Basında her zaman iyi niyetli, demokrat insanlar... uğraşıp didinir, kendilerini tehlikeye atar, fotoğrafları ve haberleriyle gazeteye dönerler... getirdikleri, gazetenin o zamanki politikasına uygun hale konur. 1989 1 Mayıs’ının olayları, bundan bir yıl önce dahi olsa, basında bambaşka bir kılığa sokulurdu... Böyle olmaması polisi çok öfkelendirdi. Daha sonraki cenaze töreninde bu öfkenin sonuçları görüldü... asıl önemli olan, polisin öfkesinin sonuçlarından çok, 12 Eylül rejiminin polise verdiği ideolojinin sonuçlarıydı. 1980’lerin başlarından beri polis hemen hiçbir kayıt kuyut tanımayan bir yetkililikle donatılmış, uygulaması bütün özellikleriyle hoşgörülmüştü. Polisin... devletin gösterdiği birtakım “düşman”lara karşı bir “taraf” gibi davranması da teşvik edilmişti... 1 Mayıs gibi bir “gaza” gününde gösterdiği “başarı”nın eleştirilmesi polisi gazaba getirdi. Verilen formasyona uygun bir düzeyde ... “basından intikam almaya” başladılar - başka intikam aldıklarının yanısıra...
Sayı 2, Haziran 1989
1 Ağustos Genelgesi, devletimizin genel olarak tebaasına, özel olarak da “siyasal mahkûm”u olan kişilere karşı... 1980’den beri fiilen uygulamaya soktuğu “yeni” düşünce tarzının... bir örneğidir... 1980’den sonra “baba” bir hayırsız evlada nasıl davranırsa öyle davrandı... Babaya rağmen kişilik sahibi olmaya kalkışmış, bu yüzden onu kinlendirmiş olan çocuklardaki o kişilik edinme amacının tüm dayanakları yıkılmalıydı... Düşünme yetisi felç edilmeli, onur duygusu ezilmeli, kendine saygı ve güven yok edilmeliydi... O nedenle sorgularda insanlar doğrudan “konuşturma”yla ilgisi olmayan, olsa bile insanın etkisini öncelikle kişilik değerlerinde hissettiği yığınla iğrenç işkence metodlarından geçirildiler... Birkaç yıl sonra “baba” ... kinini epeyce doyurmuş olarak özel odasına çekilirken, altından kolay kalkılamayacak bir ders verdiğini düşünüyordu. Ders alındığı kesindi, ama onun beklediği türden değildi pek. Öyle ki, 1980 öncesinin faşistleri bile... “köpeklerin... yaşayamayacağı yeraltı hücrelerine insanların atıldığı cezaevlerinden, gençlere hamamböceği muamelesi yapılan Metris, Diyarbakır, Mamak’tan, dayak ve işkence yüzünden yüzde yetmişi anne olma imkânını yitirmiş genç kızlardan” söz edebiliyordu. Onca yıl “devletten yana” ve “devlete yardımcı” oldukları halde onlar dahi ... bunları söylemek zorunda kalıyorlarken, SHP’nin genel sekreteri, ölüm orucunu sürdüren mahkûmlarla ilgilenen... SHP milletvekillerini “E tipi milletvekilleri” diye etiketleyen espriler yapabiliyor; böylece kendi tipini de ele veriyordu...
şaşırtıcı bir kolaylıkla dağıtıldı... Bunun... özel bir nedeni de PKK’nın o dönemde... en fazla eleştirilen, antipati duyulan hareket oluşuydu... birçok PKK militanının yerel halk tarafından yakalanıp güvenlik güçlerine teslim edilmesinin de kanıtladığı gibi bu antipati hayli yoğun idi... Ama ... 12 Eylül yönetiminin “Doğu”da yürüttüğü politika, PKK türü bir harekete duyulmuş yoğun antipatiyi dahi dağıtabilme başarısını göstermişti. 12 Eylül uygulamalarının yöre halkında yarattığı duygu ve tepkiler o düzeydeydi ki, geçmişi unutturabiliyor; PKK’yı kurtarıcı gibi addetmese bile, onu en azından çiğnenmiş bir onur duygusuna, hiçe sayılmış bir kişilik bilincine tercüman olan bir hareket olarak görebiliyordu... PKK’nın yöre halkına yönelik propagandası da dikkat edilirse büyük ölçüde bu tema üzerine kuruludur... ulusal gurura seslenen, bu gurur ve bilinci yükseltmeye matuf bir dil kullanılmakta ve etkili olmaktadır. O nedenle PKK’nın ulusal davaya ihanet ettikleri ya da uzak durdukları gerekçesiyle bir köy halkının yarısını katletmesi sanıldığı kadar ürpertici ve itici bulunmayabiliyor...
