45 saniyede tükenip gitti bir çok insanın geleceğe duyduğu güven. 7.4 basit bir ondalık sayı olmaktan çıktı, evsizliğin, işsizliğin, tarihsizliğin, dul, sakat, yetim kalmanın simgesi oldu. Deprem şüpheye dönüştürdü otoritenin kesinliğini. Türkiye’nin batısı, endüstrinin kalbi, “modern” bölge insanları boşuna beklediler -bir gecede teröre karşı Gabar dağlarına 50 bin asker indirmekle övünen- devletin güçlü elleriyle çıkarılmayı enkazların altından. İşin farkına varan gönüllüler deprem bölgesine ulaştığında, sokakları çoktan çürümüş insan eti kokusu kaplamıştı. Ne sağ kalanlar, ne de onlara yardım etmeye çalışanlar için devletin açıkladığı ölü sayısı da anlamsızdı artık. Hayatını yitirenler değil onbeşbin, sadece on beş kişi olarak “resmileştirilseydi” bile, depremi yaşayanların ya da deprem sonrası Gölcük, Adapazarı manzaralarına tanık olanların duygularını hafifletebilmek mümkün olur muydu hiç?
Acısı ve duygusal ağırlığı çok taze olan bir olay üzerine yazmak çok kolay değil. Onu nesneleştirip, üzerinden birtakım teorik çıkarsamalar yapmak için ise belki biraz erken. Ancak yaşananların şimdiye dek görülmedik -geçici- toplumsal, siyasal ve ekonomik biçimler üretmesi, ve daha şimdiden başlayan tahrifatların ortaya çıkan bu yeni biçimlerin ileride farklı okunmasına yol açabileceği endişesi, anılar belleklerimizde henüz tazeliğini korurken yazma zorunluluğunu doğuruyor. Yanlış okumaların yalnızca egemen ideolojinin çevresinde yapılmadığını da eklemeliyim. Sivil toplum kuruluşları ve sistem muhalifi siyasî oluşumlar için de sürecin daha soğukkanlı değerlendirilmesi, yıllardan beri çözülememiş sorunların bu deprem sonrasında hayata geçirilen pratiklerle halledildiği veya halledileceği havasına girilmemesi gerekiyor.
Marx, Hegel’in bütün tarihsel olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir biçimindeki tespitini, “birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak” sözleriyle tamamlarken, sanki Türkiye’de yaşanan doğal afetler ve sonrasındaki uygulamalar hakkında bir kehanette bulunmuştu. Çünkü yıllardan beri bu coğrafyada ister toplumsal, ister siyasal, ister doğal nedenlerden kaynaklansın, hiçbir felaket biricik olma özelliği taşımıyor. Her depremde, her selde, her toprak kaymasında her trafik kazasında aynı çaresizliği, aynı eli kolu bağlanmışlığı yaşıyoruz. Yetkiler gözlerimizin içine bakarak hep aynı sözleri, “devletimiz yaraları saracak güçtedir” klişesini geveliyorlar. Olay mahalline siyasî parti yöneticileri geçmiş olsun ziyaretlerinde bulunurken, daha yetkili şahıslar “çalışmaları” teftiş ediyor, sürekli toplantılar düzenleniyor. Bütün bu hummalı faaliyetlerden halka yansıyan hiçbir şey olmadı bugüne kadar.
