Barış Ayrıcalığı ve 10 Ekim Anıt Ağaçları (II)
9 Ekim 2025 Perşembe
2021 boyunca Ankara Büyükşehir Belediyesi ile meslek örgütleri ve 10 Ekim Ailesi proje detaylarını görüşmeye devam etti. Projenin uygulanabilmesi için gerekli planlama, teknik raporlar ve kurullara başvurular hazırlandı ve süreç görece olumlu seyretti. Katliamın 6. yılına kadar Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin UKOME ve Koruma Kurulu’ndan alacağı idari izin süreci devam ederken, projede yer alan 103 Mabet Ağacı’nı temin etti. Katliamın 6’ncı yıldönümü 50’ye yakın Mabet Ağacının Ankara Garı önüne saksılar içerisinde getirilecek ve proje tamamlanana kadar 8 ağaç burada kalacaktı ancak 9 Ekim’i 10’una bağlayan gece saatlerinde fidanlar Ankara Valiliği tarafından “izinsiz olduğu” gerekçesiyle kaldırıldı. 10 Ekim’in 6. yıldönümü anması öncesinde ağaçların gece vakti kaldırılmasına/“gözaltına alınmasına” dair Valilikle yapılan görüşmeler sonuçsuz kaldı.
Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği’nin Gazze’ye İlişkin Kararı
7 Ekim 2025 Salı
Holokost ve Soykırım Çalışmaları ile Uluslararası Hukuk alanlarında çalışan çok sayıda İsrailli, Filistinli, Yahudi ve diğer akademisyen de İsrail’in devlet ve ordu düzeyindeki eylemlerinin soykırım teşkil ettiğini belirtmiştir. Uluslararası sivil toplumun, devletleri Soykırım Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmeleri için teşvik etme ve bu sürece destek olma yoluyla, soykırımı önleme sorumluluğu bulunmaktadır. Tarihte birçok örnekte olduğu gibi, bu durumda da “güvenlik önlemi” adı altında yapılan uygulamaların, bir gruba yönelik kitlesel katliam ve soykırımı meşrulaştırma amacı taşıdığı açıktır. Bu nedenle, Uluslararası Soykırım Araştırmacıları Derneği, İsrail’in Gazze’deki politika ve uygulamalarının, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’nin II. maddesinde tanımlanan soykırım suçu kapsamına girdiğini ilan eder. Bu eylem ve politikaların, uluslararası insancıl hukuk ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü uyarınca savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar oluşturduğunu ilan eder.
Üçüncü Mekânların Politik Hafızası: Kahvehane, Birahane, Meyhane
4 Ekim 2025 Cumartesi
ODTÜ’den bir arkadaşımın davetiyle yola çıkmak üzere olduğum Münih’teki Oktoberfest, bu satırları yazmama vesile oldu. Münih çoğu kişinin zihninde Nazi mitinglerinin yapıldığı bira salonlarıyla özdeştir. Gerçekten de uzun yıllar faşistlerin simge sahnesiydi. Ama aynı şehir, 1918 Kasım Devrimi ve 1919’daki kısa ömürlü Bavyera Sovyet Cumhuriyeti’yle, bir dönem sosyalist hayallerin de başkentiydi. Beni en çok düşündüren şey, bu iki karşıt kutbun aynı mekânlarda —bira salonlarında— nefes alması oldu. Bir gün Hitler’in yandaşları, ertesi gün işçi konseyleri aynı duvarlar arasında toplanıyordu. Bu çarpıcı kesişmeden yola çıkarak, Avrupa ve Anadolu coğrafyasındaki kahvehane, birahane ve meyhane kültürünün politik sosyalleşmedeki önemini ve kolektif hafızamızdaki izlerini anlatmaya çalıştım.
Sınırlar
2 Ekim 2025 Perşembe
Skala Eresoú, Midilli adasının güney batısında göz alabildiğince uzanan bir kumsal. Hızla derinleşen denizi ve hiç durmayan esintisi ile yaz sıcağında bunalmadan tatil yapmak isteyenler için çok uygun bir yer. İki kilometreyi aşan bu uzun sahil, dinmeyen rüzgârı nedeniyle su sporları için de ideal. Sahilin orta bölümünün sol yanında ağırlıkla adölesanlar sörf, katamaran ve kano yaparlarken; biz yetişkinler, hemen yan tarafta, ince bir ip sınırla ayrılmış bölümde yüzmenin tadını çıkarmaktayız. Sarı renkli ipin var ettiği o ince sınır, su sporları yapanlarla yüzenleri ayırıyor. Kimse o sınırı ihlal ederek ötekinin rahatını kaçırmıyor.