Sayı 5, Eylül 1989
Özal, oy oranı yüzde 10’lara inen, bir dahaki seçimlerde grup kurması bile tehlikeye düşen partisinin milletvekillerine cumhurbaşkanlığı seçiminde güveniyor. Çünkü açık açık söylüyor ki; o milletvekillerinin henüz keseleri dolu değildir... Maddî veya siyasal çıkar güdüsünün tek yönlendirici olduğuna inanan... bir zihniyetin tipik temsilcisi olarak Bay Özal, ANAP dağılsa bile, öyle bir durumda daha da kararacak şahsî veya partisel çıkar hesapları içinde dolaylı veya dolaysız müttefikler bulabileceğine güvenmektedir... Onun şahsen temsil ettiği şey, kalıcı ilke ve değerlerin yokluğunu varsayan, dolayısıyla bunlara aldırmayan, başkalarını da böyle gören çıplak, kararmış egosantrik bir pragmatizmdir.
12 Eylül döneminde oldukça çok sayıda insan dine, özellikle dinin radikal yorumlarına yöneldi. Bunu... hesaplanmış bir yönlendirmeye bağlamak çok yanlıştır. Çünkü özellikle radikal yorumuyla din, kendisinden çok daha yeni, “çağdaş” ideolojilerin iç değerler tutarsızlığına, krize düştüğü o dönemde bu yenilenmiş görünümüyle söz konusu arı, sağlam değerler ve bunlara dayalı bir yön arayışına, bu aslî insanî ihtiyaca cevap verir gibi gözükebildi.
Sayı 7, Kasım 1989
Daha 1970’lerin başında CHP’nin asıl sosyal tabanının “orta sınıf(lar)”a doğru kaymış olduğunu söylemiştik... orta sınıf, riskten korkan, bu yüzden girişim yeteneği kısıtlı olan, daha da zenginleşmeyi elbette isteyen, ama bunu ancak devlet vb. güçlü, kararlı kurum ve kuruluşların gölgesinde... tasarlayabilen kesimleri kapsar... orta sınıfta “istikrar” ve “denge” arayışı... asıldır... “demokrasi” kadar, hattâ daha da fazla “istikrar”ı, “dengelerin korunması”nı arzu eder... istikrar ve dengelerin gözetilmesini “devlet”ten bekler. Ve Türkiye’nin siyasal toplumsal gelişiminin tarihsel ürünü olarak... bu “devlet”in ... toplum üzerinde bir varlık ve güç olduğunu, olması gerektiğini düşünür... 1970 öncesi CHP’sinin... devletçiliği, kendilerini devletin sahibi olarak gören, bizzat devlet sayan kesimlerin ideolojisidir. Toplumda kendinden üstün bir güç ve konum tanımayan... bir kesimin aristokrasiye çalan damgasını taşır. SHP’nin merkez eğilimi, CHP’lileşmekten söz ederken bunun karikatürünü bile temsil edememektedir... SHP’-nin yalnızca iktidara aday parti konumundan değil, halen işgal ettiği, soldaki büyük parti konumundan da uzaklaşacağı... söylenmelidir...
Sayı 8, Aralık 1989
Özal ve ANAP’ın öz gücü değil efektif gücü, Türkiye toplumunun siyasal, sosyal, entellektüel, ahlakî ortam ve kurumlarını karakterize eden bir tür laçkalaşma halinin ifadesi olan güçsüzlük olgusu ile doğru orantılıdır... Tutarlı bir kişiliğe, kimliğe sahip olmak isteyen insandan başlayıp, kağıt üzerindeki işlevini yerine getirmesi beklenen kurumlara, temsil ettikleri insan topluluklarına topluma yön ve perspektif sunma görevi de üstlenmiş siyasal akımlara, partilere kadar her yerde, her düzeyde kendini gösteren bir “olamama” hali söz konusudur... Özal, başkalarının... sıfat veya sayılarının gerektirdiği güç ve etkililik halinde olamayışlarından ... doğan zaafı kullanarak buradan kendisine güç devşirme işini bilinçle yapan ve bunu yapabilmek için gereken moral aldırmazlık ... gibi özellikleri benimsemiş, salt etkili olmak ve öyle kalabilmek itkisinden başka bir şey tanımayan bir mantalitenin sembolü ve teşvikçisidir... Akbulut’u parti ve hükümetin başına seçtirirken Bay Özal’ın ANAP içinde yürüttüğü operasyon...
Sorunlarımızı algılayış tarzımız... daha da vahimleşmiş biçimde devam ediyor. Bir yanıyla kendinden üstün gördüklerinden aldığı modellere göre düşünmek, öteki yanıyla kendisiyle hesaplaşmaktan kaçınmak... özüne güvensizlik... Türkiye toplumunun düşünce, karar ve davranış dünyasını karakterize ediyor. Bugün ANAP türünden bir partinin iktidarını sürdürebilmesini mümkün kılan... değer ve inanç erozyonu ortamının bir dizi nedeni... sayılabilir. Ama hepsinden önemlisi... “insan malzeme”mizle ilgili bu iç nedendir. Bu iç nedenin yönetici zümreler dünyasını belirlediği Osmanlı’nın son döneminde Türkiye toplumu bu yöneticilerinin peşinde asırlardır bünyesinde yaşattığı sosyo-kültürel mirasın... parçalanıp harap olacağı bir yola girdi. Kendisinden üstün saydığı güçlere tepki veya taklit temelinde kurulmuş modellere uygun siyasalardan başkasını üretemeyen zihnî bağımlılık içinde mevcut sosyo-kültürel çeşitliliği yok etmeyi göze almak bir “arınma” olarak görünebildi...
