17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen deprem, yarattığı tarifsiz trajedinin yanında; ülkenin siyasal sistemini, idari yapısını ve hukuksal düzenini içine alan kapsamlı bir tartışmanın başlamasına da vesile oldu. Deprem gibi bir “doğa olayı”nın böyle bir tartışmayı harekete geçirebilmesinin nedeni, ortaya çıkan vahim kayıp tablosunun “doğal” olmayışında yatmaktadır. Enkazların altında can savaşı verenlerin, enkazların dışında bu canları kurtarmak için çırpınanların, bedeni ve/veya yüreği yaralı halde sokakta kalanların bir tek sözcükte toplanabilecek olan çığlıkları, bu tartışmanın da eksenini belirlemektedir: “Nerede bu devlet?” Kuşkusuz “bu devlet” vardı ve bir yerlerdeydi; fakat insanların onu hemen bulacaklarını düşündükleri veya umdukları ya da kendisinin pek sahiplendiği “kerimlik” vasfının gerektirdiği yerde değildi. Üstelik daha önce hep hazır ve nazır olduğu yerlerde yaptığı işler de, bu “doğal afet”in bir “toplumsal facia”ya dönüşmesinde belirleyici rol oynamıştı. Bu çıplak gerçekler, bir zihinsel sarsıntının işareti olarak kabul edilebilecek bir sorgulama sürecini ateşledi. Medyanın, dışsal ve içsel sansürün girdabına henüz kapılmadığı o başlangıç döneminde yansıttığı tablo, Marmara Depreminin bir “siyasal deprem”i de tetiklediği havasını veriyordu. Hepsi de bir şekilde “devlet” meselesine bağlanan tartışma başlıklarına kabaca bakıldığında bile, bir “siyasal depremin öncü şokları”nın gelmekte olduğu görülebiliyordu. Soru ve sorgulama, kısa bir süre sonra, olması gerektiği gibi “nerede”den “neden”e doğru kaydı. Sorgulanan ve sorgulanmaya devam edilmesini şiddetle arzuladığımız konuların üst başlıklarını, devletin işlevi, devlet-birey ve devlet-toplum ilişkisi ile devletin bu ilişkideki konumunu tahkim eden meşruluk temelleri olarak işaretlemek mümkün. Tartışma ve sorgulama sürecinin diğer önemli alan başlıkları arasında, modernleşme projesinin tıkandığı noktalar ya da bu projenin çok boyutlu bilançosu, merkezî idare ile yerel yönetimlerin kentleşme ve imar politikaları aracılığıyla rant ilişkilerinde oynadığı rol, geleneksel kamu hizmeti anlayışı ile neo-liberal akımın bu alandaki saldırılarının anlamı, varlığı kamu düzenini sağlama işleviyle açıklanan kolluk faaliyetine ve örgütlenmesine gerçekte egemen olan zihniyet vb. sayılabilir.
İlk günlerdeki haklı öfkeden beslenen tartışma ve sorgulama heyecanının bir süre sonra durulması doğaldır. Ancak bu durulmanın, aynı zamanda zihnî durgunluğa dönüşmemesi gerekir. İnsan ve vatandaş olmanın asgari sorumluluğu, bu felâketin sadece toplumsal belleğe terk edilmesini değil, ayrıca ve öncelikle toplumsal bilince taşınmasını gerektirir. Bu gereğin ilk ve asli adımı, deprem gibi milyonlarca yıldır tekrarlanagelen ve tekrarlanacak olan bir doğa olayını toplumsal bir felâket ve bir insanlık trajedisi haline getiren faktörleri, aktörleri ve zihniyeti bütün boyutlarıyla tartışmak ve sorgulamaktır. Bu bağlamda, dilimizi, her düzeyde ve her mesleki disiplin çerçevesinde korkulardan, ürkekliklerden, kişisel kaygılardan arındırarak kullanmak gerekir. Bunca insanın yaşamını ve çok daha fazlasının yaşam kurgusunu yitirdiği bir durumda, dili olanların, onu bu şekilde kullanmaktan kaçınmalarını hiçbir gerekçe haklı gösteremez. Bundan böyle, bu ülkenin yurttaşlarının birbirlerine, gözlerini kaçırmadan ve başlarını öne eğmeden bakabilmelerinin başlıca şartı da budur.
Tüm bu nedenlerle, aşağıda imzası bulunan bizler, bu metni; genişleyerek sürmesini umduğumuz tartışma ve sorgulama sürecine, hukuk ve siyaset bilimi çerçevesinde, kollektif bir çabayla katılma ve bu çerçevede üreteceklerimizi paylaşma iradesinin bir ilk işareti olarak kamuoyunun bilgisine sunuyoruz.
Modern devletin kullandığı gücün, önemli meşruiyet temellerinden biri olan “kamu hizmeti” kuram ve uygulaması, deprem sonrası bu kez kaldırılması gereken somut bir enkaz olarak önümüzde durmaktadır. Bununla birlikte bu saptama, “kamu hizmeti”ne yöneltilen ve onu piyasaya havale ederek kötürümleştirme sonucunu doğuracak olan eleştirilerle bir ortaklığı paylaşma anlamına gelmemekte, tam tersine kamu hizmetinin belirlenmesinde ve verimli yürütülmesinde devlet ile toplum arasındaki geleneksel ilişkileri sosyal devlet anlayışı içinde yeniden sorgulama gereğine işaret etmektedir.
Bu tartışmayı, ileride ayrıntılı olarak ele almak üzere erteleyerek; ilk metnimizi, doğrudan hukuksal gibi görünmekle birlikte önemli siyasal sonuçları da olan “deprem sonrası uygulanması gereken hukuksal rejim” konusuna tahsis ettik. Bunun nedeni, konunun - deprem öncesini kapsayan boyutları olduğu gerçeğini de ihmal etmeden - esas itibariyle depremin hemen ardından devlet tarafından yapılması gereken işlerle ilgili bulunması; fakat devletin buna ilişkin yükümlülüklerini zamanında ve etkili bir şekilde yerine getirmemiş olmasıdır. Zaten devleti eksen alan sorgulama sürecini başlatan çığlıklar da ilk önce buradan yükselmiştir.
DEPREM SONRASI UYGULANMASI GEREKEN HUKUKSAL REJİM
I- SIKIYÖNETİM
Depremin, öncelikle devleti vurduğu; acil kurtarma ve yardım hizmetlerinin depremin üzerinden saatler, hattâ günler geçtikten sonra bile devlet tarafından ya gereği gibi ya da hiç organize edilip işletilemediği, depremin boyutlarının dahi yöneticiler tarafından çok geç algılandığı, kısacası devletin bütün kuruluş ve organlarıyla tam bir felç haline düştüğü apaçık ortaya çıkmıştır.