Yaşadığımız son felakette ilk kez makûs talihimizi değiştirmek için bir şansımız var. Çünkü yıllardan sonra silkinen sivil toplum güçleri, sürece damgasını vurarak inisyatifi ellerine geçirdiler. Devletin en üst düzey yetkilileri bile gönüllü faaliyetlerinin varlığını “şükranla” karşılıyor, medyada her gün bu kuruluşlar tarafından düzenlenen organizasyonların övgülerle dolu tanıtımları yapılıyor. Bütün bunlarla birlikte, toplumumuz klasik bir zaafını da gözlüyoruz; sivil toplum dayanışmasına yapabileceğinin çok üstünde roller biçiliyor. Bu yazı çerçevesinde de yalnızca sivil toplum örgütlenmelerinin yapması gerekenler üzerinde duruluyor olunması, bu tür olağanüstü durumlar için tek çözüm üreticisi olarak sivil toplumu görüyor olmamdan kaynaklanmıyor, yani aşağıda sıralanan öneri ve tedbirlerin, bir başka krizde yine devletin ortadan yok olacağı koşullara göre düzenlendiği düşünülmemeli. Sivil toplum kuruluşları zorunlu olmadıkça devletin topluma olan yükümlülüklerini üstlenmekten, “devlet ve toplum desteğinin rakip süreçler olarak gelişmesinden” kaçınmalı, tersine devletin toplum yararına çalışmasını sağlayıcı işbirliklerini geliştirmelidir. Onlara düşen, bir yandan devletin araçları ve organizasyonları olmadan büyük yıkımların göğüslenmesinin mümkün olmadığını anlatmak, diğer yandan devletin yapması gerekenleri tartışmak, projeler üretmek, kamuoyu desteğini alarak yetkilileri -buyurgan değil eşitlikçi bir ilişki içinde- bunlara uymaya zorlamak olmalıdır.
Marmara bölgesinin depremden etkilenen birçok yerleşim biriminde olduğu gibi, Değirmendere’de de, yaşanan kriz ortamında devletin boşluğunu doldurma görevi sivil topluma düşmüştü. Birçok çadır kent, ana malzeme deposu, sağlık hizmeti, çocuk yuvası bütünüyle gönüllülük temelinde ayakta durdu. Bu kaotik ortamda hiçbir Değirmendere’linin yiyecek ve yatacak yer sorunu olmayışı sivil toplum dayanışmasının başarısı olmakla birlikte, yaşanılan sorunların tespiti, bundan sonra karşılaşılabilecek benzer felaketlerin daha az maddi ve manevi hasarla atlatılması açısından büyük önem taşıyor. Sivil toplum dayanışması içerisinde Türkiye’nin farklı bölgelerinden farklı örgütlenmelerden veya kişisel inisyatifleriyle koşup gelen gönüllüler, yaşanılan pratiği, felaketin en sıcak günlerinde değerlendirmeye, eksiklikleri saptamaya, yapılması gerekenler için önerilerde bulunmaya, hatta yeni yapılanmalar oluşturmaya başladılar. Tatışılan ve genel olarak üzerinde fikir birliğine varılan konuları iki bölüme ayırmak mümkün;
BİR FELAKET YA DA KRİZ ÖNCESİNDEKİ ÖRGÜTLENİŞ BİÇİMLERİ
Son deprem felaketinin açığa çıkardığı en önemli eksiklikler önce iletişim konusunda, ardından da kurtama ve organizasyon faaliyetlerinde görüldü. Her Türk vatandaşının vazgeçilmez aksesuarı olan cep telefonlarıyla birlikte normal hatların da kilitlenmesi, deprem bölgesinin dış dünya ile olan ilişkisini kesiverdi. Aynı kesintiyi her ardçı deprem sonrasında tekrar tekrar yaşadık. Buna devletin çaresizliği de eklenince bölgeye düzenli yardım sağlanması neredeyse 48 saat gecikti. Teknolojik çağ atlamanın bir masal olduğu, modern toplum imajı altında hâlâ köhnemiş yapıların sürüp gittiği apaçık çıktı ortaya. Belki bizler bunların hiçbirine yabancı değildik, devletin, teknolojinin, bilimin, modernitenin masallarını, ideolojik saldırılarını deşifre etmeye yönelik bir dolu kitap okumuş, bir o kadar da yazmıştık, ama kendimizi ona karşı nasıl konuşlandıracağımızı herhalde hiç düşünmemiştik. Özel radyolara, internete olan ilgi ve âlâkamızı Batılı sivil toplum örgütlenmelerinin sıklıkla kullandığı amatör telsizciliğe de gösterebilseydik, kriz anlarında -hiç değilse- sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişkileri daha rahat sağlayabilirdik.