Sayı 9, Ocak 1990
Dün “Batılılaşma”cı, “Atatürkçü” diye nitelenen, günümüz bağlamında “muhafazakâr” denmesi gereken kesimler... için “Batılılaşma” hiçbir zaman... bir toplum ve insan anlayışı olarak özümsenmemiş, sınıf ve zümre olarak çıkar ve ihtiyaçları oranında kavranan, o çerçeve ile sınırlı bir program olagelmiştir. Bu “Batılılaşma”cıların o “Batı”nın sosyo-kültürel varoluşunun aslî unsurları olan siyasal, moral, sosyal değer ve kurumları es geçerek, bunları sahiplenmekten kaçınarak oluşturdukları kendilerine mahsus “Batıcı” tutum zaten başlıbaşına açıklayıcıdır... bu kesim ... ülkenin iktisadî ve siyasî hayatına hükmeden konumları elinde tuttuğu için ... “yukarıdan etkileme”ler yoluyla Türkiye toplumsal formasyonunda ciddî değişikliklere de yolaçmıştır. Böylece ... kendisini “demokrat”, “laik”, “özgür düşünce yanlısı”, “modern” diye tanımlayan, ancak bunların hepsine “ama” diye başlayan sınırlayıcı gerekçeler ekleyen insan tipleri oluşmuştur. Bunlar ... “olağan koşullar”da “düzen partileri”nin, “olağanüstü hal”lerde “devlet partisi”nin destekleyicisidirler. Bu kesimler, “millî” ve “dinî” bir “arınma” talebiyle harekete geçebilecek akımların yükselmesi halinde, sürdürdükleri o “Batıcı” addedilen hayat tarzının tehdit edilmesi durumunda o hayat tarzlarını savunacak felsefî, moral dayanak ve tutarlılıkları olmadığı için “devlet”e sığınmaktan, onun gücüne çağrılar çıkarmaktan başka bir şey yapamazlar.
Sayı 11, Mart 1990
12 Eylül sendromu, “12 Eylül öncesi”ni “çok kötü”, 12 Eylül’ü de -bunun kaçınılmaz “çaresi” olarak, ama yine de- “kötü” bir çözüm olarak niteleyen, şu son altı-yedi yıldır var olan “demokrasi”mizi de ehven-i şer sayan... “iyi” denilebilecek bir duruma ulaşmayı ... mümkün görmeyen bir düşünüş tarzıdır... Her kim ki var olan durumun toptan değişiminden, bugünden başlanabilecek bir parlak gelecek inşâsının mümkün olduğundan söz ediyor... peşinen bilinmelidir ki... toplumu o mâlûm... dehşet ortamına sürükleme “gizli” amacını taşımakta ya da... o gizli amacı güden... “dış güçler”, “Türkiye’nin düşmanları” vb. tarafından “kullanılmakta”... yönlendirilmektedir...
Sayı 12, Nisan 1990
Nisan kararnamesi bir ordu müdahalesidir... iktidarının ve icraatının meşrûiyeti konusunda ne denli aldırışsız olduğu defalarca kanıtlanmış olan ANAP hükümeti, bu siciline rağmen, böylesi bir kararnameyi ordunun dayatması faktörünü el altından duyurmaksızın yürürlüğe koyamazdı. Nisan’dan itibaren Türkiye’deki kör topal demokrasi askıya alınmıştır. Ama tarzı ilginç ve yenidir. Kararnameyle bir önlemler ve yetkiler paketi getirilmiş; hemen ve topyekûn uygulamaya sokulmadan, gereğinde, gerektiği dozda ve gerektiği kısmıyla devreye sokulmak üzere hazır edilmiştir...
Mart ayında cumhuriyet tarihinde ilk kez öylesi bir yaygın ve kitlesel bir protesto hareketi yaşamış olan bölge halkı Nisan ayını yeniden kabuğuna çekilerek geçirmiştir... bu kabuğuna çekiliş, bozguna uğratılmış veya umduğunu gerçekleştirememiş bir kitlesel hareketin, bezgin, moralsiz çekilişi değildir. Kürtlerin hoşnutsuzluğunun, tepkisinin hangi boyutlara vardığını, bu konuda neleri göze alabileceğini göstermiş, muhataplarını uyarmıştır. Bu uyarının, bu anlaşılma talebinin Türkiye genelinde, Türk halkı tarafından nasıl değerlendirildiği şu anda meçhuldür. PKK’nın sürdürdüğü gerilla hareketinin azamî şiddet kullanılarak da olsa bastırılmasına taraftar olduğu ortadadır, ama ... bazı “yetkili”lerin zuhurunu pek arzuladıkları egemen ulus milliyetçiliği karakterindeki reaksiyoner bir akım öne çıkmamıştır...