Bu durumun kamuoyunda yarattığı tepki ve öfke, “deprem sonrası uygulanması gereken hukuksal rejim” tartışmalarına ilginç bir taleple yansıdı. Bu talebin sahiplerine göre, “depremden hemen sonra sıkıyönetim ilân edilmeliydi”. Böylece, deprem sonrası devlet katında yaşanan kaosun tek sorumlusunun “sivil otorite” olduğu; “askeri otorite”yi geniş yetkilerle devreye sokacak bir sıkıyönetim altında gerekli organizasyon ve koordinasyonun sağlanacağı ve hizmetlerin hızla işletileceği vurgulanmak isteniyordu. Deprem sonrası askeri kesimin de geç ve yetersiz kaldığı yönünde tespit ve eleştirilerin yaygın bir şekilde dile getirildiği dikkate alındığında, sıkıyönetim talebinin ardında gecikme ve yetersizliğin nedenini “yetkisizliğe” bağlama niyetinin yattığı anlaşılabilir.
Depremin sonuçlarıyla baş edebilmek için “olağan yönetim usulleri”nin dışında, “olağanüstü” ya da “istisnai” hukuksal rejimlerin uygulanmasını talep etmek, depremin yıkıcı etkilerinin “olağanüstü” boyutu karşısında anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bu bağlamda gündeme sokulmak istenen sıkıyönetim talebinin ardında yatan mantık inandırıcı olmadığı gibi, bu talep anayasal temelden de bütünüyle yoksundur. Hukuk devletinin evrensel ölçüleri açısından bakıldığında, uygulanması talep edilen “olağanüstü yönetim usulü”nün mevcut felâketin gereklerini karşılayacak bir niteliğe sahip olması ve anayasal temele dayanması zorunludur.
Anayasamız, olağanüstü yönetim usullerinin iki ana çeşidine yer vermiştir: Olağanüstü hal ve sıkıyönetim. “Olağanüstü hal” de, ortaya çıkan olağanüstü ya da istisnai durumun kaynağına ve niteliğine göre iki kategoride düzenlenmiştir. Bunlardan birincisi, Anayasanın 119. maddesinde düzenlenmiş olan “tabiî afet, tehlikeli salgın hastalık ve ağır ekonomik bunalım nedenlerine dayalı olağanüstü hal” iken; ikincisi, çerçevesi 120. Maddede çizilmiş olan “şiddet hareketlerinin yaygınlaşması nedenine dayalı olağanüstü hal”dir.
Buna karşılık, sıkıyönetimin bir tek çeşidi vardır; o da, 122. maddede düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, sıkıyönetim, “Anayasanın tanıdığı hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelen ve olağanüstü hal ilânını gerektiren hallerden daha vahim şiddet hareketlerinin yaygınlaşması veya savaş hali, savaşı gerektirecek bir durumun baş göstermesi, ayaklanma olması veya vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışmanın veya ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması sebepleriyle” ilân edilebilir. Görüldüğü gibi Anayasa, sıkıyönetimin hangi durumlarda veya hangi nedenlere dayanılarak ilân edilebileceğini açıkça düzenlemiş ve bunlar arasında “tabiî afet” kavramını saymamıştır. Kısacası Anayasa, “tabiî afetler nedeniyle sıkıyönetim” gibi bir kuruma yer vermemiştir. Bundan dolayı, sıkıyönetim ilânı yönündeki taleplerin tartışma gündemine alınması bile söz konusu olamaz. Açık anayasal çerçeveye rağmen bu talebi gündeme taşımak isteyenlerin, gerçekten de felâkete etkili müdahalenin imkânlarını mı aradıkları, yoksa her türlü “kriz”in ancak otoriter usullerle yönetilebileceği kanaatinin teyidi peşinde mi oldukları ciddi şekilde sorgulanmalıdır.
II- OLAĞANÜSTÜ HAL
“Marmara Depremi”nin, kapsadığı alanın genişliği, etkilediği insan sayısının büyüklüğü ve yolaçtığı kayıpların ağırlığı açısından “olağanüstü” bir duruma sebep olduğu şüphesizdir. Bu gibi “olağanüstü” durumlarda, gerek kurtarma ve acil yardım hizmetlerinin zamanında ve etkili bir şekilde ulaştırılabilmesi, gerekse hayatın “normal”e dönmesini sağlamaya yönelik asgari şartların oluşturulabilmesi için bazı “olağanüstü” ya da “istisnai” yetkilerin kullanılmasına ve tedbirlerin alınmasına ihtiyaç duyulabilir. Bunun açık anlamı, buna benzer olağanüstü durumlarda olağan zamanlardan farklı bir hukuksal rejimin, elbette durumun gerektirdiği ölçülerde uygulamaya sokulabileceği ya da sokulması gerektiğidir.
Tabiî afetlerden kaynaklanan olağanüstü durumlarda uygulanabilecek özgül hukuksal rejimlerin ilki, dayanağını Anayasanın 119. maddesinden alan ve ayrıntıları 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’nda düzenlenmiş olan “olağanüstü hal”; ikincisi ise genel çerçevesi 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun”da çizilmiş ve ayrıntıları yönetmeliklerle belirlenmiş olan “afet hali”dir. Deprem felâketinden sonra bu iki “hal”den hangisinin uygulamaya sokulmasının durumun gereklerine daha uygun olacağına karar verebilmek için ilgili hukuksal düzenlemeleri biraz daha yakından tanımak gerekir.
Olağanüstü halin konusu ve içeriği, ülkeden ülkeye ve olağanüstü hal rejiminin çeşidine göre değişmekle beraber, genel olarak olağanüstü hal rejimleri, kendilerine vücut veren tehlike veya tehdidin üstesinden gelmeyi iki alanda özel düzenleme yapılmasına bağlı kılmaktadırlar: İdarenin yetkileri ile temel hak ve özgürlükler. Başka bir deyişle, olağanüstü hal rejimlerinin özünü oluşturan teknikler; yürütmenin hareket alanının ve idarenin yetkilerinin, özellikle takdir yetkisinin, normal zamanlara göre genişletilmesi ile temel hak ve özgürlüklerin normal zamanlara göre daha fazla sınırlanması ve hattâ askıya alınmasıdır. Yürütmenin elinin serbestleşmesi ve idarenin yetkilerinin genişlemesi, çoğu zaman temel hak ve özgürlükleri ilgilendiren sonuçlar doğurduğundan, olağanüstü hal rejiminin esası, temel hak ve özgürlüklerden hangilerine ve ne yönde sınırlama getirildiğine bakılarak belirlenebilir.
