Fay Hattının Devlet İçinden Geçen Kolu

Kuvvetli bir artçı depremin, ana depremin insanlarda yarattığı şoku pekiştirmesi gibi, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un konuşması da, devlet ve toplum düzenini 17 Ağustos’tan beri acı ve öfke içinde sorgulayan muhalif dalgayı güçlendirdi.

Konuşmanın bu muhalefet dalgasıyla aynı dili paylaşması aynı konulara değinmesi nedeniyle değildi bu. Körfez depremi ertesinde kendiliğinden kabaran muhalefet dalgası, devletin kamusal hizmet yeteneği, kapasitesi ve organizasyonu olarak tahmin edilenden çok daha yetersiz ve neredeyse bitmiş oluşunu açıkça görmüştü. Oysa buna mukabil silahlı aygıt, denetleyici ve yasaklayıcı güç olarak devlet, en modern donanımıyla bu hizmet sefaletinin ortasında dimdik durmaktaydı. Güçsüz, tükenmiş devlet ile güçlü ve her yerde bu gücünü hissettiren “devlet”in bu yan yanalığındaki veya madalyonun bu iki yüzü arasındaki çelişki felaket ortamında daha da göze batıcıydı.

Yargıtay Başkanı’nın konuşması, daha doğrusu konuşmanın fırtına, şok yaratan bölümleri “devlet”le ilgiliydi. 17 Ağustos ertesinde çoğumuzun dilinin ucuna kadar gelen, bazılarımızın artık açıkça da söyler olduğu o çelişkiyi vurgulamıyor, hattâ bahsetmiyor olsa da; “devlet”in bu güçlülüğünün nedenlerini, meşrûiyetini aldığı noktaları kesin bir dille “mahkûm” ediyordu. Güçlü “devlet”in yasal dayanağı olan 1982 Anayasası’nı gayrımeşrû sayıyor, “devlet”in şu son yıllarda siyaset üzerindeki ağırlığını ve baskısını arttırma gerekçesi olan “laiklik” ilkesinin çarpık bir içerikte olduğunu ilân ediyordu. Genelkurmay Başkanı’nın deprem sonrası sorunlara ve havaya kapılmış kamuoyuna “28 Şubat süreci”nin bitmediğini ve bu şartlarda “gerekirse bin yıl bile” süreceğini ikaz yüklü bir açıklama ile duyurmasının yankıları sürerken, Yargıtay Başkanı, “28 Şubat süreci”nin dayanağı olan laiklik anlayışı ve uygulamasına cepheden karşı çıkan konuşmasıyla sanki Genelkurmay Başkanı’na cevap veriyor, başında bulunduğu kurumun ona katılmadığını, tavır aldığını ilân etmiş oluyordu.

Fakat bu “anında cevap” görünümü biraz da tesadüfen olayların beklenmedik seyri yüzünden oluştu. Bu yıl seçilen ve herhalde aylarca önceden ilk adli yıl açış konuşmasını hazırlamakta olan Selçuk, uzun inceleme ve araştırmaları sonucu formüle ettiği Türkiye’de yargının konumu, 12 Eylül ve Anayasası ve özellikle de laiklik ile ilgili görüşlerini, 17 Ağustos öncesi durum ve o duruma gelinceye kadar ülke gidişatını etkileyen -“28 Şubat süreci” gibi- olgu ve sorunlar bağlamında kaleme almıştı. Şüphesiz bu bağlamda bile onun özellikle laiklik konusunda dile getirdiği görüşler “devlet”i fazlasıyla rahatsız edecek türdendi. Ve hele onun yürürlükteki uygulamayı “laikçilik” diye İslâmcı çevrelerin sıkça kullandığı bir tanımı benimseyerek eleştirmesi, bu uygulamasıyla devletin laik sıfatı şöyle dursun “teokratik” sayılabileceğini söylemesi, öyle kolay kolay hazmedilecek şeyler değildi. “Laik cephe”nin sadağındaki tüm okların hedefi haline gelmesi için gerekenden çok daha fazlasını yapmış olmaktaydı. Üstelik bir de Yargıtay Başkanı sıfatıyla; devletin üç erkinden birinin en üst düzey temsilcisi olarak.

Bu yetmezmiş gibi Selçuk’un konuşması Kıvrıkoğlu’nun “28 Şubat süreci bilmedi” uyarısını yapma gereğini duymasının hemen ertesine denk gelmişti. Yargıtay Başkanı, ordunun bu uyarıyı niçin ve nasıl bir ortamda yaptığını düşünmeden, önceden hazırladığı konuşmayı yapıvermişti. Eğer bu faktörü de düşünerek ve bu koşullarda konuşmasının ne anlama gelebileceğini, nerelere çekilebileceğini hesaplayarak konuşmasını aynen yapmışsa “kasıt” daha da boyutlanmış sayılırdı.