Eğer bütün bir cumhuriyet döneminin ve özellikle son yılların bölgeye yönelik devlet politikasına rağmen, Kürtlerde gözle görülür anti-Türk damgalı bir milliyetçilik ve ayrılma hareketi gelişmemişse ve yine “bölücülüğü” olur olmaz her bahaneyle karalayıp suçlayan resmî propagandanın onca gayretine rağmen Türk halkında anti-Kürtçü bir hava şu ana kadar yaratılamamışsa -ki Türkiye toplumunun ağırlaştırılan bu sorunda tek tesellisi ve güvencesi budur- bunun nedeni bu insanların tümünün dile gelmemiş bilincinde “devlet”in neyi temsil edip neyi temsil etmediğinin yazılı oluşundandır. Bunu yazan tarih, bu insanların birbirleriyle her düzeyde kurdukları sıradan ve gündelik ilişkilerin ve ortak yaşantıların yüzlerce yıllık geçmişinde, birbirleriyle en sorunsuz biçimde yaşamış olduklarını da yazar. Bugün estirilen terör ve tehdit havalarına direnen de bu güçlü tarihsel-kültürel mirastır.
Sayı 13, Mayıs 1990
Dikkat edilirse ANAP ve Turgut Özal, başından beri Türkiye’de siyasal parti ve hareketlerin kullanageldiği tantanalı, soyut hedefleri işaret eden bir dil yerine, somut, herkesin kendi gündelik hayatına kolayca tercüme edebileceği anlamda küçük, gösterişsiz -önemsiz değil- hedefler sunan bir dil kullandı. Alışılmış hitabet ustalıklarını gerektirmeyen, “ben işimi bilirim” izlenimi verebilmesi yeterli olan bir seslenme tarzıydı bu... Bu dil tuttu. Çünkü Türkiye toplumunun ‘80 sonrası içinde yaşadığı ruh haline umut kırıklığı, yenilmişlik ve bunların doğurduğu apolitik düşünme tarzına rezonans yapıyordu. Böyle olunca “enflasyon benim şahsî meselemdir” diyen bir bakan fazla yadırganmayabiliyordu. Çünkü enflasyonu herkes şahsî mesele olarak, öncelikle bu biçimde yaşıyor, dolayısıyla şahsen bu soruna herhangi bir biçimde çözüm bulduğunda öyle bir “toplumsal sorun” yokmuş gibi davranabiliyor, var diyenlere duyarsızlaşabiliyordu. O nedenledir ki; yedi yıllık ANAP iktidarında... özellikle köylü kesimin büyük zararlara uğradığı rakamlarla sabitken; ANAP pek çoğu bu kırsal kesimi içeren yerel seçimlerde, o belde ahalisine kısa vadeli bir çıkar imkânı, “sorununu giderme” kapısı sunabildiğinde “malı götürebiliyor”... beldelerdeki seçmenler ANAP’ın kapı kapı dolaşarak vaat ettiği şahsî ve beldesel çıkar tatminlerini öne alarak oy kullandılar. Bu öyle bir oy kullanma halidir ki; şimdi aynı yerlere gidip, ‘kimler ANAP’a oy verdi’ diye sorulsa, ‘ben verdim’ diyebilecekler, vermiş olup da bunu açıkça söylemeye utananların yanında küçük bir azınlık oluştururlar.
Sayı 14, Haziran 1990
Türkiye’de radyo ve TV’de esas sorun... partilerin, devletin vb. büyük kurumsal aygıtların öznesi olmadığı veya tavassut etmediği olayların yok sayılmasıdır. (Herhalde yalnızca doğal afetler bu kuralın dışına çıkabiliyor!) Türkiye’de gazete okumayıp olan biteni sadece TV’den izleyen bir insan, örneğin son memur eylemlerinden, polisin İstanbul’da Küçükarmutlu gecekondu mahallesine yaptığı baskından ve polise karşı koyan gecekondu halkının “gecekondu mafyası”, “mafya-polis işbirliği” hakkındaki tepkisinden haberdar olmadan yaşayabilir. Bu vatandaş, ancak içişleri bakanı bu konuda bir açıklama yaparsa bir “duyum” almış olacaktır; ama Küçükarmutlu olayından gerçek anlamda “haberi” hâlâ yoktur... “Dışardaki hayat”la medyanın sunduğu gerçeklik tasarımı arasındaki “eşitsiz gelişme”, tekabüliyetsizlik, modern medya aygıtının doğası gereği dayattığından çok daha fazla. Siyasetin de, medya odaklı hale geldikçe artan ölçüde deforme olması, alabildiğine anti-demokratikleşmesi kaçınılmaz...