Tüm cılızlığına rağmen olağanüstü bir refleksle yaşama müdahale eden sivil toplum inisyatiflerinin en önemli eksikliği organizasyon olarak nitelenebilir. Yaşamın hangi alanında hangi sivil toplum kuruluşunun hangi işleri üstlenmeye talip olduğuna ilişkin daha sağlıklı bilgilenmeler gerekiyor. Depremden sonra aynı bölgede aynı iş için birbirinden habersiz birçok sivil toplum kuruluşu dolaştı durdu, hâlâ da dolaşmalarını sürdüyorlar. En çok çocuklara yardım merkezli bu hassasiyet sevindirici olmakla birlikte, atılmış somut adımlara da pek rastlamadık. İlgi alanları kesişen bu tür sosyal yardım örgütlenmeleri, kendileri ile aynı alanda çalışan devlet ve yerel yönetim kuruluşları ile işbirliği içinde olurlarsa, acil durumlarda yapılması gereken pratikler önceden planlanabilir.
Deprem sırasındaki ilk günlerde kurtarma çalışmaları ve tıbbi yardımların büyük önemi olduğunu artık biliyoruz. Medyanın ve devletin bazı yetkililerinin kendi aczlerini gizlemek amacıyla fazlasıyla öne çıkardığı AKUT tarzı ekipler, sivil toplum örgütlerinin ortaklaşa girişimleriyle her il ve ilçede -küçük çapta da olsa- mutlaka oluşturulmalı, ve bu ekipler kriz anlarındaki iletişim ve koordinasyon konusunda donanımlı olmalıdır. Felaket bölgesine daha büyük çaplı yardımlar ulaşıncaya dek yapılması gereken basit ama hayatî önem taşıyan tedbirlerin alınmasını bu kurtarma birimleri fazla zorlanmadan gerçekleştirebilir.
Bütün bunların dışında tek başına ele alınması gereken, Türkiye’nin en büyük yardım amaçlı kuruluşunun denetlenmesidir. Kızılay’ın, elindeki olanaklarla mukayase edilemeyecek bir atalet içinde olduğuna bu depremde çok yakından tanık olduk. Bir dernek biçiminde örgütlenmiş olan bu hantal kurumun sivillerden çok askerî alana kaynak aktarmak işlevi yürüttüğü medyaya yansıyan bütçesinden anlaşılıyor. Başımıza gelen felaketler için var olduğunu söyleyen kurumların denetimini felaket gelmeden önce yapmak ve bu kurumları şeffalaştırmak önemli bir hedef olarak seçilebilir.
Depremin açtığı yaranın büyüklüğünün öncelikle yanlış konut politikalarından kaynaklandığı bütün uzmanlar tarafından vurgulanmakla birlikte, Değirmendere’deki konut meselesi biraz daha farklı özellikler taşıyor. Buradaki konutlar işçi sınıfının barınmasını sağlamaya yönelik kalitesiz yapılaşmalar değil, değeri yüksek, hattâ yatırım amacıyla alınıp satılan, beldenin en güzel yerlerini çok katlı lükslükleriyle işgâl etmiş binalar. Eğer suçlu aranacaksa müteahhitleri olduğu kadar inşaat mühendislerini, mimarları, o ana dek işbaşında bulunmuş yerel yönetimleri ve imar iskan bakanlığı yetkililerini ve son olarak da bu konutları kapışan mülk sahiplerini de işin içine katmak gerekiyor. Okuma yazma oranının % 93’e ulaştığı, gelir seviyesinin Türkiye ortalamasının çok üstünde olduğu ve kendisini “bilim, kültür ve sanat beldesi” olarak tanımlayan Değirmendere’de çöken binalar, “bize bir şey olmazcı” düşünce tarzının sosyal sınıf farkı gözetmediğini de kanıtladı. Özellikle konu ile ilgili meslek odalarına olabilecek felaketlerin sonuçlarını minimize etmek açısından büyük roller düştüğü konusunda artık herkes hemfikir. Gerek yeni kent projeleri üretmek, gerek denetlemek ve gerekse de kamuoyunu bilgilendirerek devletin ve yerel yönetimlerin keyfi uygulamalarının önüne geçmek konusunda neler yapılacağı konusunda çalışmaların hiç vakit geçirilmeden başlatılmasına hepimiz destek olmalı, yalnızca deprem bölgesinde değil, Türkiye’nin her yerinde sivil toplum denetimini hayata geçirmeliyiz.