Şiddet olaylarının yaygınlaşması sebebine dayanan ve kaynağını Anayasanın 120. maddesinden alan olağanüstü hal rejiminin doğası, kişisel ve siyasal haklar sistemini hedef alan yasaklayıcı ve sınırlayıcı düzenlemelere dayanır. Buna karşılık, sebebini doğal afetlerin oluşturduğu olağanüstü hal rejiminin niteliği, esas itibariyle mülkiyet hakkına ve “piyasa özgürlükleri” diyebileceğimiz kategorilere yönelik kısıtlayıcı ve yükümlendirici müdahalelerle belirlenir. Nitekim Anayasanın, tabiî afetler dolayısıyla ilân edilecek olağanüstü halin konusunu düzenleyen 121. maddesinin 2. fıkrası bunu açıkça göstermektedir. Buna göre, tabiî afet nedeniyle ilân edilen “olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri” kanunla düzenlenir. Bu konuyu düzenleyen 2935 sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’nun 5. maddesi de, tabiî afet sebebiyle “olağanüstü hal ilân edilmesi durumunda; felâkete uğrayanların kurtarılması, meydana gelen hasar ve zararın telafisi için ihtiyaç duyulan ve hemen sağlanamayan para ve her türlü taşınır ve taşınmaz mallar ve yapılması gereken işler; para, mal ve çalışma yükümlülüğü yoluyla sağlanır” demek suretiyle bu tür olağanüstü hal rejiminin konusunu belirginleştirmektedir.
Olağanüstü Hal Kanununun konuya ilişkin diğer düzenlemeleri de, tabiî afet sebebine dayanan olağanüstü hal rejiminde kısıtlama ve müdahalelerin esas hedefinin mülkiyet hakkı ve piyasa özgürlükleri olduğu saptamasını pekiştirmektedir. Örneğin Kanunun “Para Yükümlülükleri” kenar başlığını taşıyan 6. maddesine göre, “tabiî afet ... sebebiyle olağanüstü hal ilân edilmesi durumunda gerekli harcamalar öncelikle kamu kaynakları ile yardımlardan sağlanır. Acil ve hayati ihtiyaç maddeleri için harcamaya yeterli para kamu kaynaklarından zamanında sağlanamadığı takdirde, bölgedeki kredi kuruluşlarının olanaklarından yararlanılır.” “Mal yükümlülüğünü” düzenleyen 7. maddenin mantığı da aynıdır: “Tabiî afet ve tehlikeli salgın hastalıklar sebebiyle olağanüstü hal ilân edilen bölge içindeki kamu kurum ve kuruluşlarıyla tüzel ve gerçek kişiler, kendilerinden istenecek veya yükümlülük konulacak arazi, arsa, bina, tesis, araç, gereç, yiyecek, ilaç ve tıbbi malzeme ile giyecek ve diğer maddeleri vermek zorundadırlar. Bu amaçla; öncelikle o bölgedeki genel ve katma bütçeli dairelere, kamu iktisadî devlet teşekkülleri ve kuruluşları ile bunlara bağlı müesseselere ve mahalli idarelere başvurulur. İhtiyaçların bu kaynaklardan zamanında ve yeterince karşılanmaması halinde, imkân ve kaynakları da dikkate alınarak, bölgedeki özel kuruluşlara ve gerçek kişilere ait olanlara yükümlülük konulur. Yiyecek, giyecek, araç, gereç, ilaç ve tıbbi malzemeler gibi zaruri maddeler bölge sınırları içinde sağlanamadığı takdirde, bu Kanun hükümleri uygulanmak suretiyle en yakın bölgelerden yükümlülük yolu ile sağlanır.”
Bütün bunlara “alınacak tedbirler”le ilgili düzenleme de eklenince, tabiî afet nedenine dayanan olağanüstü hal rejiminin doğası, amacı ve işlevi hakkında çizdiğimiz tablo tamamlanmış olur. Kanunun 9. maddesine göre;
“Tabiî afet ... sebebiyle olağanüstü hal ilânında, olağanüstü hal ilânını gerektiren hususlar gözönünde bulundurularak aşağıda yazılı tedbirler alınabilir:
a) Bölgenin belirli yerlerinde yerleşimi yasaklamak, belirli yerleşim yerlerine girişi ve buralardan çıkışı sınırlamak, belli yerleşim yerlerini boşaltmak veya başka yerlere nakletmek,
b) Resmî ve özel her derecedeki öğretim ve eğitim kurumlarında öğrenime ara vermek ve öğrenci yurtlarını süreli veya süresiz olarak kapatmak,
c) Gazino, lokanta, birahane, meyhane, lokal, taverna, diskotek, bar, dansing, sinema, tiyatro ve benzeri eğlence yerleri ile kulüp vesair oyun salonlarını, otel, motel, kamping, tatil köyü ve benzeri konaklama tesislerini denetlemek ve bunların açılma ve kapanma zamanını tayin etmek, sınırlamak, gerektiğinde kapatmak ve bu yerleri olağanüstü halin icaplarına göre kullanmak,
d) Bölgede olağanüstü hal hizmetlerinin yürütülmesi ile görevli personelin yıllık izinlerini sınırlamak veya kaldırmak,
e) Bölge sınırları içerisindeki tüm haberleşme araç ve gereçlerinden yararlanmak ve gerektiğinde bu amaçla geçici olarak bunlara elkoymak,
f) Tehlike arz eden binaları yıkmak; sağlığı tehdit ettiği tespit olunan taşınır ve taşınmaz mallar ile sağlığa zararlı gıda maddelerini ve mahsullerini imha etmek,
g) Belli gıda maddeleri ile hayvan ve hayvan yemi ve hayvan ürünlerinin bölge dışına çıkarılmasını veya bölgeye sokulmalarını kontrol etmek, sınırlamak veya gerektiğinde yasaklamak,
h) Gerekli görülen zaruri ihtiyaç maddelerinin dağıtımını düzenlemek,
i) Halkın beslenmesi, ısınması, temizliği ve aydınlanması için gerekli gıda maddeleri ve eşyalarla her türlü yakıtın, sağlığın korunmasında, tedavide ve tıpta kullanılan ilaç, kimyevi madde, alet ve diğer şeylerin, inşaat, sanayi, ulaşım ve tarımda kullanılan eşya ve maddelerin, kamu için gerekli diğer mal, eşya, araç, gereç ve her türlü maddelerin imali, satımı, dağıtımı, depolanması ve ticareti konularında gerekli tedbirleri almak, bu yerlere gerektiğinde elkoymak, kontrol etmek ve bu malları satıştan kaçınan, saklayan, kaçıran, fazla fiyatla satan, imalatını durduran veya yavaşlatanlar hakkında fiilin işleniş şekli veya niteliği de nazara alınarak işyeri bulunduğu mahal için hayati önem taşımadığı takdirde işyerini kapatmak,
j) Kara, deniz ve hava trafik düzenine ilişkin tedbirleri almak, ulaştırma araçlarının bölgeye giriş ve çıkışlarını kayıtlamak veya yasaklamak.”