Siyasetin medyaya tâbi hale gelme eğiliminden, sosyalist... hareket(ler)in de bağışık olduğu söylenemez. Bu güçler, stratejilerini saptar, söyler, davranırken medyayı 12 Eylül öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde hesaba katıyorlar... Bir faaliyete harcanan enerji, sağlanan başarı, yapılan yerinde bir tespit, verilen bir mesaj, medya nezdinde “kendiliğinden” kıymetini, karşılığını bulmuyor. O zaman, zaten oldukça kıt olan enerjinin giderek artan bir oranı özel olarak medyada yer tutma çabasına hasrediliyor... Medya odaklı siyaset etme tarzının hareket-halk (“kitle”) ilişkilerinde ve hareket içi ilişkilerde oluşturduğu iklim, sosyalistlerin zaten yeterince malûl oldukları zaafları kangrenleştirebilecek niteliktedir...
Sayı 16, Ağustos 1990
Ecevit ... CHP genel başkanlığından istifasını ilan ettiğinde, bunu 12 Eylül rejimini protesto mahiyetinde sunmuştu. Sonraları belli oldu ki, bu jest aynı zamanda CHP’nin mevcut kadrolarını da protesto, onlardan yakayı sıyırma kararı anlamına da gelmekteydi. Hattâ daha da ötesi, Ecevit genel olarak “kadro” denen mekanizmadan da yılmıştır... 1980’li yıllarda tüm belâgatıyla “aydın”ların ne... zararlı şeyler olduklarını anlatmıştır... Ecevit, siyasal partilerin çeşitli kademelerinde yer alıyor olsun olmasın, herhangi türden bir toplumsal örgütlenmenin başında bir topluluğu yönlendiren, yol gösteren insanları da “aydın” kategorisine sokup, onları da eleştirmektedir...
Şu anda Ecevit, SHP’nin dağılıp ufalanmasını, ufalananların tek tek ne bir “kadro” olmak talebiyle ne de herhangi bir partinin olağan üye hukukunu arayarak kendine bir tür biat etmesini beklemektedir... SHP’de Baykal’ın kazanması bu bakımdan daha istenir bir sonuçtu Ecevit açısından. Çünkü SHP Genel Başkanı İnönü’nün bundan böyle kamuoyuna vereceği ağırlıklı mesajın “SHP ve DSP birleşmeden sosyal demokratlar iktidar olamazlar” biçiminde olacağı apaçıktır...
Sayı 18, Ekim 1990
Türkiye’de uygulanan haliyle laiklik politikası söylendiği gibi “din ile devlet işlerini ayırmak” amacına matuf olmaktan ziyade dini devlet kontrolünde... tutma amacını taşımıştır... “devlet”, bunu zorunlu görmüştür... Türkiye toplumunu içine sokmak istediği “çağdaş toplum”un... sosyo-kültürel kalıplarını... egemen kılmak için, İslâmiyet’i sırf bir ibadetler sistemi olarak varlığını sürdürme noktasına itmeye çalışmıştır. Böylece... sosyo-kültürel alandan da “kovulan” dinin önemli bir belirleyicisi olduğu hayat tarzı ve insan ilişkileri yerine Atatürkçülüğün cevaz verdiği “Batı”dan öykünme sosyo-kültürel kurumların ve yaşam tarzlarının rahatça gelişebileceği varsayılmıştı... Dini ve geleneği savunanların “devlet” zoru altında sindirildiği; “çağdaş”, “laik” hayata dönük oluşumların “devlet himayesinde” olduğu bu süreçte “çağdaşlığa” bölük pörçük fikirlerle yandaş olmak yetiyordu...
Büyük çoğunluğunu ve eksen gücünü “sol”un oluşturduğu kesim her şeyden önce kendisini bir sosyo-kültürel alan olarak örgütlemeye acilen yönelmelidir. Şimdiye kadar yalnızca iktisadî ve siyasal düzen boyutlarında tanımlamakla yetinilen toplum projeleri, bu sosyo-kültürel boyutuyla birlikte düşünülerek yeniden oluşturulmalı ve içinde bulunduğumuz dönemin tayin edici “mücadelesi”sinin özellikle bu alanda geçeceği bilinerek ... sosyalizmin nasıl bir insan ve hayat felsefesinin ürünü olduğunun kavranmasına özel bir ağırlık verilmesi... şarttır.
Sayı 19, Kasım 1990
Türkiye’de sağlıklı bir demokrasinin ilk şartı, kesik kesik yakınmalarla varlığı ancak imâ edilebilen “ordu sorunu”nun halledilmesidir... Sorunun kökleri, toplumun büyükçe bir bölümünün de her defasında olmasa bile, “gerektiğinde” ordunun yönetime elkoyabilmesini meşru, kabul edilebilir sayan bir zihniyet yapısında oluşundadır. Bu zihniyet yapısının odağında, toplumun -büyük ölçüde orduyla özdeş saydığı- “devlet”i kendi üstünde, neredeyse bağımsız bir kurum addeden devlet fikri yer alır... Toplumun genelinde, fertlerinin büyük kısmında... sonuna kadar götürülmüş düşünce ve kişilik yapılarının oluşmasını budayan, o nedenle de iki yüzlü, çift standartlı bir ortamın süreklilik kazanmasında başlıca amil olan bu “devlet korkusu” var kaldıkça, Türkiye’de... sağlıklı bir toplumdan söz etmek kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.