Rashid Khalidi ile Filistin üstüne söyleşi: "Boyun kılıçla nasıl müzakere eder?"
30 Eylül 2025 Salı
İsrail seçkinleri, savaşın nasıl sona ereceği ve eğer bir “ertesi gün” gelirse Gazze’de ne yapılacağı konusunda haklı sebeplerle bölünmüş durumda. Savaşın başında, çok sayıda insanı –Mısır’a ve belki Batı Şeria’dan da Ürdün’e– sürerek Nakba’yı tamamlamayı umdukları açıktı. Blinken’ı, bu kirli işi halletmek için Mısır’a, Ürdün’e ve Suudilere gönderdiler – rica minnet bu planın uygulanmasına izin vermelerini istediler. ABD hükümetinin, Filistin’in daha da etnik temizliğe uğratılması yönündeki bir İsrail planına aktif katılımı, Amerikan tarihinin en iğrenç sayfalarından biridir. Blinken ve Biden için bu, sonsuza dek utanç verici bir leke olacaktır. 1948’de Washington etnik temizlik yapılmasını istemedi, her ne kadar Truman yaşananları görmezden gelip, zorla çıkardığı BM Bölünme Planı kararına sahip çıkmamış olsa da. Ama bu sefer durum farklı ve çok daha kötü. Bu, Washington’un aktif olarak İsrail’in soykırımına destek vermesi ve Filistin’in bir bölümünde yapılan etnik temizliği pazarlamaya çalışmasıdır.
Gültepe: Özerklik Deneyimi ve Sol Mücadele
28 Eylül 2025 Pazar
Yavaş yavaş ilk gecekondular inşa edilmeye başlandıktan sonra 1960’ların başında nüfusu otuz binlere dayanmıştı ama elektrik hâlâ lükstü ve koca koca mahalleler gece olunca karanlığa gömülüyordu. Su sıkıntısı kangrenleşmiş bir sorundu ve bunun üzerine düzgün bir kanalizasyon sisteminin olmaması da yerleşimcilerin belini büküyordu. Bir tür öteki İzmir’di. Ulaşım sistemi mevcut olmadığından sabahleyin aşağı şehre hayatını kazanmaya yayan inenler, evlerine dönerken de dik yokuşları iman gücü ve peygamber vitesiyle aşmaya çalışıyor, mesaiye her gidiş dönüş belde sakinlerine hac yolculuğuna benzer külfetleri yaşatıyordu. İlk belediyelik oluştuğunda da seçimle gelen başkanların ödenek almak için İzmir belediyesinin kapısını aşındırmaktan başka çaresi yoktu. Gerçekten öyle miydi? Başka bir çıkış yolu dünya üzerinde yok muydu? Cevabı Lawrence Pratchett’e dayanarak Gülpınar veriyor: Merkezi müdahaleden azade olmak, belirli sonuçlar üreten iradeye sahip olmak, yerel kimliği yansıtmak. Peki Gültepe sonraki yıllarda bu özerklik tanımına uygun bir şeyler yapabildi ve başarılı oldu mu? Cevabı kitapta.
Makinenin Ritminden Fosil Çağa: Enerjinin Ekolojisi
26 Eylül 2025 Cuma
Sanayi 1.0’ın buharıyla başlayan yolculuk, Sanayi 2.0’da elektrikle hızlandı; Sanayi 3.0’da petrol ve kimyasallarla küreselleşti. Bugün geldiğimiz noktada, bu enerji rejimlerinin toplam sonucu olarak iklim kriziyle yüz yüzeyiz. Ekolojik imparatorluktan modern kapitalizme uzanan çizgi aslında tek bir ders veriyor: Doğa, kapitalizmin “arka planı” değil, en kalıcı aktörüdür. Buharın, elektriğin, petrolün ve fosil yakıtların hepsi, ekosistemlerin sınırlarını aşındırdıkça krizleri tetikledi. Nil’in taşkınlarıyla sarsılan Osmanlı ile karbon emisyonlarıyla boğuşan 21. yüzyıl dünyası arasında bu açıdan doğrudan bir süreklilik vardır. Antroposen çağında esas soru şudur: Enerji rejimlerimizi doğa ile müzakere içinde yeniden kurabilecek miyiz? Yoksa büyüme adına ekosistemleri zorlamaya devam mı edeceğiz? Kapitalizmin tarihsel deneyimi bu soruya yanıt veremiyor; fakat ekolojik tarih bize şunu hatırlatıyor: Tabiatın ritmi olmadan hiçbir uygarlık uzun süre ayakta kalamaz.