Kanunun “Tabiî afet ve salgın hastalıklarda yardım istemi” başlıklı 20. maddesinde, bölgelerinde olağanüstü hal ilân edilen bölge valilerinin, kendi mülki idare bölümlerindeki “Acil Kurtarma ve Yardım Örgütlerinin” ihtiyacı karşılamayacağının anlaşılması üzerine, çevredeki bölge valiliklerine başvuracakları; ani ve olağanüstü olaylarla karşılaşmaları veya yakın bölge valiliklerinin göndereceği yardım gelinceye kadar, bölgedeki en büyük askeri komutanlıktan yardım isteyebilecekleri düzenlenmiştir. Anılan maddenin son fıkrasında da, “Bölge valisinin yukarıda açıklanan istekleri, ilgililerce derhal yerine getirilir” hükmüne yer verilmiştir.[1]
Anayasa ve Olağanüstü Hal Kanunu, bu yetkilerin süratli bir şekilde kullanılmasını ve gerekli tedbirlerin etkili bir şekilde alınmasını sağlayacak hükümlere de yer vermiştir. Örneğin Anayasanın 121. maddesi, olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kuruluna, bir yetki kanununa gerek olmaksızın kanun hükmünde kararname çıkarma imkânı tanımaktadır.
Öte yandan Olağanüstü Hal Kanunu, Marmara Depreminde olduğu gibi birden fazla ili etkileyen doğal felâketlerde büyük önem taşıyan koordinasyon, işbölümü ve işbirliğini sağlayacak bir teşkilat da öngörmektedir. Kanunun 14. maddesine göre, olağanüstü halin uygulanmasında görev ve yetki; olağanüstü hal bir ili kapsıyorsa il valisine, bir bölge valiliğine bağlı birden çok ilde ilân edilmesi halinde bölge valisine, birden fazla bölge valisinin görev alanına giren illerde veya bütün yurtta ilân edilmesi halinde, koordinasyon ve işbirliği Başbakanlıkça sağlanmak suretiyle bölge valilerine aittir. Yine Kanunun 12. maddesine göre, olağanüstü hal ilânında koordinasyon, Başbakanlıkça veya Başbakanın görevlendireceği bakanlıkça sağlanır. Bunun için, olağanüstü hal ilânına sebep olan olayla ilgili bulunan bakanlıkların temsilcilerinden meydana gelen Olağanüstü Hal Koordinasyon Kurulu oluşturulur. Ayrıca bu Kurula katılan bakanlıkların merkez kuruluşları içinde aynı amaçla bir ünite görevlendirilebileceği gibi, özel bir ünite de oluşturulabilir. Bölge valiliği teşkilat ve birimlerinin görevleri saklı kalmak üzere, olağanüstü hal ilân edilen bölgelerde; olağanüstü hal ilânını gerektiren olayları ve tedbirlerin uygulanmasını izlemek, değerlendirmek, bunlarla ilgili önerilerde bulunmak üzere bölge valisinin başkanlığında, görevlendireceği il valileri ile diğer kamu kuruluşları yöneticilerinin, garnizon komutanı veya görevlendireceği bir temsilcinin üye olarak katılacağı bölge olağanüstü hal kurulu kurulur. Bölge valisinin gerek görmesi veya olağanüstü halin bir ilde ilânı halinde, il merkezlerinde ve ilçelerde birer olağanüstü hal bürosu oluşturulur. İl bürolarına il valisi veya görevlendireceği vali muavini, ilçe bürolarına kaymakamlar başkanlık eder.
Nesnel bir bakışla, deprem afetinden sonra hükümetin yapması gereken ilk işlerden birinin Anayasanın 119. maddesine dayanarak “olağanüstü hal” ilân etmek olduğu söylenebilir. Çünkü böylece kurtarma, yardım ve “yeniden inşa” faaliyetleri için ihtiyaç duyulan yetki, organizasyon ve kaynak konularında önemli kolaylıklar sağlanmış olacaktı. Bu durumda, hükümetin neden bu yola gitmediği sorusu zorunlu olarak zihinlere takılmaktadır. Ayrıca kamuoyunda bu talep dile getirildiği halde, hükümetin kendi tutumunun gerekçesi hakkında hiçbir açıklama yapmamış olması da ilginçtir. Bu sorunun cevabını, tabiî afet sebebine dayalı olağanüstü hal rejiminin doğasında, hükümete egemen olan zihniyette ve bu zihniyeti cisimlendiren icraatlarında aramak gerektiğini düşünüyoruz. Söz konusu olağanüstü hal rejiminin nesnel etkileri ve hükümetin sermayeyle ilişkileri dikkate alındığında, şartları bu kadar olgunlaşmasına rağmen hükümetin Anayasanın 119. maddesini işletmemiş olmasının başlıca nedeninin, sermayeyi ürkütmemek veya en azından tedirgin etmemek olduğu sonucuna varılabilir. Çünkü böyle bir olağanüstü hal rejimi, şayet mantığına ve doğasına uygun bir şekilde işletilecek olsaydı, depremin sonuçlarıyla mücadelede sermaye çevrelerine önemli mali yükler getirilmesi sonucunu doğururdu. Bu sonucun dolaylı bir yansıması da, sermaye çevrelerinin “yardım” ve “bağış” konusunda yücegönüllülük imajına oynayan reklam imkânlarından yoksun kalması olacaktı. Toplumun önemli bir bölümünü etkileyen bu gibi afetlerin sonuçlarıyla başa çıkmak bakımından “bağış” kuşkusuz önemli bir kurumdur. Ancak en az bunun kadar, hattâ bundan daha da önemli olan, kamu adına ve yararına getirilecek yükümlülüklerle, bilhassa toplumun kaynaklarının önemli bir bölümünü elinde bulunduran kesimlerden kaynak temin etmektir.
Buna rağmen, yanılsamaya düşmemek için bir noktanın altını önemle çizmek gerekir. Tabiî afet sebebine dayalı olağanüstü hal, ancak bu rejimin tanıdığı yetkileri doğasına ve mantığına uygun bir şekilde kullanma konusunda siyasi irade taşıyan bir yönetimin elinde belirttiğimiz sonuçları doğurabilir. Tersinden ifade etmek gerekirse, söz konusu sonuçlar, olağanüstü hal ilânı ile birlikte kendiliğinden ortaya çıkmaz. Mevcut hükümetin böyle bir iradeye sahip olmadığının en yakın ve yakıcı kanıtı ise, daha enkazların altından yüzlerce, belki de daha fazla insanın canlı kurtarılması ihtimali çok yüksek iken, enerjisini bu noktaya ya da hayatı enkaz haline gelen “sermayesiz” kesimlere umut verecek çabalara değil de, sermaye çevrelerinin heyecanla beklediği “sosyal güvenlik reformu” diye lanse edilen yasayı Meclisten bir an önce geçirmeye tahsis etmesinde görülebilir. Bu yasanın olumsuz etkilerini en fazla hissedecek kitlenin deprem bölgesinde yoğunlaştığı dikkate alındığında, hükümetin sosyal ve ekonomik politika alanındaki tercihleri daha da belirginleşir. Bu yasaya karşı o güne kadarki en örgütlü tepkinin yine bu kitleden geldiği gerçeği, kuşkusuz hükümetin tutumunun ahlaki yönden de sorgulanmasını gerektirir.
