Çözüm sürecinin başında acil demokrasi paketi diye bir çözüm paketi hazırlamıştık. Çözüm sürecinin sağlıklı ilerleyebilmesinin ön koşullarını oluşturmak için ifade özgürlüğünün, medya özgürlüğünün, örgütlenme özgürlüğünün, gösteri hakkının güvence altına alınacağı bir mini demokrasi paketi sunmuştuk. Bunun içinde baraj da vardı. Biz bunu AKP’ye sunduk, müzakere sürecinin bir başlığı olarak bunları görüştük de aslında. Fakat işin doğrusu sonuç alamadık. AKP’ye şunu anlatmaya çalıştık: kalıcı barış konusunda samimiysen ve içi dolu bir barış sürecinden söz ediyorsan, barajla ilgili bu önerimizi kabul etmelisin. Bunu içine sindirmiyor olman barış sürecinden senin anladığınla bizim anladığımızın farklı olduğunu net olarak ortaya koyar.
Hıristiyan kadınların bazıları birkaç sene önce zorla evlendirilmiş, bunlardan çocuk sahibi olmuş ve bu şekilde aile kurmuştu. Dolayısıyla şimdi aileleri ile ‘özgürlük’ arasında bir seçim yapmaları gerekiyordu. Her şeye rağmen Albay Bremond’un kararı bu kadınlara seçim yapma özgürlüğü getirdi… Bazen acıklı sahneler yaşandığı oluyordu. İnsanlar, yaşadıkları olaylar nedeniyle öylesine dehşete düşmüşlerdi ki savaşın bittiğine inanmakta güçlük çekiyor, Katliamların etkisinden kurtulamıyorlardı… Kadın, çocuk ve genç kızlar görüşmeye yeni aileleri eşliğinde geliyor, Hıristiyan geçmişlerini reddediyorlardı. Tam anlamıyla sarsılmış ve dehşete düşmüş olan bu insanların kendilerini yeni isimleriyle tanıtıp eskiden Hıristiyan ismi taşıdıklarını reddettikleri, hatta Hıristiyan ailelerindeki kişileri tanımadıklarını söyledikleri dahi oluyordu….
Ekonomik jargonda “yüksek sürdürülebilirlik” olarak tanımladığımız bir vizyon bu. Doğal sermaye, teknolojik sermaye tarafından yeri doldurulabilecek bir şey değildir. Toplam sermaye ne kadar olursa olsun, doğal kaynaklar belli bir seviyenin altına düştüğü zaman her şey çökecektir. Amerikan yerlileri bu vizyona yüksek sürdürülebilirlik demiyorlardı belki de fakat iyi açıklamışlar:
“Son ağaç kesildiğinde, son balık yendiğinde, son dere zehirlendiğinde anlayacaksın ki para karın doyurmuyor”.
Bu tutum Insterstellar'ın kıyamet dünyasındaki resmi ideoloji olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim temsilcileri memurlar.
Göçmenler sadece yerleştikleri ülkenin insanları tarafından ayrımcılığa uğramıyor. Yaşadıkları topluluk içerisinde de çeşitli baskı/sömürü/tahakküm mekanizmalarının içerisine dahil olabiliyorlar. “Çayda dem askerde kıdem” sözünü “çayda dem göçmenlikte kıdem” olarak değiştirebiliriz. Ülkeye daha önce gelmiş olan ve göreceli olarak daha iyi ekonomik koşullara sahip olan göçmenlerle sonradan gelen göçmenler arasında çok görünür olmayan hiyerarşik bir ilişki bulunuyor. Saati 3-4 Pound’a topluluk içindeki çarkın içerisinde restoranlarda, kebap salonlarında, kafelerde çalışarak varolma mücadelesi veren binlerce Türkiyeli var Londra’da.
Finansal sistemin istikrarı ve modern dünya ekonomisinde finansa atfedilen duygusallık. Sistemin bütün istikrarı, devlet müdahalelerine olan aşırı bağımlılığında yatıyor. Diğer yandan paranın bu şekilde keyfi üretimine ve merkez bankalarının manipülasyonları gibi farklı biçimlerdeki devlet müdahalelere bakıldığında gerçekten çelişkili bir durumla karşı karşıyayız. Gayriresmi olarak veya resmen meşrulaştırılmış bir biçimde değil, keyfi bir biçimde sistem buna bağımlı hale geliyor. Kapitalizmin finansallaşmayla birlikte devlete büyük ölçüde bağımlı bir hale gelmesi çetrefilli bir durum ve tüm bunlar olurken neo-liberalizme karşı güçlü bir ideolojik ve stratejik alternatif ortaya çıkmadı
Abu Ma'an, Özgür Suriye Ordusu’na katılma kararını vermek için birkaç ay boyunca kendi kendine boğuştu. "Silahlı bir başkaldırı konusunda ikna olmamıştım" diye açıklayan Ma'an, "fakat içinde bulunduğumuz rejim katliama bağımlıydı. Dünyanın geri kalanından gördüğümüz tek şey ise kararsızlıktı. Özgürlük hakkında konuşup, bizler ölürken hiç bir şey yapmıyorlardı. Bu rejimle baş edebilmenin, güç kullanma dışında başka bir yolunun olmadığını fark ettim." diye devam etti. Rejim eylemleri şiddetle bastırdıkça, isyan militarize oldu. Bazı savaşçılar (bunların çoğu Suriyeli değildi) İslam Devleti çağrısında bulunmaya başladı. El Kaide’yle bağlantılı olan El Nusra Cephesi oluştu, ardından onun içinden daha da radikal olan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ortaya çıktı. IŞİD’in gaddar bir şekilde kendi ideolojisini halka dayatması Abu Ma’an’ı devrimin artık zulme karşı iki cephede savaşıyor olduğuna ikna etti.