Kanun Yoluyla Tahakküm
24 Eylül 2025 Çarşamba
Türkiye’de iktidarın bazı kritik ve tartışmalı konuları yargıya havale ederek sorumluluk almaktan kaçındığı durumlar da gözlemlenmektedir. İktidar böylece hem hedefine ulaşır hem de “bu kararı biz değil, mahkeme verdi” diyerek siyasi maliyeti azaltmayı amaçlar. Bunun güncel bir örneği, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kapatılması davasıdır. Bu sayede, eğer HDP kapatılırsa iktidar “kararı yargı verdi” diyebilecek; kapatılmazsa da “yargı takdiri böyleymiş” diyerek sorumluluktan kaçınabilecektir. Dava halen AYM’de sürüyor ve iktidar kanadı, AYM’yi açıkça etkilemeye çalışsa da nihai kararın yargıda verilmesi sayesinde kendini formel olarak sürecin dışında tutmaya gayret ediyor. Benzer biçimde, 2019 İBB Başkanlığı seçiminin iptali de tartışmalı bir karardı ve bunu iktidar Yüksek Seçim Kurulu (YSK) eliyle yaptırdı. Yani büyük bir politik kumarı, bir yargısal kurum olan (ve yargıçlardan oluşan) YSK üzerinden oynadı.
Demokrasi Nefreti
21 Eylül 2025 Pazar
Rancière’nin özgün katkısı, demokrasiyi yalnızca anayasal kurumların işleyişi olarak değil, dissensus olarak tanımlamasıdır. Demokrasi, konsensüsün düzenlediği alanı bozan, görünmez kılınmış olanın görünürleştiği, sesinden mahrum bırakılmış olanın söz aldığı andır. Bu yüzden demokrasi, teknik idarenin hesaplanabilir düzenine indirgenemez; her defasında yeniden kurulan bir eylemlilik biçimidir. Tam da bu nedenle demokrasi, yönetenler için “fazla” olandır; nefretin kaynağı, bu fazlalığın yarattığı kesintisiz rahatsızlıktır. Demokrasiye yönelen nefretin güncel tezahürleri bu çerçevede daha iyi anlaşılır. Teknokratik düzlemde, halkın siyasal sürece katılımı irrasyonel risk olarak kodlanır; uzman raporları, veri setleri ve algoritmalar siyasal kararların yegâne meşru zemini hâline gelir. Popülist düzlemde ise eşitlik iddiası liderin şahsında toplanır, kamusal çoğulluk tek sesli bir iradeye tercüme edilir.
Çözüm Sürecinde Siyaset Akrobasisi
19 Eylül 2025 Cuma
Bir yandan Kürt meselesinin çözümüne yönelik tarihi adımlar atılırken, öte yandan bu adımların kalıcılığını güvence altına alacak kurumsal dayanaklar —hukuk, demokrasi ve kuvvetler ayrılığı— sistematik biçimde aşındırılmaya devam ediyor. Özellikle 2024 yerel seçimleri sonrasında CHP’nin yükselişi ve Ekrem İmamoğlu’nun alternatif bir cumhurbaşkanı adayı olarak öne çıkması, iktidar çevrelerinde anamuhalefeti etkisizleştirme ihtiyacını keskinleştirdi; bunun sonucunda ise cezai soruşturmaların ve tutuklamaların seçici kullanımı, idari müdahaleler ve kayyumlar, yargısal süreçlerin siyasallaştırılması ile medya ve bürokratik baskı aracılığıyla yürütülen delegitimasyon kampanyaları belirginleşti. Hukuki bir kılıfa bürünmüş ancak fiilen ana muhalefeti siyaset sahnesinden dışlamaya hizmet eden bu ekarte etme hattı giderek ön plana çıkıyor.