Olağanüstü hal konusunda dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da, bu konuya ilişkin Anayasal çerçevenin keyfi bir yönetime kayılmasını kolaylaştırıcı nitelikte olmasıdır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin anayasa yargısının denetiminin dışında bırakılmış olması bunun başlıca göstergesidir. Ayrıca bu kararnamelerle yargısal denetim dışı alanların genişletilmesi de mümkündür. Anayasal çerçeve dikkate alındığında, olağanüstü halin istenen sonuçları doğurabilmesi ya da istenenin tam aksi sonuçları doğurmaması için, hukuk devleti ilkelerine sadık ve özgürlüklerle iyi ilişkiye sahip bir hükümetin görevde olması gerekir. Mevcut hükümetin bu konularda iyi bir sicile sahip olup olmadığını tartışmaya gerek bile kalmadan, sadece eleştirel yayınların yoğunlaşması üzerine hemen basına yasak mekanizmalarını devreye sokmasına bakarak bir değerlendirme yapmak mümkündür.
Bu açıdan bakıldığında, esasta felâketin sonuçlarını telafi ve tedavide elverişli bir hukuksal çerçeve sunmasına ve anayasal şartları gerçekleşmesine rağmen, olağanüstü hal ilân edilmemesinin isabetli olduğu söylenebilir. Ancak bu durum, hükümeti kamuoyuna olağanüstü hal ilân etmeme nedenlerine ilişkin bir açıklama yapma mecburiyetinden kurtarmamaktadır. Bu mecburiyet, Anayasanın 119. maddesinin açık hükmü karşısında, hükümetin siyasal sorumluluğunun en alt sınırını oluşturmaktadır.
Uygulanması mümkün rejimlerden biri olan olağanüstü hal ilân edilmediğine göre, geriye “afet hali” kalıyor ki, hükümet de bu rejimi uyguladığı iddiasındadır. Bu iddianın doğru olup olmadığını ve başta hükümet olmak üzere devletin çeşitli organlarının sorumluluğunu belirleyebilmek için “afet hali”ni incelemek gerekir.
III- AFET HALİ
1959 tarih ve 7269 sayılı “Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun” (kısaca Afet Yasası) ile bu Yasanın 4. maddesine dayanılarak Bakanlar Kurulu tarafından 1.4.1988 tarihinde çıkarılan “Afetlere İlişkin Acil Yardım Teşkilatı ve Planlama Esaslarına Dair Yönetmelik” hükümleri bir arada değerlendirildiğinde, “afet hali” diye adlandırılabilecek bir özel hukuksal rejimin öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Aşağıda aktarılan ayrıntılardan da çıkarılabileceği gibi, “afet hali”, “tabiî afet sebebine dayalı olağanüstü hal” rejimiyle benzer esaslara dayanmakla birlikte, ona göre daha yumuşak ve daha dar kapsamlıdır. Ekleyelim ki, “afet hali”nin ve ona dayanak oluşturan mevzuatının uygulanması, olağanüstü hal ilânına ve buna bağlı olarak bu rejimin tanıdığı olağanüstü yetkilerin kullanılmasına engel değildir. Bu iki “hal”, birbirini dışlamamakta, aksine önemli ölçüde tamamlamaktadır. Dolayısıyla, her iki “hal”in bir arada uygulanması mümkündür.
Afet Yasasının 1. maddesine göre, “deprem (yer sarsıntısı), yangın, su baskını, yer kayması, kaya düşmesi, çığ, tasman ve benzeri afetlerde; yapıları ve kamu tesisleri genel hayata etkili olacak derecede zarar gören veya görmesi muhtemel olan yerlerde alınacak tedbirlerle yapılacak yardımlar hakkında bu kanun hükümleri uygulanır.” Doğal afete uğramış veya uğrayabilir bölgeler, Bayındırlık ve İskan Bakanlığının önerisi ve Bakanlar Kurulunun kararıyla, afete marûz bölge olarak ilân edilir. Maddede yer verilen önemli bir nokta, Yasa ile tanınan yetkilerin acil durumlarda, afete marûz kalmış bölgelerdeki valiler tarafından, Bakanlar Kurulunun afet bölgesi ilânı kararı olmadan dahi kullanılabileceğidir.
Afet Yasası ile tanınan başlıca olağanüstü yetkiler madde 8/1 de şu şekilde düzenlenmiştir: “Afetlerin meydana gelmesinden sonra vali ve kaymakamlar (Askerler ve hakim sınıfından bulunanlar hariç olmak üzere) 18-65 yaş arasındaki bütün erkeklere görev vermeye, bedeli, ücreti veya kirası sonradan ödenmek üzere canlı, cansız, resmi ve özel her türlü taşıt araçlarına ve gerekli makina, alet ve edavatına el koymaya ve hiçbir kayda ve merasime tabi olmaksızın tedavi, kurtarma, yedirme, giydirme ve barındırma gibi işlerle bu gibi işlerin gerektirdiği acil satınalmaları ve kiralamayı yapmaya, Devlete, mahalli idarelere, evkafa, İktisadî Devlet Teşekkülleri ile bunlara bağlı kurumlara ilişkin her türlü taşınmaz malları; yetmemesi halinde de diğer tüzel kişiler ile gerçek kişilere ait bina ve müştemilati ile bahçe ve arsa gibi araziyi geçici olarak işgale yetkilidir”.
Bu yetkilerin kullanılma süresi afetin meydana geldiği tarihten itibaren onbeş gün olmakla birlikte, bu süre Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından uzatılabilir. Ayrıca bu madde hükmü uyarınca yapılması gereken harcamalar ve ödemeler karşılıksız yapılacaktır. Gene maddenin son fıkrası uyarınca, kendilerinden yardım istenen afet bölgesi civarındaki vali ve kaymakamlar bu maddede yazılı yetkileri kullanarak bütün imkân ve vasıtalarla yardıma mecburdurlar.
Yasanın 7. maddesinde düzenlenmiş bir diğer önemli husus ise; afet bölgelerinde veya civarında bulunan ordu, jandarma, kıta, birlik ve müessese kumandanlarının, kendilerinden vali veya kaymakamlar tarafından istenilecek yardımları üstlerinden emir beklemeksizin yapmaya mecbur olmalarıdır.
Yasanın 9. maddesine göre, bütün vali, kaymakamlar ve ilgili makam ve kuruluşlar tarafından gönderilecek kurtarma ve yardım ekipleri, her türlü malzeme, makina, alet, yiyecek, giyecek ve barınma eşya ve maddeleri; devletin her kademesindeki kuruluşlarının elinde bulunan her türlü kara, deniz ve hava nakil araçları ile bedeli sonradan ödenmek üzere afet mahalline sevk edilir. Ayrıca gerek duyulan yerlerde bu mecburiyet ve yükümlülükler gerçek kişilerle, her türlü şirket ve kuruluşlara da teşmil edilebilir.