KRİZ ANI VE KRİZ SONRASI YAPILMASI GEREKENLER
Bir felaketin haberini alır almaz yapılması gereken ilk iş, ne olup bittiğini “seyretmek” için televizyonların başına geçilmesi değil, daha önce sözünü ettiğim alternatif iletişim araçları yardımıyla felaket bölgesi ve bölgeye en yakın yerleşim birimleri arasında ilişki kurulması, felaketin niteliği ve boyutlarının bütün dünyaya duyurulması, ve kurtarma ekiplerinin olay yerine ulaşımının sağlanmasıdır. İlk yardım bilgilerinin olmayışı, bu tür olaylardaki ölü sayılarının artışına neden olduğundan, hem yaralılara sağlık hizmeti veren, hem de halkı bilgilendirerek paniği önlemeyi amaçlayan tıbbi yardım kuruluşlarının da kurtarma ekipleri ile eş zamanlı olarak bölgede olmasını gerektiriyor.
Bu tür felaketlerin yıkıcı etkilerinin azaltılması için en önemli süreç kuşkusuz kriz sonrasında yaşanıyor. Apar topar kurulan kriz komitelerinin yapılacak işler konusunda deneyimli ve etkili olmadığını somut pratiklerle yaşadık. Yardımlar konusundaki koordinasyon eksikliği de, çoğu zaman doğru ihtiyaç maddesinin yanlış yerde bulunmasına ve amacına ulaşamamasına neden oldu. Ülkenin her yanından gelen yardımlar plansız ve gelişigüzel olduğundan, gerçekten ihtiyaç duyulan malzemeler eksik kalırken, depolar kadın pedleri, çocuk bezleri, makarna ve bisküit ile doldu. Bölgeye yardım göndermek isteyen her yerleşim biriminin topladıkları malzemeyi kendi depolarında envanteri çıkarılmış biçimde stoklaması, ve bölgeden gelen taleplere göre göndermesi en sağlıklı çözüm olarak görünüyor. Aksi takdirde felaket bölgesinde büyük çöp yığınlarına dönüşüyor yardımlar.
Çevre illerdeki depoları koordine etme işi ise felaket bölgesinde kurulacak ana ihtiyaç deposuna düşüyor. Değirmendere beldesinde deprem sonrası sıkıntılar en aza indirilmişse, bunun nedeni çok sağlıklı işleyen bir stok ambarının gönüllülerin büyük bir özverisi ile işletilmesinden kaynaklandı. Bölgenin en az iki haftalık ihtiyacı gözönüne alınarak planlanan stoklar, bu stokların çadır kentlere dağıtımı, giren ve çıkanların eksiksiz olarak tespiti, dev bir süpermarket ciddiyeti içinde gerçekleştirilince, hem depremzedelerin mağduriyetinin önüne geçildi, hem daha önceki felaketlerdeki yağmacı anlayış engellendi, hem de gönüllülerin bölgedeki varoluşları meşrûiyetini hayata geçirilen pratikten kazandı.
Felaket bölgelerinde en temel ihtiyaçların sağlık, beslenme ve barınak olduğunu deneyimlerimizle öğrendik. Sağlık taramalarında uyuz, ishal, soğuk algınlıkları, psikolojik ve allerjik rahatsızlıklar en sık görülen hastalıklar olarak sayılabilir. Sanılanın aksine, deprem bölgelerinde gönüllü çalışmalarının örgütlü olarak başladığı dönemde, TTB’nin gönüllü doktorlarının gayretiyle sağlıkla ilgili çok önemli sorunlar yaşanmadı. Yine gönüllülerin fiziksel çabalarıyla kurulan çadır kentlerde gözlenen başlıca sorunlar ise; çöplerin düzenli toplanması için araç eksikliği, banyo ve tuvalet koşullarının özellikle ilk günlerde çok sağlıksız olması, Değirmendere’nin coğrafi koşulları nedeniyle çadır kurulacak alan eksikliği ve bazı çadır bölgelerinde, görevinin ne olduğu anlaşılamayan beli silahlı “emekli” özel timcilerin varlığı olarak çıktı ortaya. Tıpkı yardım malzemeleri gibi, yardım için gelen, ama ne yapacağını bilmeden oradan oraya gezip geçici istasyonlar kuran, doktor, psikiyatrist, pedagog, mühendis gibi insan kaynakları da boşuna harcandı kimi zaman. Bu nedenle bölgeye gidecek gönüllülerin bölge dışında organize olan sivil toplum örgütleri tarafından istihdam edilmeleri gerekiyor.