Çünkü hatırlanacağı üzre Kıvrıkoğlu’nun söz konusu açıklaması, özel olarak 17 Ağustos sonrası ortamla, bu süreçteki kimi gelişmelerle ilgiliydi. Deprem ertesinde ordunun gereken etkinlikle görev yapmadığına, elindeki araç ve personeli yeterince seferber etmediğine veya öncelikle kendisi için kullanıp halka gereğince yardım yapmadığına dair söylentilere sert biçimde karşı çıkılıyor; bu yolda yazılar yayımlayan dış basın isim isim teşhir ediliyor ve bu arada “dış” basının yürüttüğü o “orduyu karalama” kampanyasının aynısını “içeride” sürdürenlere de işaret ediliyordu. Bunlar elbette ki, “dinci-gerici”ler, “anti-laikler”di. Bunlardan bir FP’li milletvekili, ismi açıkça verilmeksizin, yaptığı iddia edilen bir konuşma metni açıklamaya eklenerek kanıt diye gösteriliyordu. Gerçi hemen ardından kasdedilen FP’li milletvekilinin Genelkurmay’a gönderilen bir ihbar mektubunda yazılanlara dayanılarak itham edildiği ortaya çıktı ve milletvekili tanıklar göstererek iddia edilen içerikle bir konuşma yapmadığını söyledi ve olay yatışır gibi oldu ama ordunun yatıştığı pek söylenemezdi. Çünkü orduyu asıl tedirgin eden, doğrudan kendisini hedef almasa da toplumun büyük çoğunluğu nezdinde devletin yaygın ve derinleşebilir bir sorgulama ve eleştiri konusu haline gelmesiyle oluşan muhalif havadır. Bu havanın bizatihi kendisi sorundur. Ve bu havanın haliyle daha yoğunlaşabileceği deprem bölgesinde “dinci” akım ve partilerin görece güçlü ve örgütlü oluşu fazladan bir tedirginlik kaynağıdır. Bölgede çoğunluğa sahip koalisyon partilerinin deprem ertesi hükümetin ağır eleştirilere uğraması nedeniyle kaybettiği, kaybedeceği prestij oranında bu dinci parti ve akımların daha da güçlenmesi ve genel muhalif dalganın sürükleyici unsuru haline gelmeleri mümkündür.

Dolayısıyla ordu, Genelkurmay Başkanı’nın ağzından Ağustos sonlarında, bu henüz dağınık ama yoğunlaşması gayet muhtemel muhalefet dalgasını, hareketlenmelerinin öncelikle “28 Şubat süreci” gözlüğünden ele alınacağını belirterek “uyarmış” oldu. Şüphesiz bu uyarı, mevcut muhalefet partilerinde özerk gelişme eğiliminde olan bir toplumsal muhalefet hareketinin “devlet”e değil, istiyorsa hükümete hükümet partilerine karşı olabileceği yönünde bir uyarı olarak da anlaşılabilirdi. Açıklamanın yapıldığı günlerin hemen öncesinde kamuoyunda ordunun depremin akabinde sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ilânını teklif ederek deprem ertesi kaosu süratle gidermek istediği ama hükümetin bu öneriyi reddederek düzensizliğin sürüp gitmesine yolaçtığına dair söylentiler vardı. Ve ordu açıklamasına, askerî birliklerin deprem olur olmaz nasıl hızla ve tüm gücüyle harekete geçmiş olduklarını anlatan bir rapor da eklenmişti. Söylentileri zımnen onaylayan bu rapor ordunun “devlet”i aradan sıyırarak eleştiriler ve toplum öfkesiyle hükümeti başbaşa bırakma çabası diye de görülebilirdi.

Yargıtay Başkanı’nın konuşması o amaçla yapılmış olmasa da bu “uyarı” manevrasına ters etki yaptığı gibi; devletin esirgeyici kurum ve kuruluşlarının sefaletine odaklaşacak toplumsal muhalefete, bu sefaletle devletin bazı konulardaki aşırı güçlü oluşu arasındaki bağı düşündürecek bağı nitelikteydi.