Kontrgerilla konusu... gündeme getirildiğinde, gerçi ne geçmiş ne de şimdiki hükümetler, açıkça ‘böyle bir örgüt bizde asla olmamıştır’ diyebildiler, ama hükümetler olarak bu konuda bilgi ve sorumluluklarının olmadığı yönünde beyanlarda da bulunabildiler. Kamuoyu da pek yadırgamadı bu beyanları. Çünkü Kontrgerilla... hükümetleri, siyasal iktidarları “aşan” bir konuydu ve... “devlet”e ait bir meseleydi... Kontrgerilla tezgâhlanırken ABD’nin, NATO’nun veya CIA’in “yetkili”leri Türkiye’deki hükümetlerle değil “devlet”le işi kotarmış olmalıydılar ve bu arada hükümete de “bilgi” verilmiş olur veya olmayabilirdi...
Bütün bu sorular canlılığını korurken, kamuoyunun, ordunun asık suratlı “bu kadar beyler” uyarısıyla geri çekilmesi hazindir. Ancak daha da hazin olan, Necip Torumtay’ın istifası patlak verince o azarlanma ve sinme duygusunun yerini orduya sempati duygusunun alıvermesidir. Toplumun büyük kısmının yaka silktiği ANAP hükümetinden ve Turgut Özal fenomeninden ordumuz sayesinde kestirmeden kurtulabileceğimiz “umudu” kolaycacık yeşeriverdi... Böylece bir tür “istemem, yan cebime koy” tavrı içinde kronik “kurtarıcı”mızın hayırlı işler de yapabileceği ... “fikri” de uyarılmış oluyordu...
Ordu sorunu gündeme getirilmeli, hep sıcak tutulmalı ve mutlaka çözüme kavuşturulmalıdır. Bunun ön şartı, çok geniş bir kesimde yaygın olan “ordunun dokunulmazlığı” kültünü sorgulayan bir kampanyanın açılması... TC ordusunun göreviyle bağlantısı olmayan imtiyazlarının tartışma gündemine getirilmesidir...
Sayı 20, Aralık 1990
Savaşın ilk ayı daha dolmadan Özal yönetimi, Türkiye halkının ayranını kabartamadığı gibi savaşa bir biçimde katılıp, Kerkük’e tahtıravanla gitmek örtük hayalinin de bu tarzda gerçekleşemeyeceğini anlamıştır...
Özal’ın yeni oyununun açılışı 141-142 ve 163. maddelerin kaldırılacağı ve Kürtçe’nin serbestçe kullanılabileceği açıklamasıyla yapıldı... Özal’ın bunları... yem olsun diye hazırlattığı kesindir... bu yem, Türkiye dahilindeki “kuşlar” için değil, asıl olarak Irak’takiler için hazırlanmıştır... Irak Kürt liderleri ... kendi federal bölgelerini Irak içinde değil Türkiye dahilinde görmek istediklerini resmen ilân edemezler mi? Irak’taki Kürt halkı, kendi kaderini tayin hakkını bir referandumla kullanarak Irak devletinden ayrılıp, Türkiye ile birleşmek, oradaki “soydaşları” ile özel statülü bir bölge oluşturma kararında olduklarını hukuken tescil ettirmeye teşvik edilebilir mi?
Sorun, bugün dünyanın, bölgemizin ve Türkiye’nin geldiği noktada uğruna gündelik çabalarımızı da hasredeceğimiz hedefin nasıl bir şey olduğudur. Özerk bir Kürdistan’ı içerecek bağımsız bir Kürt devletine yönelmek mi; yoksa yeterince yaşanmış millî devlet tarihlerinin millet farklılıkları titizlikle gözetilen federal devlet deneylerinin gelip dayanmaktan kurtulamadıkları acımasız ikilemleri aşmak için en azından şu kan bedelini yeterince ödemiş, hâlâ kanayan bölgemizin tüm milletlerine seslenecek bir “ütopya” mı...
Sayı 22, Şubat 1991
Sorun şu: Siyasal planda “klasik” ideolojiler ve partilerle tanımlayabileceğimiz bir çağ (Aydınlanma’dan bu yana geçen dönem) kapanmış mıdır? Eğer kapandıysa içine girilen çağ artık ANAP türü “parti”lerde yansıyan zihniyetin egemen olacağı bir çağ mı olacaktır?..
