Mimesis Türkçede
Barış Özkul

Erich Auerbach’ın Mimesis’i yetmiş beş yıl sonra Türkçeye çevrildi. Birçok bakımdan benzersiz bir çalışma olan Mimesis’i çevirmek doğrusu epey zor iş. Çevirmenler Herdem Belen ve Hüseyin Ertürk ile kitabı yayına hazırlayan Selçuk Aylar'ı bu zor işin altından kalkabildikleri için tebrik etmek lazım. Ancak Mimesis’in Türkçesinde ciddi eksikler mevcut. İlk 12 bölümde Auerbach’ın kaynak metinlerden yaptığı alıntılar çevrilmeden bırakılmış; yayınevi kitabın başına koyduğu açıklamayla bu önemli eksiği geçiştirmeye çalışsa da bunlar doğrudan kitabın problematiğini ilgilendiren alıntılar. Şöyle ki Mimesis aynı zamanda bir üslup tarihi çalışmasıdır ve Auerbach üsluplar (stiller) ayrışmasının yürürlükte olduğu devirlerdeki “gerçeklik” kaybını sergilemek üzere sözgelimi Tacitus’tan alıntılar yapar. Tacitus, Roma geleneğine uygun olarak “anaphora” diye bir retorik araca sık sık başvurur: Bu, birbirini izleyen cümlelerin başına aynı kelimenin konmasına dayalı bir retorik stilizasyon tekniğidir. Auerbach, tekniğin yapaylığını sergilemek üzere Tacitus’un üslubunu örnekleyen alıntılar yapar (Vibulenus konuşması gibi). Bunlar Türkçeye çevrilmediği gibi eserin Türkçesinde dipnot ya da sonnotla açıklama gereği de duyulmamış. Bu durumda Mimesis okuru Latince öğrenip Tacitus’u aslından mı okuyacak?

Edebiyat Tarihinde Dönüm Noktası

Auerbach; Mimesis’le edebiyat tarihçiliğinde bir dönemi kapatırken bir başkasını açmıştır. Homeros’tan Proust’a Batı edebiyatının binlerce yılını, bir yığın tür ve üslupla birlikte tek eserde incelemek ancak 1820-1945 arasında mümkün olabilirdi. Goethe’nin weltliteratur (dünya edebiyatı) mefhumu ve Doğu-Batı Divanı’yla açtığı çığır 20. yüzyıl başında Auerbach gibi “mütebahhir” edebiyat tarihçilerinin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Çağdaşı Ernst Robert Curtius ve Leo Spitzer gibi Auerbach da sayısız dil bilir (Latince, Eski Yunanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, İspanyolca, Provençal) ve bilmediği dillerde yazılmış eserler hakkında yorum yapmaz. Rus edebiyatında gerçekliğin temsilini, Gogol’ün Palto’sunu Mimesis’e almamasının nedeni olarak Rusça bilmemesini gösterirken, edebiyatta gerçekliğin eserin biçemi ile toplumsal bağlam arasındaki girift ilişkiler içinde belirlendiğini (dolayısıyla bir dili bilmeden o dilde yazılmış edebiyat eserlerinde gerçekliğin temsili hakkında yorum yapılamayacağını) belirtir.

Beri yandan bildiği dillerde yazılmış sayısız eseri muazzam bir özgüven ve rahatlıkla karşılaştırmaya koyulur Auerbach. O tarihlerde (1930’ların sonu, 1940’ların başı) Naziler’den kaçıp yerleştiği İstanbul’da kaynaklara yeterince ulaşamadığından, büyük ölçüde hafızasına güvenerek Mimesis’i yazdığını iddia eder. Bunun doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana; Eski Ahit’le Yeni Ahit’i, Yeni Ahit’le Homeros’u, Rabelais ile Dante’yi, Shakespeare ile Cervantes’i, Flaubert ile Balzac’ı, Proust ile Virginia Woolf’u bu eserlerin kendisinde bıraktığı izleri sürerek karşılaştırması Mimesis’i benzersiz bir eser kılar. Batı’da veya Doğu’da o tarihlerde Auerbach’ınki kadar büyük çaplı bir karşılaştırmaya girişmeyi göze alan çıkmamıştır.