Bir yıl boyunca her defasında yeni bir aşamaya geçildi açıklamasından sonra ortadaki manzara, tam bir enerji kaybı. Meğer sürecin hiçbir aşamasında değilmişiz. Peki bu saatten sonra bir gelişme olur mu? İstenirse olur ama isteyen bir hükümetin olduğunu düşünenlerden değilim. Hükümet başından beri çözüm süreci denilen bu yolda tek bir konuda samimidir o da A. Öcalan’a ve KCK’ye hiçbir söz vermeme noktasında çok samimi görünüyor. Son dönemde tartışması yapılan İzleme Kurulu gibi bazı kurullardan bahsediliyor, henüz bahis aşamasındalar ama oldu diyelim; yetkisiz etkisiz bir izleme kurulu eğer ortada bir proje yoksa neyi izleyecek, izleme kurulu olduğu için ve hiçbir yetkisi de olmadığı için bizler gibi sadece dışarıdan izlemekle kalmayacak mıdır?
Pozitivist, oryantalist okumaların en karakteristik özelliği Batılı toplumların İslam dünyasına ilişkin algısı inşa edilirken, Arap ve İslam’a ilişkin ne varsa ilelebet kaim, değişmez ve özsel yapının bir parçası olarak sunulmasıdır. Aslında şu anki algıda Doğu (şu anki bağlamda ortadoğu) Batılı bakış açısıyla inşa ediliyor gibi görünse de Batı, Oryantalizm üzerinden kendini inşa etmeye, Doğu ve özellikle de Araplar üzerinden kendini yeniden yapılandırmaya çalışıyordu. Bir anlamda Oryantalist düşünce, kendisini üreten coğrafyayı ve onun zihinsel dünyasını kendi evreninde yeniden kuruyor ve anlamlandırıyordu. Son tahlilde kendini ve dünyayı anlamlandırma çabasıydı oryantalizm ama bu ötekine bütünüyle negatif anlamlar atfedilerek yapılıyordu. Doğu; fanatizm, şiddet, irrasyonellik, aşırı ve anormal duygusallık, sefahat derecesinde cinsellikle özdeşleştirilirken aynı zamanda kendisinin rasyonel, şiddet karşıtı, hayatı cinselliğe indirgemeyen bir yapıya sahip olduğunu varsayıyordu.
AKP’nin iktidara yükselişiyle politik/entelektüel gündemi işgal eden ve popülerliğini hâlâ koruyan “Türkiye’de İslamcılık” üst başlıklı bir tartışma var. Güncel siyaset alanında tartışmaya açılan her konu, saf tutulan tarafın tezine uygun bir argümanla bu üst tartışmaya eklemleniyor. Bu argümanlar muhalif kesimde hüzünlü bir “böyle mi olacaktı ?“ sorusuyla, “dinci orta çağ karanlığı” indirgemesi arasında salınırken, iktidar tarafında ise “ezilmiş Müslümanların devrimci dirilişi” miti ekseninde yeniden üretiliyor.
Mesele, bu kuvvetli hipotezin karşımıza siyasi bir kanal üzerinden (Cumhurbaşkanı’nın konuşması) somut bir gerçeklik (fact) olarak sunulması, ve yine bu iddianın antropolog Clifford Geertz’in ‘thick description’ veya ‘yoğun tasvir’ dediği, Küba’daki cami gibi gerçeklik etkisini artırıcı ancak temelsiz birtakım detaylarla süslenmesidir. Bu gerçekliği artırıcı ya da hayal gücünü canlandıran unsurlar ise Sezgin’in iddiasıyla paketlenince, geçmişte ve bugün pek çok kez olduğu gibi tüm hakikat kuyusu zehirlenmiştir. Artık Sezgin’in iddialarını kabul etmenin veya etmemenin bir anlamı kalmamıştır.
Orta ve üst orta sınıf bu dönemde şehrin çeperlerindeki güvenlikli sitelere doğru bir eğilim gösterirken artık birçoğu şehrin merkezi konumunda kalan eski gecekondu yerleşim alanları dışında çeperlere doğru da gecekondulaşma görülmeye başlanmıştır. Devleti Batı’daki gibi sosyal konutlar yapma yükümlülüğünden kurtaran gecekondu yerleşimleri; 1980’lerden itibaren ‘çöküntü’ haline gelmiş ve metropolden uzaklaşma unsurunun mekânsal metaforlarından biri olmuştur. Gecekondu enformel bir olgu, gecekonduda yaşayanlar da kent yoksulu diğer bir açıdan kent merkezinin fiziksel ve sosyal riskleri arasında yer almıştır.