser’larda bol bağırtılı, bol cayırtılı görüntüler ve doğal efektler kullanılması görüntülü dünyanın şanındandır. Ve gerçeğin, -her ne demekse- görüntünün hipnotize edici, kendi gerçekliğine kurban edildiği en çarpıcı nokta da burasıdır. Teaser yayına girer ve siz kendinizi “Gerçek bir hikâyeden alınan” (based on a true story) filmi izlemeye başlarsınız. Tıpkı deprem haberlerinden, daha ilk günkü görüntülerden apar topar derleyip bütün kanalların haber bültenlerinin başına koyduğu gibi. Daha film bitmedi. Kanallar “malı yemeye” (haberi kullanmaya, yayımlamaya-haberci deyimidir) devam ediyorlar. Onlar malı yiyecek, biz de yeni bir film vizyona girene değin bu oburca tıkınmayı izleyeceğiz. Bu tıkınma süresince gerçeği ortadan kaldırdığını perdeleyebilecek kadar “kaliteli” yayın yapanlar habercilik etiğine uygun davranmış olacak. Perdeleyemeyenler ise “bayağı, kaba, yaygaracı” olarak suçlanacak.

KAÇIŞ YOK!

İşin içine görüntü girdiği andan itibaren haberciler açısından bu kurgulanmış, sinematografik gerçeklikten kaçmanın imkânı yok gibi. Elinizde her yanı keskin bir döner bıçağıyla alzheimer hastası gibi dolaşıp duruyorsunuz. Ama tek tehlike, görüntünün doğasından kaynaklanmıyor. Bir de bilgi bombardımanı yoluyla bilgisizleştirme tehlikesi söz konusu. Susurluk’u hatırlayın. İpin ucunu ne zaman kaçırdığınızı? Kaçırdığınız andan itibaren suçluluk duygusu duyanlardan bir kulüp bile kurabiliriz. Bu sizin ilgisizliğinizden, “80 sonrası gelişen toplumsal duyarsızlıktan” falan kaynaklanmıyor. Bu, medyanın bir başka yan etkisi. Bilinçli ya da bilinçsiz yapılabilir hiç farketmez, medya bilgi akıtmaya başladığı, takip edilebilecekten fazlasını vermeye başladıktan sonra “bilgi bombardımanı” başlar.

Bombardımanın ise tek sonucu vardır, bilgisizleşme, bilgisizleştirme. O kadar çok bilgiye boğulursunuz ki, bilgilerinizi karıştırmaya, unutmaya ve bir süre sonra da doğal bir tepki olarak bıkmaya ve ilgilenmemeye başlarsınız. (Örnek: Lisedeki biyoloji dersleri. O kadar çok kemik adı ezberlersiniz ki, insanın bir omurganın üzerinde durduğunu bile unutursunuz.) Medya, bir ruhani topluluk olarak bu yan etkinin çok geçmeden farkına varır. “Susurluk’ta kim vardır?”, “Susurluk bulmacası”, “Susurluk haritası”, “Susurluk ağacı” gibi hatırlatma notlarını hatırlıyor olmalısınız. Basın-yayın organları bunu yapmak zorundadır. Çünkü bir süre sonra uzmanlar dışında kimse olayların akışını anlayamayacaktır. Bilgisizliğin beraberinde getirdiği ilgisizlik, medyanın takip edilmemesi anlamına geleceği için geri dönülüp bombardımanın yeniden açıklanması, anımsatılması gerekir. Çünkü bombardımanı yapan medya, yarattığı ilgisizlikle intihar edecek değildir. Bütün bu süreci hatırladıysanız, depremden sonra “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyenlere de inanmazsınız. Evet her zaman medya için canlı bir haber kaynağı olacak. Bundan bir yıl sonra habersiz kalan birkaç gazetecinin aklına kesinlikle şu fikir gelecektir ve bir sabah gündem toplantısında şöyle bir haber önerisi kesinlikle olacaktır: “Abi, bu Yalova’daki evlere bir baksak. İmar planı, satış var mı falan?”