Yasanın 13. maddesinin (d) bendi uyarınca; afete uğrayanların bulundukları yerlerde veya başka yerlerde geçici olarak barınmalarını sağlamak üzere, baraka ve konutlar inşa edilebilir, ettirilebilir, kiralanabilir veya satın alınabilir. Bu tedbirlerin kısa zamanda yerine getirilmesinin mümkün olamayacağı hallerde, geçici iskan tedbirlerini kendileri almak isteyenlere nakdi yardım da yapılabilir. Bu bend gereğince yapılacak harcamalar ve ödemeler karşılıksızdır, borçlandırmaya tabi tutulamaz.
Afet Yasasının çizdiği bu çerçeve, Marmara Depremi gibi kapsamlı ve ağır bir afette yaşananlar da dahil olmak üzere, akla gelebilecek hemen hemen tüm ihtimalleri gözönünde bulunduran bir yönetmelikle ayrıntılandırılmıştır. Söz konusu Yasaya dayalı olarak, Bakanlar Kurulu tarafından 1.4.1988 tarih ve 88/1277 sayılı kararı ile çıkarılan “Afetlere İlişkin Acil Yardım Teşkilatı ve Planlama Esaslarına Dair Yönetmelik”in 1. maddesinde Yönetmeliğin amacı; “...Devletin tüm güç ve kaynaklarını afetten önce planlayarak, afetin meydana gelmesi halinde Devlet güçlerinin afet bölgesine en hızlı bir şekilde ulaşması ile afetzede vatandaşlara en etkin ilk ve acil yardım yapılmasını sağlamak için acil yardım teşkilatlarının kuruluş ve görevlerini düzenlemek...” olarak belirlenmiştir.
Yönetmeliğin kapsamı, 2. maddesinde; acil yardım hizmetlerini yürütmekle görevli, vali ve kaymakamlar, bakanlık, bağlı ve ilgili kuruluşlar, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile askeri birlikler ve Kızılay’ın, afetten önce yapmaları gerekli acil yardım planları ve afet sırasında yapacakları acil yardım hizmet ve faaliyetlerinin gerektirdiği görevler, işbirliği, koordinasyon ve karşılıklı yardımlaşma esasları olarak belirlenmiştir.
Yönetmeliğin 4. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, vali ve kaymakamlar, görevli bakanlık, kurum ve kuruluşlar ile askeri birlikler, ilgili mevzuat ve bu Yönetmelik gereğince düzenlenecek acil yardım planları ve acil yardımla ilgili yönergelerle kendilerine verilen görevleri yerine getirmekten ayrı ayrı sorumludurlar. İkinci fıkrada ise, afetin meydana gelmesinden itibaren, alınması gereken her türlü acil tedbirlerin alınmasından ve acil yardımların bir emir beklemeden yapılmasından afetin meydana geldiği yerin mülki amirinin sorumlu olduğu açıkça düzenlenmiştir.
Yönetmeliğin 5. maddesinde “acil yardım” kavramı, afetzedeleri kurtarma, yaralılara ilk yardım ve tıbbi tedavi yapma, aç ve açıkta kalan ailelerin geçici barındırılması ve bunların yiyecek, giyecek, ısıtma, aydınlatma ve diğer ihtiyaç maddelerinin karşılanması ve salgınları önlemek için yapılacak yardımlar şeklinde tanımlanmıştır.
Yönetmeliğin 7. ve 8. maddelerinde yukarıda değindiğimiz Afet Yasasında vali ve kaymakamlara tanınmış bulunan olağanüstü yetkiler bendler halinde daha da açık hale getirilmiş; tüm resmi ve özel kuruluşlar ile tüzel ve gerçek kişilerin, kendilerinden istenecek veya yükümlülük konulacak arazi, arsa, bina, tesis, araç, gereç, yiyecek, ilaç ve tıbbi malzeme ile giyecek ve diğer maddeleri verecekleri; gerek afetzedelerden ve gerekse acil yardım hizmetlerinde çalışanlardan yaralanan, sakatlanan ve hastalananların en yakın hastanelere sevk edileceği ve sevk edildikleri sivil ve askeri tüm resmi ve özel hastane ve tedavi yerlerinin bu kişileri kabul ve tedaviye mecbur oldukları; resmi sağlık kuruluşlarında tedavi edilenlere parasız bakılacağı, özel hastahane ve tedavi yerlerinde tedavi edilenlerin ise giderlerinin sonradan Afetler Fonu’ndan ödeneceği sarih olarak düzenlenmiştir. Gene bendler arasında, afet hizmetlerinin yoğunlaşması halinde, Bayındırlık ve İskan Bakanlığının isteği üzerine ilgili bakanlık, kurum ve kuruluşların, yeteri kadar teknik ve idari personeli, hizmet için lüzumlu araç, gereç ve malzemeyi ve bunların kullanılması ve tamirleri ile ilgili ekipmanı geçici olarak bu bakanlık emrine vermekle yükümlü oldukları da açıkça belirtilmiştir.
Yönetmeliğin çarpıcı özelliklerinden biri, henüz afet olmadan önceki bir aşamada acil yardım planlarının hazırlanması zorunluluğu getirmesi, il ve ilçe bazlarında acil yardım teşkilatları ile kurtarma ve yardım ekipleri kurulmasını öngörmesidir. İdarenin bu görevleri yerine getirme konusunda herhangi bir takdir yetkisi yoktur; öngörülen işlerin tamamı, idarenin yerine getirmek zorunda olduğu görevler cümlesindendir.