Dışarısı Daralırken
17 Eylül 2025 Çarşamba
2000‘lerin başında Türkiye’de iktidar, oldukça parçalı bir yapıdaydı. Yürütme erkinin; birden fazla elde dağılarak cılızlaştığı, belli belirsiz sisi andıracak kadar müphemleştiği söylenebilir. Dolayısıyla, aslında o zamanlar üzerinden değerlendirme yapılacak yekpare bir merkezin dahi tam manasıyla bulunuyor olmadığını ifade etmek mümkündür. Zaten ite kaka gitmekte olan koalisyon hükümeti toplumun gözünde muteber değildi ki çok geçmeden de kuskunu yokuşta koptu. Böylesine parçalı bir iktidarın toplumda sahici bir kutuplaşma yaratabilme kabiliyetinin çok sınırlı olması ve temerküz edememiş gücün merkez tarafından taliplere vaat edilecek avantajları üretememesi sebebiyle içeride yahut dışarıda olmak da bugünkü manasıyla çok şey ifade etmiyordu, neredeyse içerisi ile dışarısı birdi.
Fonogramdan Platforma: Algoritmaların Kıskacında Müzik
16 Eylül 2025 Salı
Editör listeleri, algoritmik sıralamalar ve mikro telif sistemleri büyük katalogları besliyor; yeni gelenler ise yalnızca sınırlı, kısa ömürlü alanlara itiliyor. Bu durumda sanatçının önünde kalan seçenekler giderek daralıyor: ya duygusal olarak steril, risksiz bir ifade biçimi ya da sistemin sınırları içinde isyan estetiğini taklit eden pozlar. Gerçekten çatlak yaratabilecek örnekler ise çoğu zaman bastırılıyor ya da görünmez kılınıyor. Yaratıcılık, giderek politik bir risk değil, teknik bir hata gibi kodlanıyor. Bu nedenle güncel kuralların farkında olan müzisyenler, ilhama değil, zararsızlığa yöneliyor. Aslında yeni milenyumla beraber kısa bir süre yön bambaşka bir yere kırılmıştı. Tekrarın susturucu bir olgu olmanın ötesinde, doğaçlamanın ve “paylaşımın” belirlediği bir kompozisyon çağı… Müzik artık sahip olunacak bir nesne değil, birlikte var olmayı mümkün kılan özgür bir eylem olacaktı.
Yaş Almanın Ekonomi-Politiği ya da Kabulleniş (?!)
14 Eylül 2025 Pazar
Mahalle baskısını ve narin/güzel ruhlarımızın/bedenimizin yaş alma endüstrisinden nasıl kaçınamadığını anlamak için kadın çalışmaları literatürünün girişi olarak düşünebileceğimiz “(biyolojik) cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ataerkillik ve ideolojisi, dişilik/kadınlık ve erillik/erkeklik” gibi anahtar kavramlardan başlamayı öneriyorum. Bu kavramlarla öyle ya da böyle tanış olduğumuzu düşündüğümden, bir adım daha atıyorum. Ve bu kavramları üretmeye katkıda bulunan ve bunu geleneksel, muhafazakâr, cinsiyetçi söylemlere ve ataerkil ideolojiye meze yapan başta biyolojik/indirgemeci yaklaşımlardır diyorum. Bunlar, toplumsal cinsiyete dayalı tabakalaşmayı ve eşitsizlikleri (maddi ve manevi) görünmez kılmaya ve meşrulaştırmaya çalışırken, özellikle de biyolojik temelli cinsiyet ve toplumsal cinsiyet yaklaşımıyla el ele, kol kola olan yaş alma endüstrisinin bu eşitsizlikleri (maddi ve manevi) apaçık ettiğini düşünüyorum.
Ekolojik İmparatorluk ve Antroposen: Osmanlı’dan Sanayiye Uzanan Bir Hikâye
13 Eylül 2025 Cumartesi
İmparatorlukların ekosistem olarak işleyişi, yalnızca suyun akışı ya da iklimin ritimlerine değil, gündelik yaşamı ayakta tutan temel kaynakların sürekliliğine bağlıydı. Osmanlı Mısır’ında bunların başında yiyecek ve yakacak geliyordu. Nil’in taşkın döngüsüne bağlı tahıl üretimi, imparatorluk ekonomisinin ve toplumsal düzenin bel kemiğiydi. Yakacak olarak odun görünüşte sıradan bir kaynak gibi görünse de, aslında imparatorluğun enerji rejiminin belkemiğini oluşturuyordu. Fırınlardan demir dökümhanelere, barut üretiminden donanma tersanelerine kadar odun yalnızca yakacak değil, stratejik bir kaynaktı. Bu yüzden ormanlar bulundukları yerde tüketilmiyor, merkeze doğru “taşınıyordu.”