Sayı 24, Nisan 1991
Devletin tespit ettiği Türk kimliği, Türk halkına da dayatılmış olduğu için Kürtler, “devlet”in bu zorla Türkleştirme operasyonunu Türk milletinden gelen bir zorlama gibi algılamadılar. Bu nedenle de zorla asimilasyonun devlet gücü ve çoğunluk ulus işbirliğinde yürütüldüğü yerlerde doğan kitlesel ezilen ulus milliyetçiliği Kürtler arasında gelişmedi... Türk halkının popüler milliyetçiliği de Kürt halkına egemen olduğu bilgisiyle donanmış bir ulusun milliyetçiliği doğrultusunda gelişmedi. Şüphesiz ... ırkçı karakteriyle Türk milliyetçiliği akımının gelişmesi ve ... özellikle de 12 Eylül dönemiyle birlikte Kürt halkının yoğun olarak yaşadığı yerlerde uygulanan devlet politikasının Kürt kimliğini aşağılama yönünün öne çıkması ... yukarıda işaret edilen olguyu olumsuz yönde bozmaya hizmet edecek yığınla malzeme biriktirmiş olmalıdır.
mevcut devlete, siyasal iktidara karşı bir kitlesel hareketlilik, inisyatif oluşumu yönünde çaba gösteriyorlardı. Ama bunu o devletin yerine... “kendimizin” devletine giden yolu açmak için yapıyorlardı. Devletin toplum... üzerindeki ayrı, üstün, emredici, düzenleyici rolünü, hattâ “hak”kını bir başka biçimde onaylayan, dolayısıyla da “geleneksel”le, yerleşik devletçi kültürle arasında kolaylıkla paralellikler kurulan bu anlayış, sosyalist hareketle, solla buluşan kitlelerce bir süre sonra fark ediliyor ve buradan itibaren de atılımın gücü ve şevki düşmeye başlıyordu.
Sol, sosyalist hareket, “demokrasi mücadelesi” verdiğinde, bunu herkes için, toplum için verdiğini, bir değeri, bir ilkeyi hâkim kılmak bilinciyle davrandığını gösterememiş, söylediğinde inandırıcı olamamıştır... “düşünce özgürlüğü” gibi bir değere dayanarak 141 ve 142. maddelere karşı bir kampanya açıldığında, aynı gayret ve ateşlilikle... 163. maddeye de... karşı olunduğu gösterilmeli ve kanıtlanmalı iken; çoğu kez 163. madde “bizim işimiz değil” gibi bir tavırla es geçilmiş, hattâ yürürlükte kalmasını savunanlar çıkmıştır.
Sayı 25, Mayıs 1991
Türkiye toplumu, Cumhuriyet’ten beri yasaların büründürüldüğü hukukî terminolojiye -özellikle bu gibi suç ve yasaklar bahsinde- aldırmayıp... kimlerin ne yapması suç sayılıyor diye sormaya devam etmiştir... ilginç olan neyin suç olduğu değil, neyi kim yaparsa suç olduğudur. Buna eşlik eden bir husus da güvenlik güçlerinin tutumuyla ilgilidir. Burada da güvenlik güçlerinin neler yapmaması gerektiği değil, kimlere neleri yapmaması gerektiği düşünülür... Bu ülkede çoğunluk, tanımlanan bir muğlak suç kapsamına pekâlâ girebilen bir fiilden ötürü cezayla karşılaşmasını anlayamamakta, “haksız” saymakta; ama aynı fiili yasanın hedefi addettikleri kişiler işlerse cezaya muhatap olmasını normal karşılamaktadır... Polisin yerlerinden etmek istediği Mis Sokağı marjinallerine karşı yasal hiçbir yetki ve dayanak bulamayınca, eline sopalar alıp sokak sâkinlerini her gün dayaktan geçirmesi karşısında, hemen hiç kimsenin tepki göstermemesi başka nasıl açıklanabilir..?
Bu devletin bugünkü güvenlik güçleri, bekledikleri bu anti-terör yasası çıkar çıkmaz ilk örnek icraatlarını Hasanpaşa olayında gerçekleştirdiler.... Şefleri “polislerimiz öldürülen meslektaşları nedeniyle üzgün ve kızgındılar” mealinde sözler etti. İnfazın “meşrû” sebebi bu oluyordu demek ki... ANAP’ın “mukaddesatçı” kanadından olduğu söylenen bakan ise olaya ilişkin olarak “topla, tüfekle saldıranlara çiçek mi vermeliydik” diyebilecek kadar müptezelleşebildi.
Sayı 26, Haziran 1991
“Sol”, “sosyal demokrat” etiketini taşıyan SHP’nin bu sıfatlarına uygun etkin ve cezbedici bir siyasal-toplumsal program sunabilmek için uğraşmak yerine, tıpkı ANAP ve DYP gibi “nasıl bir imaj” sorusuna cevap aramaya zorlanması her şeye rağmen garip karşılanmalıdır.