Acil yardım planlarının yapılmasında, olacak afetin geçmiş yıllarda o bölgede olmuş en büyük çaplı afetten daha büyük ve kapsamlı olabileceği ihtimalinin, geçmişte bilinen afet hasarı yoksa deprem bölgeleri haritasındaki deprem tehlikesinin esas alınacağını[2] öngören Yönetmelik, hesaba katılacak diğer önemli faraziyeleri de, tahdidi olmamak üzere, bendler halinde sıralamaktadır. 11. maddede sıralanan bu ihtimalleri aktaralım: “...b) Deprem ve benzeri afetlerde yangınların çıkabileceği, yangın afetlerinde çok büyük patlamaların, ayrıca sınai ve enerji tesislerinde yangın, patlama ve gaz kaçaklarının olabileceği, c) Hasara uğrayan ve yıkılan binaların çok olabileceği, açıkta kalan ailelerin iskan problemlerinin artabileceği, d) İç ve dış ulaşım ihtiyacının çok artabileceği, e) Ulaşım yollarında ve tesislerinde hasarlar meydana gelebileceği, ulaşımın bir süre aksayabileceği veya durabileceği, f) Barajların, santrallerin, akaryakıt depo ve tesislerinin ve diğer önemli bina ve tesislerin afette hasar görebileceği veya tamamen yıkılabileceği, g) Radyo, telefon, telsiz haberleşmesinin aksayabileceği, h) Elektrik ve içme suyu tesislerinin çalışamaz hale gelebileceği, susuzluğun baş gösterebileceği, halkın karanlıkta kalabileceği, ı) Afetin gece veya sabaha karşı meydana gelebileceği, kış veya yaz şartlarından birinde olabileceği, j) Hasarın büyük olabileceği, enkaz altından insanların kurtarılması gerekeceği, k) İhtiyaç maddelerinde özellikle gıda, ilaç ve ısınma maddelerinde ve gereçlerinde sıkıntı meydan gelebileceği, l) Hükümet binası, sağlık tesisleri gibi idari merkezlerin hasara uğrayabileceği, geçici idare merkezlerine gerek duyulabileceği, m) İlk yardım ve kurtarma hizmetlerinde görevlendirilecek personel ve ailelerinin veya askeri birliklerin de afete marûz kalabileceği, n) Afet bölgesine yardıma giden ekiplerin de barınma, ısınma, yiyecek ve içecek ihtiyaçlarının olabileceği, o) Afet bölgelerinde yağmacılık teşebbüslerinin olabileceği, p) Yiyecek, içecek, giyecek, barındırma ve benzeri acil yardım ihtiyaçlarının belirlenmesinde ve temininde acil yardım süresinin gerekli hallerde daha fazla olabileceği, r) İllerinde tespit edilen muhtemel afetlerin gerçekleşebileceği, s) Kış ve yaz şartlarının umumi hayatı etkileyecek derede olumsuz geçebileceği, farz ve kabul olunur. Bunlar genel planlamalar için faraziyeler olup, bölgenin özelliği dikkate alınarak vuku bulabilecek her afet için somut faraziyeler tespit edilir ve planlar buna göre yapılır”. Bu düzenleme, afetin doğasından kaynaklanabilecek olumsuzlukların önceden düşünülmüş olduğunu ve çalışmaların bu ihtimaller hesaba katılarak yapılması gerektiğini hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde gözler önüne sermektedir.
Yönetmeliğin 14 ve izleyen maddelerinde, afet vukuu bulmadan önce kurulması gereken İl Acil Yardım Teşkilatı’nın hangi birimleri içereceği ve bu birimleride kimlerin yeralacağı ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Buna göre ana birimler, İl Kurtarma ve Yardım Komitesi, İl Afet Bürosu, Acil Yardım Hizmet Gruplarıdır. Marmara Depreminde insanların en çok ihtiyacını duyduğu Acil Yardım Hizmet Gruplarının oluşumu, görev ve sorumlulukları da yine Yönetmelikte en ayrıntılı şekilde belirlenmiştir. Bu Gruplar Yönetmelikte şu ana başlıklar altında düzenlenmiştir: Haberleşme Hizmetleri Grubu, Ulaşım Hizmetleri Grubu, Kurtarma ve Yıkıntıları Kaldırma Hizmetleri Grubu, İlk Yardım ve Sağlık Hizmetleri Grubu, Ön Hasar Tespit ve Geçici İskan Hizmetleri Grubu, Güvenlik Hizmetleri Grubu, Satın Alma, Kiralama, El Koyma ve Dağıtım Hizmetleri Grubu, Tarım Hizmetleri Grubu, Elektrik, Su ve Kanalizasyon Hizmetleri Grubu.[3]
Yönetmeliğin 46. ve devamındaki maddelerinde de, ilçe acil yardım teşkilatı öngörülmüş ve görevleri düzenlenmiştir. Bu maddelerde, Kaymakam başkanlığında “İlçe Kurtarma ve Yardım Komitesi” kurulacağı; ilçe afet planı hazırlanması gerektiği; ilçe acil yardım hizmet grup ve servislerinin, ilçede mevcut resmi ve özel kuruluşların güç ve kaynakları dikkate alınarak, ildeki birimlere paralel olarak teşkil edilebilecekleri gibi, ilçenin özelliklerine ve imkânlarına göre, grup ve servislerde birleştirme yapılarak veya bunlardan bir kısmı teşkil edilmeyerek grup ve servis sayısında azaltma yapılabileceği belirtilmiştir.
Yönetmelik il ve ilçe bazlarında öngördüğü bu teşkilatlanma, planlama ve görevler şemasının yanında, merkezî planlama ve koordinasyona da yer vermiştir (Yönetmelik madde 51 ve devamı). Bu maddeler uyarınca, genel hayatı geniş ölçüde etkileyen afetlerde; Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Müsteşarının başkanlığında, Milli Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı müsteşarları ile Kızılay genel başkanı veya genel müdüründen oluşan ve Genelkurmay Başkanlığının görev ve sorumlulukları ile ilgili konularda bir temsilcisinin katıldığı “Afetler Merkez Koordinasyon Kurulu” kurulur ve büyük bir afet vukuunda kurul başkanının çağrısı üzerine toplanır. Görevleri de: Başbakanlıktan alacağı talimatların uygulanmasını sağlamak; afet bölgesi valilerinden ve diğer kaynaklardan alınan bilgilerden, valilik ihtiyaçlarının giderilmesi ve varsa sorunların çözümlenmesi için kararlar almak; bu kararlar doğrultusunda bakanlıklar, kurum ve kuruluşlar ile afet bölgeleri arasında işbirliğini ve koordinasyonu sağlamak; çözümlenemeyen sorunlar varsa Başbakanlığa sunmak; dış ve iç yardımlarla ilgili koordinasyonu sağlamak; alınan bilgi ve raporların değerlendirilmesi sonucunda Başbakanlığa sürekli bilgi vermek; bakanlık, kurum ve kuruluşların illeri takviye ve destek planları gereğince yapılması gereken işlemleri her safhada izlemek, aksamalar varsa tedbirler almak ve aldırtmaktır.