Sinyaller Denizinde Buharlaşan Dünya: Yeni Bir Varoluşun Eşiğinde
11 Eylül 2025 Perşembe
Eskiye ait kurum ve yapılar; milliyetçilikten soyut evrenselciliğe, pozitivizmden kuantum sıçramalarına dayalı çeşitli senaryo ve söylemlerle tutucu roller oynamaya çoktan başlamışlardır bile. Oysa cin, şişeden çıkalı çok oldu. Bildiğimiz bütün dünyanın yarattığı anlamların hepsi hızla gülünçleşmekte ve katı olan her şey, sinyaller denizinde görünmez olmaktadır. Feodalizmi ve kapitalizmi de dahil, dünyamızın bütün eski hikayeleri, belirsizlik ve “Yeni Cesur Dünya” hanesinde şaşkınlık içinde sincap yuvaları peşindeler. Belirsiz kışı atlatmanın gömüleriyle meşguller. “Gerçeğin çölüne hoş geldiniz” diye başlıyordu film; oysa zamanımız, “gerçeğin fabrikasına hoş geldiniz” diye başlayıp, “tam olarak nasıl bir ürün istiyordunuz efendim” nezaketiyle parıltılı metalik bir mekan peşinde.
Kurtuluş Estetiği İçin Notlar: Alev İmgesi Üzerine
8 Eylül 2025 Pazartesi
Tehlike aynı zamanda, deneyimin, mimetik olanın kaybına da yöneliktir. Bu düşüncede, dilde mimetik olan her şey, dilin göstergesel unsuruna dayanır ve bunun ortaya çıkışı “alevin bir anlık parlayışına” benzetilir. Alev, bir tür göstergesel vasıta olarak işler. Mimetik olan ancak bir taşıyıcı yardımıyla -alev gibi- bir anlık görünür olabilir. Yani dilde mimetik olan, göstergesel unsurlara dayandıkça ortaya çıkar. Alev aynı zamanda, bir “işaret” olarak da, dilin mimetik öğesini bir anlığına görünür kılar. Giorgio Agamben işte bu yakınlık nedeniyle, işaret kavramına getirdiği tanımla Benjamin’in dilin mimetik unsuru tanımı arasındaki benzerliğe dikkat çeker. İşaretler, dildeki mimetik ilişkiyi bir anlık ifşa eden hakikatin parçalarını taşır. Gizemin ya da mistik olanın dağılmasını sağlayan şey, göstergesel unsur ya da işaretlerdir.
Muhatabını Arayan Ama Bir Türlü Bulamayan Soru: Boşuna mı Okuduk?
6 Eylül 2025 Cumartesi
Böyle bir tabloda kaçınılmaz olarak kimlik inşası sürekli erteleniyor. Belki de “ayrışamayan” ile “bağımsızlaşamayan” arasında sıkışmış bir nevrotik kuşak hâkim oluyor bugüne. Seans odalarında her geçen gün daha çok duyulur hale gelen “yorgun, bağımlı, yönsüz” gençlik anlatıları, tam da bu sıkışmanın ürünü olarak görünmekte. Bir yandan “genç” kategorisinin kendisi bile olağanüstü genişlemiş durumda. Dünya Sağlık Örgütü, gençliği 10 yaşından 30’ların ortasına kadar uzanan bir aralık olarak tanımlarken, gençlik artık bir geçiş değil, adeta bir “bekleme alanı.” Çocukluk bitmiş, yetişkinlikse belirsiz bir süreye kadar askıya alınmış durumda. Bu “bekleme alanı”, aslında gecikmiş bir yetişkinlik deneyimi. Ücretsiz stajlar, asgari ücretin altında “deneme süreleri”, ekonomik bağımsızlığını kazanamayan gençleri aile evinde hem “çocuk” hem “yetişkin” kılıyor. Bu ikili konum, bireyi özne olma sürecine ket vurup nesneye indirgiyor. Gençlerin talebi bastırılıp, arzuları dolayısıyla suçlulaştırılıyor. Kişinin “Sen başarısızsın, sen yetersizsin” diyen içsel sesi, aslında neoliberal ideolojinin içselleştirilmiş bir yankısıdır. Böylece toplumsal kriz, bireysel suçluluk ve yetersizlik meselesi halini alıyor.