Yıkımın hemen ardından yapılması gereken ilk çalışmalardan bir tanesinin, bölgelerdeki insanların durumunun tespiti olduğunu da öğrendik. Hem yerel iletişimi sağlamak, hem de yetişkin ve çocukların sayımını yaparak ihtiyaçları ortaya çıkarmak için, gönüllü gurupların mahalle mahalle, sokak sokak ve ev ev dolaşarak bölge halkı ile insanî ilişkileri geliştirmesi, diğer yandan bilgi işlem verilerini hazırlaması gerekiyor. Böylelikle çadırkentlerde yaşamayı tercih etmeyenlere, veya bir yardım merkezine kendi başına ulaşma şansı olmayanlara da yardım götürmek mümkün olacağı gibi, hukuksal süreçlerin hızlandırılması yönünde halkı bilinçlendirmek ve kentin değişen ekonomik yapısını ortaya çıkarmak da sağlanıyor.
Bölgede sağlıklı bir hasar tespit çalışması yapıldığı söylenemez. Üzerine düşülmediği, daha doğrusu konu ile ilgili meslek odaları normalin üzerinde bir performans göstermediği takdirde, devletin oturulması sakıncalı yapıları yeniden kullanıma açacağı yolunda haklı kuşkularımız var. En temel taleplerimizden bir tanesi afet sonrası yerleşim sorunun çözümü için toplumsal katılımın geliştirilmesi olmalıdır. Ne var ki, bu konuda şimdiden geç kalınmaya başlandı. Bayındırlık bakanlığının apar topar ihale ettiği prefabrik konutların önüne geçemedik, kaynak israfına, daha doğrusu kaynakları yağmalatmaya çoktan girişti hükümet ortakları. Bundan sonra atılacak adımların denetlenmesi açısından, sivil toplum örgütlerinin, belediyeler, üniversiteler ve uluslararası kuruluş temsilcilerinin katılacağı komisyonların kurulmasına destek olması yerinde olur.
Sivil toplum kuruluşlarının yasaların değiştirilmesi yönünde de mücadele etmesi gerekiyor. Çünkü böylesi olağanüstü durumlarda bütün yetkilerin devletin tekeline verilmesini uygun gören bir mevzuat var yürürlükte. Yerel yönetimler kendi bölgelerinde basit birer fen işleri kadrosundan öteye yetkilere sahip değil. Mesela, hükümet -felaketin üzerinden neredeyse bir ay geçtikten sonra- Değirmendere, Halıdere ve Karamürsel’in yönetimi için, ne bölgeyi, ne olup bitenleri yeterince tanımayan bir mülki amiri -Tokat Vali yardımcısını- geçici olarak kaymakamlığa atadı. Henüz pratik etkilerini hissetmediğimiz bu türden atamalar, sivil toplum kuruluşlarının kararlara katılımını engelleyerek karar mekanizmalarının şeffaflığını örtebilir. Nakdi yardımların büyüklüğü, ve daha şimdiden pastadan pay kapma telaşının açığa çıkması, hükümetin eğiliminin bu yönde olduğuna dair kuşkular yaratıyor bölgede çalışanlarda.
Ekolojik felaketler yalnızca insanların yaşamlarını etkilemiyor. Enkazın altlarından kurtarılan evcil hayvanlar, bundan böyle mekânı zaten sokaklar olan hemcinsleriyle birlikte yaşamak zorunda. Böylesi anlarda onlara yapılacak yardımı lüks bulanlar olsa bile, hayvanları korumaya yönelik sivil toplum organizasyonlarının da bölgelerde çalışma yürütmesine ihtiyaç var. Salgın korkusuyla başı boş hayvanların itlafını değil, onların -veteriner hekimler denetiminde- halkın sağlığını tehdit etmeden yaşamalarını sağlayacak önlemlerin alınması, başka canlılarla birlikte yaşamanın koşulu olarak hayatî önem taşıyor.