Ayrıca bu Kurul üyesi olan her bakanlığa da kendi görevleri ile ilgili acil yardım planlama, uygulama ve diğer bakanlıklarla koordinasyon ve işbirliğini yürütmek üzere, müsteşar yardımcısının başkanlığında gerekli tertip ve tedbirleri alma görevi yüklenmiştir. Yönetmelik, Başbakan ve Genelkurmay Başkanlığı da dahil olmak üzere, tüm kurul üyesi bakanlıkların ve Kızılay’ın yapması gereken işleri, yani savsaklanması telafisiz kayıplar ve ağır sorumluluk doğuran görevleri ayrıntılı bir şekilde maddeler halinde düzenlemiştir.[4]
Deprem sonrası yaşananlara bakıldığında, hükümetin uygulamaya soktuğunu iddia ettiği, esasında olağanüstü hal ilân edilmediğine göre zorunlu olarak devreye giren “afet hali”nin temelini oluşturan mevzuatın gereklerinin yerine getirilmediği açıkça görülmektedir. Mevzuatın devlete yüklediği görevlerin hiçbiri yapılmamıştır; ne olumsuz ihtimallere göre tedbirler alınmış, ne de kurtarma ve acil yardım hizmetlerinin zamanında ve etkili bir şekilde işlemesini sağlayacak organizasyon kurulmuştur. Aslında böyle bir Yönetmelik olmasaydı bile, devlet bütün bu tedbirleri almak ve organizasyonu hazır tutmak zorundaydı. Bu zorunluluk, devletin başlıca meşruluk dayanağı olan “kamu yararı”nın kaçınılmaz bir gereğidir. Bu gereği ihlal etmenin, söz konusu dayanağı sarsmakla aynı anlama geleceği açıktır. Yönetmeliğin varlığı, bütün bu ihtimallerin düşünüldüğünü göstermesi açısından önemlidir. Bu durum, sorumluluğu çok daha ağır hale getirmektedir. Ortada bir “unutkanlık”, basit bir “ihmal”, önemsiz bir “savsaklama” değil, binlerce insanın hayatına ve büyük maddi kayıplara neden olan bir “ağır kusur” vardır. Bunun ceza hukukundaki adı en hafif değerlendirmeyle “görevi kötüye kullanmak”tır. Kuşkusuz bu kusurun bir de siyasal faturası olmak zorundadır. Bütün bu hesapların kimden sorulacağı meselesine gelince, bunun için mevzuatın görev yüklediği siyasi ve idari birimlere bakmak yeterlidir. Bu mevzuattan çıkan tablo, asker - sivil gibi bir ayrıma gidilmeksizin bu sorumluluğun devletin bütün kademelerini kapsadığıdır. İdare hukuku açısından bakıldığında, bu depremde yakınlarını kaybeden, bedensel veya maddi kayba uğrayan bütün yurttaşlar, devletin ilgili birimlerine karşı dava açarak tazminat talebinde bulunma hakkına sahiptirler. Belki bundan daha önemlisi, bu kayıplara neden olan kusurun temelinde yatan ve kökleri derinlere uzanan yönetim zihniyetinin vatandaşlarca siyaseten dava edilmesidir.
1 Olağanüstü hal bölge valiliği dışında, “bölge valiliği”ne ilişkin tasarının kanunlaşmadan geri çekildiğini belirtelim. Olağanüstü Hal Kanunu’na eklenen geçici bir madde ile, “Bölge valiliği teşkilatı kurulup göreve başlayıncaya kadar, bu Kanunla bölge valilerine verilen görev ve yetkiler, il valilerince yerine getirilir” hükmüne yer verilmiştir. Bu nedenle metin içinde kanundan yapılan aktarımlarda, “bölge valisi” olarak geçen ibarenin “il valisi” olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
[2] Bilindiği gibi bugün afete maruz kalmış bölgelerimiz, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından hazırlanmış bulunan Türkiye Deprem Bölgeleri Haritasında, birinci derecede deprem bölgesi olarak yer almaktadır. 1939 yılında Erzincan depremi (7.9-8.0 MS) ile başlayan Kuzey Anadolu Fay’ındaki deprem ve afetler silsilesi, 1942’de Erbaa (7.1 MS); 1943’te Tosya (7.6 MS); 1944’te Bolu-Gerede (7.3 MS); 1957’de Abant (7.0 MS); 1967’de Mudurnu (7.1 MS) ve Marmara (7.8 MS, /.4-7.5 MW) depremiyle sürmüştür. Fay hattındaki hareket bilim adamlarının ve devlet organlarının çalışmaları ile bilgi dahilindedir.
[3] Yönetmeliğin ne kadar ayrıntılı ve öngörülü düzenlemeler getirdiğine bir örnek olmak üzere, “Kurtarma ve Yıkıntıları Kaldırma Hizmetleri Grubu”nu düzenleyen madde 24 ve devamındaki maddelerin okunması yerinde olacaktır: Madde 24- Kurtarma ve yıkıntıları kaldırma hizmetleri grubunun teşkili, görevleri, planlaması ve servisleri: a) Teşkili: Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü, Sivil Savunma Müdürlüğü, Köy Hizmetleri İl Müdürlüğü, TCK mahalli kuruluşu, DSİ mahalli kuruluşu, DLH mahlli kuruluşu, TCDD mahalli kuruluşu, THY mahalli kuruluşu, Belediye, Askeri Birlikler, Diğer ilgili kuruluşlar, yetkili temsilcileri. b) Görevleri: 1. Afet mahallinde ve yıkıntı altında kalan yaralıları kurtarır, 2. Mahsur kalanları kurtarır, 3. Altında insan, hayvan ve kıymetli eşya ve maddeler bulunduğu anlaşılan yıkıntıları kaldırır, 4. Ulaşımı engelleyen yıkıntıları kaldırır, temizlenmesini sağlar, 5. Kurtarma ve yardım çalışmaları bakımından tehlikeli olabilecek binaların desteklenmesi, yıkılması ve temizlenmesini sağlar, 6. Gerekli görülen yıkıntının kaldırılmasını ve temizlenmesini sağlar, 7. Afet bölgesinde yangından korunma ve önleme tedbirlerini alır ve çıkan yangınları söndürür, 8. Hastana, okul, sinema, kışla, atölye, gibi yerler ile konutlardaki vatandaşların, barınaklardaki hayvanların, kıymetli eşya ve malların kurtarılmasında öncelik sırasına uyar. c) Planlaması: 1. Kuruluşlarca servislerde görevlendirilecek personel, araç ve gereç kadrosunun 12 inci maddenin (l) ve (m) bendleri esaslarına göre tespitini, 2. Yıkıntıların döküleceği yerleri, 3. Bu hizmetin yürütülmesinde sivil savunma mükelleflerinden de faydalanılmasını, 4. Gerektiğinde, askeri birlik, personel, araç ve gereçlerinden de faydalanılmasını, 5. Kurtarma ve yıkıntıları kaldırma hizmetinde görev alacak personelin eğitiminin sivil savunma müdürlüğünce yürütülmesini, 6. Afet mahalline gelen resmi ve özel tüm kuruluşlara ait itfaiye ekiplerinin belediye itfaiyesinin koordinesinde çalışmasını, planlar. d) Servisleri: 1. Kurtarma ve Yıkıntıları Kaldırma Servisi, 2. İtfaiye Servisi.
Kurtarma ve Yıkıntıları Kaldırma Servisi - Madde 25 - Kurtarma ve yıkıntıları kaldırma servisinin teşkili: Bayındırlık ve İskan, DSİ, TCK, Sivil Savunma, Köy Hizmetleri, Belediye, Askeri Birlikler, Kurtarma ekipleri olan diğer kuruluşlar.
İtfaiye Servisi - Madde 26 - İtfaiye Servisinin teşkili: Belediye, Sivil Savunma, Askeri birlik, Diğer ilgili kuruluşların itfaiye teşkilleri ve yangın söndürme ekipleri.
[4] Bu görevler bağlamında belirtilebilecek bir husus, dış ülkelerden çeşitli yardım kuruluşu ve kişilerce yapılacak yardımların ivedilikle yurdumuza ulaşması konusunda gerekli koordinasyonu sağlamakla görevli olan bakanlığın, sadece, Dışişleri Bakanlığı olduğudur (Yönetmelik madde 59/2).