Anahtar Parti Neyi Başarmak İstiyor?
5 Eylül 2025 Cuma
Türkiye’de milliyetçiliğin tezahürleri, elbette her zaman tören alaylarıyla, şanlı bayrak devinimleriyle sınırlı kalmaz. Son on yılda siyasal sahada görülen parçalanmalar, tipik bir “ara form”lar çağına işaret ediyor. Anahtar Parti’nin kendine müstakil bir hat açmaya çalışması da, bu parçalı zeminin bir diğer cüretli denemesi. Milliyetçi siyasetin sahnesinde sık sık görmeye alıştığımız yeni “partilerden” biri olarak Anahtar Parti, 28 Ekim 2023 tarihinde İYİ Parti’den kan kaybıyla doğdu. Yavuz Ağıralioğlu liderliğinde kurulan bu parti, henüz seçime girmemiş olmasına karşın kamuoyu yoklamalarında yaklaşık %1,5-2 oy oranıyla dikkat çekmeye başladı. Ancak mesele sayılarla sınırlı değil; Ağıralioğlu’nun hitabet gücü, münazara becerisi ve medyadaki görünürlüğü, partisine herhangi bir genel/yerel seçim sınavına tabi tutulmamasına karşın kamuoyunda farklı bir alan açtı.
Uçurum ve Yokuş
4 Eylül 2025 Perşembe
İktidarın yaşadığı bu güçlüğün kökeninde sınıf çelişkisi yatıyor. Bu baş aşağı gidiş işçi sınıfının yaşam ve çalışma koşullarını birebir etkilediği için bugün bir iktidar değişikliği potansiyelini tartışabiliyoruz. Bu potansiyelin fiiliyata dönüşmesi de bu güçlüğün kökeninden bahseden, sınıf çelişkisini çözme veya hafifletme iddiası taşıyan faillerce gerçekleştirilecek. Dolayısıyla, “muhalefetten” kastım üye ve kadrolarındaki sınıfsal ve ideolojik çeşitliliğe rağmen farklı tarihsel nedenlerle siyasi yelpazenin solunda yer alan ya da alabilecek parti ve hareketler. Bu bağlantı da bizi iktidarın enerjisini neden sağı konsolide etmekten daha çok sol cenahtaki akımlarla ilişkilerini yeniden düzenlemeye harcadığı sorusunun cevabını veriyor.
İki Belediye Başkanı: Direnişin ve Teslimiyetin İki Yüzü
3 Eylül 2025 Çarşamba
Ada Colau, belediye başkanlığı yaptığı dönemde ve sonrasında sergilediği net tavırlarla anti-emperyalist bir çizgide durdu. İsrail ve ABD’nin her türlü baskısına göğüs gererek onurlu bir duruş sergiledi. Şubat 2023’te, Barcelona’nın Tel Aviv ile “kardeş şehir” ilişkisini askıya alan cesur bir karar aldı. Colau, İsrail Başbakanı’na yazdığı mektupta, İsrail’in Filistin halkına yönelik “sistematik hak ihlallerine” son verene dek İsrail’le resmi ilişkileri dondurduğunu ilan etti. “Sessiz kalamayız” diyordu. Nitekim bu adımı, Filistinlilerin hakları için uluslararası düzeyde bir çağrıydı. Elbette bu karar, İsrail hükümeti ve onun müttefiklerinden sert tepki gördü. İsrail Dışişleri sözcüsü, Barcelona halkının çoğunluğunun bu karara karşı olduğunu öne sürdü. İspanya Yahudi Cemaatleri Federasyonu ise Colau’yu “sofistike anti-semitizm”le suçlayacak kadar ileri gitti.