Son olarak da medyaya yönelik çalışmaların gündeme getirilmesi düşünülmelidir. Medya kuruluşlarını olup bitenler hakkında doğru bilgilendirmek, haberlerin verilişini denetlemek, dehşet görüntülerinin metalaştırılıp felaketin kanıksanmasının önüne geçmek ve kamuoyu desteğini sürekli tutmak için, bu kuruluşlarla sağlıklı bir koordinasyon sağlayacak bir çalışma yürütülebilir.
KENDİLİĞİNDEN
Bölgeye gönüllülük temelinde insanî yardım ve dayanışma amacıyla gelenlerden sol düşünceli insanlar, teorilerindeki en düşsel duruma, devletin olmadığı bir ana tanık oldular. Polis denetimi hiç yok, askerin varlığı ise yalnızca görüntüden ibaretti. Değirmendere pratiği gösterdi ki, sistemin kriz anındaki çöküşü Marx’ın yıllar önceki tarifinden hâlâ farklı olmuyor, olup bitenler sonrasında halkta, devletin otoritesine, sorunların üstesinden gelme gücüne, bilime ve teknolojiye olan kuşku, tıpkı klasiklerimizde yazıldığı gibi bir krizi işaret ediyordu. Bu büyük doğa darbesi sonucu, sistemin insanları yönetme, toplum ve yeni ekolojik sorunlar hakkında kararlar alma meşrûiyeti yitip gitti.
17 Ağustos sonrasını sonuçlardan yola çıkarak tartışırsak, hem kendimizi hem de olup bitenleri değerlendirişimizde ciddi yanılgılara düşebiliriz. Deprem bölgelerindeki çalışmaların envanteri çıkarılırken hep hatırda tutmak gerekiyor; Değirmendere’de koşulları hazırlayan biz değildik, orada halk bizi istediği, bizi çağırdığı için bulunmuyorduk, yani, gönüllülerin varlığı ve etkinliği devlete rağmen gelişmedi, zaten devletin olmadığı bir anda meşrû olundu. Halkın büyük bir kesiminde, sivil toplum kuruluşlarının ve gönüllülerin değer yargıları ve siyasî eğilimleri ile ortak noktalar yoktu. Bölgede yaşayan insanlarla her ne kadar iyi ilişkiler kurulmuş olsa bile, sistem muhalifi siyasî gurupların -fiziksel olarak var olmaları dışında- siyasî çalışma yapabilmeleri için elverişli koşullar olduğunu iddia etmeleri de çok zor. Depremzedelerin, gönüllülerin sağladığı koşullarda yaşamak konusunda uyumlu olması ve kendilerini dolaysız olarak ifade edebildikleri yönetim mekanizmaları içine katılmaları kendiliğinden ilerici ve bundan sonraki toplumsal varoluşlarını değiştirici olmalarının garantisi ise hiç değil. Halkın kendiliğinden reflekslerin bir kısmının geleneksel ve tutucu alışkanlıklardan kaynaklandığını yaşanan pratiklerle öğrendik. İster istemez devletin rolünü üstlenen gönüllüler, zaman zaman halkla olan ilişkilerinde gerginlikler de yaşadılar.
Kendiliğindenlik, yaşanılan koşulları ve gönüllü faaliyetlerinin niteliğini vurgulamak açısından anahtar sözcük olarak seçilebilir. Yukarıda anlatmaya çalıştığım kriz anında doğan boşluğu doldurmak, -bu defaya mahsusu olmak üzere iyi ki- kendiliğinden oluşan bir sivil toplum dayanışmasına düştü. Yerel yönetimin yetersiz kaldığı, devletin hiç ortaya çıkmadığı kriz koşullarının ilk üç haftası, uzun süredir pratik faaliyetlerine şahit olmadığımız sivil toplum kuruluşlarının olağanüstü gayreti ve sağduyusuyla geçildi. Yaşadığımız Değirmendere felaket günlerinde, dayanışma gönüllülerinin hiçbir siyasî kimlik kullanmadan, gereksiz ajitasyon ve propaganda faaliyetine girişmeden yürüttükleri kollektif çaba gerçekten de övgüye değer. Kafa emeği ile kol emeği arasındaki farkın ortadan kalktığı, bilen bilmeyen ayrımının yapılmadığı, ne yukarıdan aşağıya ne aşağıdan yukarı olmayan yatay bir örgütlenme süreci yaşadı gönüllüler.