Bu, “mal çıkarsa” güzel haberdir. Ve medya organı malı yemeye karar verirse biz de “Deprem Dönüyor 2” adlı bir devam filmi izleme şansı bulacağız demektir. “I love this game!” (Bu oyunu seviyorum, NBA’in sloganı)

WHAT IS THE MATRIX?

Çoğu zaman siz bir ‘gerçek’in içinde yeralırsınız ve ertesi gün o ‘gerçek’in gazeteye nasıl yansıdığını görürsünüz. Bu sarsıcı bir deneyimdir, bunu yaşayan insanların gazete ve gazetecilerle ilişkisi sonsuza kadar değişir.”

İsmet Berkan, 13 Eylül 1999 tarihli Radikal’deki yazısında bile böyle diyor, iyi de diyor. Ben de eklemek istiyorum. Gazeteyi açan mağdur (basını izleyen herkes gerçeğin yeniden kurgulanması gibi bir yüksek ahlâk suçunun mağdurudur bana kalırsa) önce afallar. Sonra bilmediği, kendini de etkisiz eleman olarak kapsayan ve mücadele edemeyeceği kadar geniş, güçlü bir yanılsamanın içinde yeraldığını sezer. Ve zavallı Keanu Reeves gibi sorar: “What is the matrix?” (Matriks nedir?)

Matriks, gösterimdeki filmlerden biri. Bugünkü dünyanın 2000’li yılların sonunda oluşturulmuş bir bilgisayar kurgusu olduğu fikriyle çekilmiş. Marifeti, gerçeklik duygusunu, görkemli görsel efektlerle hırpalamaktan geliyor. Reeves de esas oğlan. Matriks, yaşanmakta olan bugünkü dünyayı kurgulayan sisteme verilen ad. Matriks, “bir cisme şekil veren, dayanak olan şey” demek. Matematikteki anlamı ise, “değişkenler arasındaki ilgiyi gösteren tablo”. Filmde her ikisinin birden kasdedildiğini sanıyorum. En azından Türkiye medyası ve genelde medya için kullanacak olursak matriksin her iki anlamı aynı anda geçerli. Türkiye medyası deyip geçmeyin. Bugün dünyada teknolojik gelişme ve etki alanı bakımından güçlü medyadan biri de bizimkisi. O kadar ki, Baudrillard’ın “insanların acılarının anında reklam filmine dönüştürülmesi bile olanaklı olacak” diye kurduğu geleceğe dönük cümle, bizim için şimdiden gerçekleşmiş durumda. Reha Muhtar’ın “Acı var mı acı?” diye bağırdığı karelerin aynı kanalın reklamı haline geldiğini kim reddedebilir? Bu yüzden artık Türkiye medyası için yavuz dilli, alaya alan, yerden yere vuran eleştirilerden sıyrılıp sormak gerekir.

What is the matrix?

SABIRLI ENTELLEKTÜELLERE BİR ÖNERİ

Önereceğim incelemeyi ancak sabırlı, soğukkanlı ve Türkiyeli bir entellektüel başarabilir. Türkiye medyasının “matriks”ini bulmak için uzun bir yolculuğa çıkılmalı bana kalırsa. Yani “gerçeğin” kendisiyle, medyaya yansıyan gerçeklik arasındaki ilgiyi gösteren büyük bir tablo. Aynı anda farklı basın organlarındaki yansımalar arasındaki ilgiyi gösteren bir başka tablo. Ve matriksin birinci anlamına dönecek olursak bütün bu yapıntı gerçekliğe “şekil veren şeyi” bulmak için alternatif bir Türkiye medyası tarihi. Siyasal baskılardan, sansürden söz etmiyorum. Sansür, elle tutulabilir, hedefi ve gerekçesi belirli, neredeyse ilkel bir çarpıtma. Benim sözünü ettiğim daha çok, Kanal 6’nın daha kabaca yaptığı, diğer TV kanallarının ve gazetelerin ise daha becerikli bir biçimde üstesinden geldiği filmleştirme, kurgulama operasyonu. Örneğin niye depremin 3. gününden itibaren bütün yayın organları enkaz altından sağ kurtulan çocuk haberleri yaptılar? Haber bültenlerinin başındaki “teaser”lar insanları nasıl etkiledi? Susurluk kamyonunun görüntüsü olmadığı için hemen her kanalda yapılan canlandırmalardan bugün en kalıcı olmayı başarmış olanı hangisidir, neden? Teaser’ı en başarılı olan kanalın haberlerinin inandırıcılık oranı nedir? Gibi mesela... Böyle bir araştırma ’80 sonrası Türkiye medyasının gerçeği yeniden kurgulama konusunda nasıl hızla yetkinleştiğini de gösterecektir.