François Noudelmann'la Söyleşi:"Artık Sadece Metin Odaklı Yaklaşımın Zamanı Geçti"
2 Eylül 2025 Salı
Deneyim katmanları gerçeklikle kurulan ilişkinin sürekli olarak kurulmasına, çözülmesine ve yeniden örülmesine sahne olur. Duyusal yaşam, imgesel yaşam ve özellikle işitsel deneyim, benliğin kurucu unsurlarını oluşturur. Bu yapılar içinde bilinçdışı olanı tekil bir alt katmana indirgemek mümkün değildir; aksine, özne çok katmanlı ve kesişen düzlemlerin etkileşimi içinde şekillenir. Bu bakışla, bir enstrümanla uğraşmak özellikle öğreticidir; çünkü bu uğraş fiziksel, psikolojik ve zihinsel pek çok fenomeni bir araya getirir. Müzikal pratik müzik hakkında konuşmaktan fazlasını kapsar. Söylem müzikolojiye, bilgiye ve nesnelleştirmeye aittir. Pratik, ses nesnesi üzerinde denetim kurmaktan çok, müzikal dünyayla kurulan bir bağlılık deneyimidir.  Bu deneyim edilgenlik ve etkinliği, ritimleri ve bestesel oyunları, cinsel kargaşaları ve adını koymadığımız yakınlıkları içerir.
Dön, Bebeğim:  Kuir Aile Tahayyülünden Toplumsal Cinsiyetin Maddiliğine Yaşamlarımız
31 Ağustos 2025 Pazar
Uzun zamandır feministler olarak yaşadığımız çelişkilere, gündelik hayatımızda bizi zora sokan meselelere, nasıl bir hayat yaşadığımıza ve nasıl bir hayat yaşamak istediğimize, ilişkilerimize, feminist politikayla kurduğumuz bağa dair bir şeyler yazmak, düşünmek zorlaştı. Neoliberalizmin yıkımı, iktidarın şiddeti dehşetini her geçen gün arttırırken yeni bir krizle uyanıyoruz. Her yanımızı saran gri bir sis içindeymişiz gibi hissediyorum. Aramızdan birileri çıkıp, sakin olamayız diye haykırdığında bir nebze dağılan bir sis sanki. Akışın içinde, söz kurup, bir pozisyon oluşturmaya çalışırken yaşamlarımız gitgide daha tali bir konu haline gelmeye başladı, ilişkilerimiz gündemden düştü, bunları kamusal alanda tartışmak lüks kaldı hatta. Metinlerimiz, dilimiz, devletlere, iktidarlara, patronlara seslenirken, kendi alanlarımıza bakacak fırsat bulamadık belki, bilmiyorum. Gündelik olandan, yani feminizmi feminizm yapan bakıştan uzaklaştıkça bu mesafeyi politik doğruculukla ve idealizmle konumlarımızı açıklar olmanın güvensizliği dolduruyor.
Kırılgan Uygarlık: Çöküşbilime Giriş
29 Ağustos 2025 Cuma
Oysa ekolojik çöküş yalnızca insanın değil, insan-dışı canlıların da varoluş meselesi. Kitapta yer alan geniş veri ve referanslar (tür kayıpları, ekosistem çöküşleri, biyosferdeki geri dönülmez eşikler) çoğu kez insan demografisi, toplumsal huzursuzluk ve politik kırılmaların arka planı olarak işleniyor. Yazarlar, insanın psikolojik tepkilerini, felaket karşısında sergileyebileceği dayanışmayı ya da bencilliği ayrıntılı biçimde ele alırken; doğanın kendisine yönelik empati daha sınırlı bir yer buluyor. Bu, kitabın güçlü yanını, yani çöküşün insana doğrudan dokunuşunu görünür kılmasını, aynı zamanda en zayıf noktasıyla, yani doğa ile aramızdaki empati eksikliğini yeniden üretmesiyle yan yana getiriyor.
“…”
27 Ağustos 2025 Çarşamba
Karabük dışında kalan illerin hemen hepsinin Kürtlerin göreli olarak yoğun yaşadığı bölgeler olması tesadüf olabilir mi? Dahası bu durum sadece ekonomik (sınıfsal) bir neden ile açıklanabilir mi? Yoksa savaş/çatışma ortamının neden olduğu ekonomik ve sosyal yıkım mıdır gencecik insanları verem yapan? Sınıf kadar adıyla çağrılamamak, kimliğinden dolayı ayrıca dışlanmaya maruz kalmak ve her alanda eşitsizliği solumak değil midir verem denilen illetin temel nedeni? Eğer böyle olmasaydı, Suriye’deki savaştan/çatışmadan kaçan insanların yollarda ve sığındıkları ülkede yoksulluk ve yoksunluğa gark olmaları nedeniyle 2020 yılında genç veremlilerin başkentinin bir önceki yıldan farklı olarak Kilis olması mümkün olabilir miydi?