Kendiliğinden gelişen süreç, kendiliğinden oluşan gönüllü birlikteliklerinin kurumsal ve hiyerarşik değil, insanî ve eşitlikçi bir biçimde işlemesini sağladı. Değirmendere’ye gelenlerin kendileri de bu koşulları ilk kez yaşamanın kuşkuculuğu içerisinde giriştikleri yardım pratiklerinde, doğal olarak otoriter refleksler geliştirmediler. Ne bölgede, ne ülkede otorite rolünü üstlenecek hiçbir kurum da yoktu zaten. Böylelikle, geçici de olsa hiçbir iktidar ilişkisi yaratılmadı, devlet ve yerel yönetim de dahil olmak üzere hiçkimsenin iktidarına izin verilmedi. Bölgeye bireysel olarak gelen ve kendilerini yönlendirecek bir otoriteye ihtiyaç duyan gönüllülerin sivil toplum örgütlenmelerine olan bakışının, halkın devlete bakışından farksız olması bile, sivil toplum örgütlenmelerinin doğal iktidar gibi davranmasına neden olmadı.
Deprem sonrası yönetim krizi/beceriksizliği nedeniyle yükselen tepkilerin medyadan dolaysız biçimde yansıması, toplum ve devlet arasındaki -son on yılda politik arenadan kotarılan- güven ve muhabbeti bir anda altüst etti. Ne var ki, Türkiye’de devlet gayrıresmi savaş biçimlerinde oldukça deneyimli artık; kendisi ile hükümeti hemen ayırıveriyor. Gramsci’nin dediği gibi, “bunalım doğrudan doğruya, hemen o an için tehlikeli durumlar yaratır. Çünkü halkın bütün tabakaları çabucak yönünü belirleyecek ve aynı hızla örgütlenecek yetenekten yoksundur. Geleneksel yönetici sınıf, elinde çok sayıda yetişmiş adam olduğu için, eleman ve program değiştirerek, alt sınıfların yapamayacağı kadar hızla, kaybetmek üzere olduğu kontrolü yeniden ele geçirir”. Ordu ve devleti temsilen Cumhurbaşkanı iyinin, doğrunun ve erdemin temsiliyetini çarçabuk üstlendi, çirkinlikler, yanlışlıklar, kötülükler hükümete ve birtakım münferit şahıslara ihale edildi. Devlet savunma refleksi ile kurumlarını yeniden örgütlerken, gönüllüler de kendiliğindenci süreci tamamladılar. Biraz da yorgunluklarının etkisiyle, mensup oldukları siyasî aidiyetlerin kurumsal reflekslerinin ortaya çıkma tehlikesi söz konusu. Oysa Değirmendere’de artık farklı bir evreye giriyoruz. Devlet, devlet olduğunun farkına varıyor, ve yakında gönüllülerin bölgede fiziksel olarak var olmalarının koşulları iyice zorlaşacak.
Polisin ve askerin müdahalesinin olmadığı, insanlarla yüzyüze olmanın verdiği güvenli ve coşkulu pratiklerin bitip, daha çok yerel halkın inisyatifinde, kendi kendini organize eden bir örgütlenmenin zamanının gelmiş olması, oradaki çalışmanın sönmesi ya da yenilgisi anlamına gelmiyor. Şimdi sivil toplum asıl işlevini yeniden üstlenebilir. Bundan böyle bölgede olup bitenleri denetlemek, devletin ve yerel yönetimin kriz anında verdiği sözleri yerine getirmesi için baskı mekanizması oluşturmak, kararlara katılım hakkını savunmak, yalnızca mülk sahiplerinin değil, bölgede yaşayan herkesin haklarının savunuculuğunu üstlenmek düşüyor bizlere. Görüyoruz, sivil toplumun, gönüllülerin desteğiyle acıya, çaresizliğe, ölüme ve hüzne dönüşen yaşam, yavaş yavaş yeniden filizleniyor Değirmendere’de. Elbette bir isyana da dönüşebilir, unutmazsak, unutturmazsak...!