Fakat, konuşma, sadece devletin “güçlü” aygıtlarını bir hayli gocunduran 12 Eylül ve laiklikle ilgili bahisleri açmakla kalmıyor, bütün “siyasî sınıf”ı, iktidar olmuş tüm siyasal partileri, özellikle bağımsız yargı konusundaki bilinçli isteksizlikleri nedeniyle gayet ağır ifadelerle eleştiriyordu. Bu yüzden Yargıtay Başkanı’nın konuşması FP’nin -anlaşılır nedenlerle- “her satırının altına imzamızı atarız” diyen heyecanlı alkışı dışında siyasî partilerden pek destek bulmadı. En üst yargı organı başkanının “gayrimeşrûdur” dediği Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi gerektiğini mırıldananlar olduysa da genel tutum, bu beklenmedik sertlikteki çıkışın “suskunluk”la boğulması yönünde oldu. Nitekim konuşmanın yapıldığı 1 Eylül’den beri o cenahtan konuyu gündemde tutan en ufak bir çaba görülmedi.

Hepsi de 17 yıldır sırayla 12 Eylül Anayasası ve yasalarıyla ülkeyi yönetmiş, geçerli laiklik politikasının icrasına katılmış partilerimiz, bu sicilleri ile zaten başka türlü davranamazlardı. Gerçi şu anda Meclis’te temsil edilen partilerin tümünün özellikle “laiklik” bahsinde geçerli politikadan hayli farklı düşündükleri bilinmektedir, ama öte yandan da “korku dağları beklemekte”dir. Şimdi “28 Şubat süreci” ile sindirilmiş durarlarken Yargıtay Başkanı’nın çıkışı ile onlar da seslerini yükseltecek değildirler ama, bu çıkışın ellerine önemli bir koz verdiğinin de farkındadırlar.

Bu çıkış en azından devlet/cumhuriyet kavramları ile “laiklik”i ayrılmaz bir bütün olarak gösteren algıyı sarsmıştır. Şüphesiz ordu kadar olmasa bile yine de popüler algının “devlet”le özdeş saydığı yargının “laiklik” ile mesafesini koyması, özellikle “laiklik” yanlıları için moral bir darbe anlamına gelmektedir. “Devlet”in tüm gücüyle “laiklik”in ardında durduğuna dair güven sarsılmıştır.

“Laik cephe”nin bu güven nedeniyle en hızlı sözcülerinin Yargıtay Başkanı’na her koldan ve yoldan saldırıya geçmeleri de bu yüzden. “Devlet” şüphesiz bu çıkışını Selçuk’un yanına bırakmayacaktır. Onun susarak hamlesini hazırladığı süre boyunca Yargıtay Başkanı’nın zayıf noktalarına, dengesini bozmak için paçalarına saldıracak epigonlar vardır ve hemen de harekete geçmişlerdir.

Belirtmek gerekir ki; Yargıtay Başkanı’nın konuşmasının bütününde savunduğu 12 Eylül Anayasası’nın niteliğine, bizdeki laikliğin mahiyetine ve “yargının bağımsızlığı”na ve Anayasa’nın nasıl olması gerektiğine dair vargıları, bu ülkenin demokrat kamuoyunun yıllardır savunduğu, mücadelesini verdiği şeylerdir. Türkiye’de ilk kez en yüksek yargının başkanının bunları kurumu adına dile getirmek cesaretini göstermesi, bu sorumluluğu üstlenmesi onun sonuna kadar desteklenmesi için yeterli nedendir. Selçuk bir yüksek yargıç ve aydın olarak bu tavrını açıklarken pek de katılmamız gerekmeyen, yer yer hayli eleştirebileceğimiz argümanlar da kullanmış olabilir. Bunlar tartışılır, ama o argümanlara da dayandırılmış olsa sonuçta önerdiklerinin demokratik, özgür bir Türkiye toplumu amacıyla tamamen uyarlı olduğu apaçıktır. Dolayısıyla, şu geldiğimiz noktada, o tartışmaya açık argümanlara takılarak, yapılan bu gayet anlamlı ve cesur çıkışa sessiz kalmak, düşünülemez bile. Aksine bir tutum, şimdi tüm şirretlikleriyle bu sıradışı yargıcı yıpratmaya, onu yaladıkları postalların kolayca ezebileceği hale getirmeye çalışanlara meydanı boş bırakmak, hattâ dolaylı destek anlamına gelir.

Körfez depreminin yolaçtığı toplumsal kaynaşma ve hareketlenme, devleti ile bu toplum arasındaki “fay hattı”nı kımıldatırken Yargıtay Başkanı’nın konuşması bu fay hattının devletin içinden geçen bir kolunun da olduğunu açığa vurdu. Toplumun, her kesimin ve herkesin bir tarih ve gelecek hesabını da kaçınılmaz olarak yapıp, bu hattın neresinde durması gerektiğini belirleyeceği bir aşamaya hızla yaklaşıyor gibiyiz. Bu noktaya nasıl bir bilinç ve kararlılıkla geldiğimizi, o aşamada bu toplumun gerçek bir kurucu irade çıkarıp çıkaramayacağını da gösterecektir.

ÖMER LAÇİNER