HABERCİ SAĞLIKLI BİR İNSAN MIDIR?

Hep merak ederim. Atom bombasından kaçan kız çocuğunun fotoğrafını çeken foto-muhabiri işi bitince ne yaptı? Kızı kucaklayıp koşmaya devam mı etti? İlk anda kızı kurtarmayı aklından geçirip “Önce fotoğrafı çekeyim” mi dedi? Yoksa kızı çektikten sonra vizörden daha çarpıcı görüntüler aramaya devam mı etti? “Haberci sağlıklı, iyi bir insan mıdır?” sorusu ölümün, çaresizliğin ve haksızlığın başyapıtlarını sunduğu dönemlerde insanın aklına geliveriyor. Haberci diye öyle bir canlı türü var ki, olayları, durumları izlemekle mükellef. Görevi, olaydan ya da durumdan habersiz insanları bilgilendirmek için bilgi toplamak. Örneğin hayat kurtarmak gereken durumlarda bunu yapmadığı için teorik olarak vicdan azabı duymasına gerek yok, çünkü aslında olayın içinde değil. Ya da insanlarla birlikte çaresizlik içinde paniğe kapılıp telaşlanmaması gerekiyor, çünkü o birazdan en tarafsız bilgiyi diğerlerine ulaştırmak için olay yerinden ayrılacak. Diğer yandan kaçan kızın fotoğrafını çeken foto-muhabirinin olaydan bütünüyle etkilenmediği de düşünülemez.

Mesleğin ilk yıllarında geçiştirilebilecek ama sonraları insanın boğazına basan bir sorun bu. Kurgulamak, olayın kenarında durmak, yaşanan olayların habercinin kendi hayatının içinde değil, iş kategorisinde duruyor olması vs. vs. Hukuk fakültesi ikinci sınıfta gazeteciliğe başladıysanız ve öğrenci eyleminde halay çekenler arkadaşınızsa kolunuzdaki sarı basın kolluğunu cebinize tıkıştırıp halaya katılırsınız. Sonra da halaydan sıyrılıverip kolluğu takıp, sanki her şeyi biliyormuş, olacak olanlara hâkimmiş gibi soğukkanlı duran gazeteci güruhunun arasına katılıverirsiniz. Bunu haber müdürünüz ve polis görmediği sürece pek problem çıkmaz. Ama büyüdüğünüzde bir deprem olur. Kurtarma çalışmasına gittiğini söyleyen bir habercinin daha sonra ekrana çıkıp, en acıklı sesiyle görüntülerle oynayarak gerçeği filmleştirmesini izlerken, haberciliğin bu temel sorununu artık geçiştiremediğinizi anlarsınız. Suçlama değil, bir sorun sözünü ettiğim. Çünkü televizyonda olup bitenleri kabaca tersten okuyunca bir televizyon starının bir başkasına şunu söylemesinin hiç de akıldışı olmayacağını düşünüyorum.

“Abi kadını canlı yayına çıkarttık. Üç çocuğu birden ölmüş. Ağladı tabiî yayında. Benim de sesim titreyince. Ne diyorum sana? Bankalar, makarnacılar, deterjancılar şimdi hepsi bizim reklam departmanının köpeği oldu. Delisin sen. Dene bir kez.”

Ne diyeyim? “It’s show business!” (Gösteri dünyası!)