***

Auerbach’la birlikte bütün türler, üsluplar ve dönemler arasında mekik dokuyan edebiyat tarihçiliği sona ererken Mimesis, II. Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaştırmalı edebiyat bölümlerine esin kaynağı olarak yeni bir çığırı açmıştır. Bundan böyle karşılaştırma yapmak edebiyat analizinin olmazsa olmazı haline gelirken; araştırmacılar bir uzmanlık alanı belirleyip bu alana dâhil olan eserleri ve türleri karşılaştırmıştır. Örneğin Batı’da her biri Auerbach’tan farklı şekillerde etkilenen Cleanth Brooks ve W.C. Wimsatt lirik ile; Stephen Greenblatt, drama ile; Fredric Jameson ise romanla ilgilenmişlerdir. Mimesis; edebiyat tarihinin abidelerinden biri olarak kendinden önceki çağı kapatırken kendisinden sonrakine edebiyat yapıtlarını karşılaştırma ve edebiyattan geniş kültürel anlamlar çıkartma disiplini kazandırmıştır. Bugün bir derginin eski sayılarından birindeki şu veya bu anektodu keşfetmiş olmayı kendi başına edebiyat tarihçiliği zanneden akademiklerin dünyası Auerbach’ın dünyasına taban tabana zıttır. Auerbach metinlerden ve kelimelerden anlam çıkartmanın evrimleşen biçimlerine kültüre ilişkin geniş anlamlar çıkartmak üzere eğilmiştir. Bu anlamda Mimesis retorik yapı ile sosyo-politik bağlam arasındaki ilişkiye odaklanmış bir edebiyat sosyolojisi deneyidir aynı zamanda.

Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili

Auerbach, Prusya disipliniyle bilenmiş bir kütüphaneci olarak ciltler dolusu kitap okuduğu 1920’lerde filolojinin vazifesinin edebiyatta temsil edilen gerçeklik ile gerçek hayattaki tarihsel gerçeklik arasındaki karmaşık ilişkiyi keşfetmek olduğuna kanaat getirmişti. Bu, 21. yüzyılda fazla iddialı bir proje gibi görünebilir ama basit bir lirikten hareketle bir kültür tarihi yazmak 20. yüzyılın ilk yarısında filolojinin gündemini oluşturduğu gibi Auerbach’ın epey etkilendiği felsefeci Giambattista Vico’nun gerçekliğin temsili ile gerçekliğin algılanışı arasındaki ilişkinin kavranması üstüne oturttuğu estetik ufuk da böyle geniş bir anlama çabasını içerir: Her çağ kendi gerçeklik tasavvuruna ve bu tasavvuru aktarmak üzere geliştirdiği temsil araçlarına sahiptir; çağı anlamak bu temsil araçlarını (edebiyat yapıtlarını) ve estetik mükemmeliyet imkânlarını anlamaktan geçer.

Auerbach bu öncülden hareketle ilkin Klasik Çağ’a gider. Klasik Çağ’da Batı’da gerçekliğin temsilini belirleyen ilk tasnif olarak “stiller/üsluplar ayrışması” ortaya çıkmıştır. Toplumsal gerçeklikle ilgili öncüllerden hareketle soyluluk yüce bir sınıf olarak tanımlanırken bu tanım edebiyat eserlerinin teması ve üslubunu doğrudan belirlemiştir. Bir antik Yunan tragedyasında herhangi bir marangozun başından geçenleri okumayız; sublimato (yüce) ile humiliato (sıradan-mütevazı) arasında yapılmış, toplumsal statü temelli kesin bir ayrım yürürlüktedir. Yine Klasik Çağ’da, sözgelimi Homeros’ta karakterlerin bir arkaplanı, zamansallığı, tarihselliği yoktur; Homeros’un karakterleri her yeni güne hayatlarının ilk günü gibi başlarlar. Homeros tarihsel gerçekliğin edebiyat eserine ve insan bilincine henüz nüfuz etmediği bir insanlık halinin temsilcisidir.

Eski ve Yeni Ahit’le (özellikle Yeni ile) birlikte durum değişir ve İsa-Mesih hikâyesiyle Batı edebiyatında “gerçek anlamda” gerçeklik başlar. İsa hem bir marangozdur hem de Tanrısal bir figürdür –havarileri arasında yine son derece sıradan sayılabilecek Celileli balıkçı Petrus gibileri vardır–; yüce ve sıradanın İsa’nın karakterinde birleşmesi üsluplar ayrışmasının aşınması anlamına gelmektedir. İsa’dan önce bir marangozun ya da balıkçının öyküsü edebiyat eserlerinde ancak güldürü ögesi olarak yer alabilmişken şimdi artık sıradan ve yüce sentezine dayalı, elle tutulur, tarihsel gerçeklik merkezdedir.

Böylece Batı edebiyatında zaman, mekân, bilinç ve karakter düzleminde bir derinleşme başlamıştır. Karakterler artık Homeros’ta olduğu gibi her yeni güne hayatlarının ilk günü gibi başlamazlar; zamanla olgunlaşıp evrimleşirler. Tanrı ondan oğlunu kurban etmesini istemeden önceki İbrahim’le sonraki İbrahim aynı adam değildir. Zaman hükmünü yürütmüştür.

Klasik Çağ üslubu ve anlatımına karşı İsa ile Yeni Ahit’in temsil ettiği yeni gerçeklik zirvesine Dante ile ulaşır. Dante’nin cehenneminde karakterler hem alabildiğine sıradan ve gerçek; açgözlü ve pinti; gaddar ve merhametlidir hem de cehennemde Hegel’in deyimiyle “sabitlenmiş bir varoluş”a hapsolmuşlardır. Bu yüce-sıradan eksenini yeni yeni yazı diline giren vulgar İtalyanca ile yüksek klasik üslubu sentezleyerek sunan İlahi Komedya, Auerbach’a göre sonraki yüzyılların gerçeklik anlayışını uzun süre belirlemeye devam etmiştir. Dante, cennet ile cehennemi klasik dönemin temsilcisi Vergilius’la beraber gezmektedir ancak Cennet’in pasajlarından birinde “Bırak kaşısınlar nereleri kaşınıyorsa” şeklindeki dizeyi anımsarsak, Vergilius ile Dante arasındaki mesafenin sarih bir ifadesidir. Seçkin bir üslupla güncellikle aşırı iç içe geçmişlik, Goethe’nin deyimiyle Dante’nin “itici, hatta tiksindirici, büyüklüğü” Auerbach’ı büyüler (s. 213). Ona göre Shakespeare de dâhil olmak üzere 16. yüzyıl sonuna dek Batı gerçekliği Dante’ye öykünme ve Dante’den sapma sarkacında ilerlemiştir. Buralarda Auerbach’ın yorumları alabildiğine öznel ve kimi zaman genelleyicidir; Shakespeare’in kozmik düzenin merkezine insanı yerleştirerek edebiyatta yaptığı yeniliği (özellikle Macbeth ve Hamlet’te) pek önemsemez. Shakespeare’in yer yer Yunan ve Latin yazarlarına öykünen, yer yer aşırı şakacı ve laubali olabilen üslubundan hazzetmediği bellidir. Gerçeklik Auerbach’ta –Prusyalı’lardan bekleneceği üzere– bir “ciddiyet” meselesidir.

Bu yüzden gerçekliğin temsilinde sonraki kritik eşik olarak 19. yüzyıl Fransız romanını görür: Stendhal, Balzac ve Flaubert. Auerbach’ın özellikle Stendhal’in Restorasyon dönemi Fransası’nı tasvirindeki nesnellik üstüne yorumları; Flaubert ve Emma Bovary üstüne görüşleri, bir taşra doktorunun kültürel ve toplumsal koşulları bağlamında gerçekliğin sunumuna dair analizleri edebiyat tarihçiliğinin doruk noktalarını oluşturur. Gelgelelim Auerbach 19. yüzyıl konusunda da fazlasıyla seçicidir; İngiliz edebiyatında komik, karikatürize ve ahlakçı anlatım tarzının baskınlığından ötürü Dickens’ın bile toplumsal gerçekliği ciddiyetle, siyasal-sosyal manzarayla ilişkilendirerek aktaramadığını ileri sürer. Oysa Dickens, Hard Times’ı yazarak Viktorya Çağı’nın belki de tek belgesel gerçekçi romanını yazmıştır; Oliver Twist keza ahlakçı olmakla birlikte bir o kadar gerçekçidir. Elizabeth Gaskell, Disraeli, Charles Kingsley, Harriet Martineau gibi Britanyalı yazarlarda “ciddi gerçekliğin” tasvirine neredeyse hiç girmez Auerbach; 19. yüzyıl İngiliz romanını topyekûn ahlakçı bulması belki de Romanolog olması ve esas ilgi alanının Fransız edebiyatında toplanmasıyla alakalıdır.

Sanatçı mı Akademik mi?

Auerbach “gerçekliğin temsilinde” son noktayı Proust ve Virginia Woolf ile koyarak Mimesis’teki altı yüz sayfalık Batı edebiyatı analizini modernistlerin parçalar ve izlenimlerden bütüne doğru yol alan gerçeklik tasvirini sahiplenerek, biraz da İstanbul’da onu kuşatan çağrışımsal zenginliği bu yazarlara doğru genişleterek bitirir.

Mimesis, alabildiğine öznel ve izlenimsel bir çalışma olmakla birlikte Auerbach’ın Faustvari bilme, anlatma; eserler, yazarlar, çağlar arasında dolaşma arzusu ve kabiliyeti onu benzersiz kılıyor. Bir çağrışım Auerbach’ı Proust’tan alıp Homeros’a götürebiliyor; Yeni Ahit’teki bir anektodu Fielding’in Tom Jones’una, Don Kişot’taki bir sahneyi Rabelais’nin müstehcen diline hamledebiliyor. Bütün bunlara bakınca; Auerbach akademik bir kasvetten ziyade sanatçı şahsiyeti ve hassasiyeti aksettiriyor. Tıpkı 19. Asır Türk Edebiyatı’nda Tanpınar’ın daha dar kapsamlı bir zaman dilimi içinde yaptığı gibi.