Bu zorlamayı yapan “bir kısım büyük basın”ın açık desteğiyle harekete geçen Baykal ve ekibidir... Sabah gazetesi... iddia etmektedir ki; ANAP’ın “sönük ve yıpranmış” Akbulut yerine Mesut Yılmaz’ın “genç, dinamik, ciddi” imajıyla temsil edilmesiyle birlikte yelkenlerine rüzgârlar dolmuştur. Bunu diyenler... SHP yelkenlerini şişirecek adayın Baykal olduğunu da belirtmektedirler... Baykal, eğer kendisi ve İnönü SHP liderliği için çarpışırlarsa bu rüzgârın esemeyeceğini söylüyor... rüzgâr onun teorisine göre İnönü cumhurbaşkanı adaylığının yüksek basınç alanında, Baykal da SHP liderliğindeki alçak basınç alanında yeraldığında esebilecektir. Baykal’ın SHP’si bu rüzgarda rüzgâr gülü gibi dönüp iktidarı yakalayabilecektir... rüzgâr gülü benzetmesini boşuna yapmıyoruz...
Sayı 27, Temmuz 1991
Türkiye’nin uluslararası ilişkilerindeki sorunlardan tutun, kuşkulu bir cinayete, sokaktaki bir kavgaya kadar her olayda insanların aklına ilk gelen sorulardan biri “Kürt sorunuyla ilgisi var mı?” oluyorsa... bu ortamda Diyarbakır HEP il başkanı bir gece yarısı güvenlik güçlerince alınıp birkaç gün sonra işkence edilmiş cesedi yüz kilometre ötede araziye atılıyorsa... Bu cürmü işleyenlerin eğer bir “hesabı, planı” varsa, bu hesap... artık yöre halkına gözdağı vermek, sindirmek olamaz. Bunu yapanlar olayın tüm Diyarbakır ve yöreyi ayağa kaldıracağını peşinen biliyor olmalıdırlar. Yöre halkının “korku duvarı”nı aştığını iki yıldır herkes görüyor... cenazenin kaldırılacağı gün, korkuyla değil, öfkeyle sokakları doldurmuş onbinlerce insanla karşılaşılacağı bir “veri”dir. Bu veriden hareketle “hesabın” ilk bölümünün nasıl görülmesinin tasarlandığını olayı yaşayanlar anlattılar. “Polislere taş atıldı” diyor resmî açıklama... karakollara ateş açıldı diye ilâve ediyor. Bunlar sayısı onu bulduğu söylenen ölünün, onlarca ağır yaralının gerekçesi... eğer bir hesap varsa bununla kapanmıyor...
ANAP iktidarı ile birlikte TC devletinin malî ve idarî fonksiyonlarını yerine getirirken artık şirket gibi davranmaya başladığı söylendi. Ya “güvenlik” konusunda?.. Güvenlik güçlerinin son Dev-Sol operasyonundan sonra bu sorunun da cevabı belli olmuş olmalıdır. Anlaşılmaktadır ki “devlet”, tekelinde tuttuğu “zor kullanma” yetkisi ile doğrudan ilgili bu alanda da “sivil” dünyayı örnek almaya yönelmiş, orada var olan ve işi zor kullanmayla ilgili olan “yapılanma”ların mantığını, davranış tarzını benimser olmuştur... çeteler süratle karar verme ve icra etmeyi esas alırlar... bunun gibi “terör yasası”da güvenlik güçlerinin “suçu” ve suçluyu tespit etmek, cezalandırmak için “her yolu” deneyebilmesine engel olan “kanunî” kayıtların pratikte hemen tümünü “temizleyerek”, onları hızla ve “etkin” biçimde davranmaya teşvik etmiştir... Çete türü bir örgüt için neyin “suç” olduğunu, neyin nasıl cezalandırılacağını tespit eden makam yine kendisidir... artık kurt mantığında davranmaya karar vermiş bir “devlet” vardır. Devlet devlet olmaktan çıkmıştır...
Sayı 28, Ağustos 1991
MÇP çevresinde radikal sağ söylemle ortaya çıkacak bir akım önümüzdeki bir-iki yıl içinde doğabilir. Böyle bir akımın kullanacağı ana motivasyon teması ise geleneksel “Dış Türkler-Turan” teması değil, yaşanan toplumsal-moral çöküntü-çürüme olgusuna işaret eden bir “diriliş” teması olabilecektir. Bu ana tema söz konusu harekete 1980’li yılların sonuna doğru dinamizmini yitiren dinî -İslâmcı- ideolojinin kimi ögelerinden yararlanabilme imkânını vereceği gibi...
Ecevit’in sağcılaştığı gibisinden kestirme bir hüküm ileri sürmek istemiyoruz. Konu çok daha kapsamlı düşünülmeli ve Ecevit başka toplumlarda da örneği görülen popülist liderler fenomeni içinde, bu popülist liderlere sadakatle bağlanan kitlelerin düşünce dünyasında değerlendirilmelidir. Çünkü bu düşünce dünyasında, eşitlik, ezilmeden kurtuluş gibi “sol”a ait temalar ve ideolojik ögeler ile milliyetçilik ve lider kültü gibi sağ nitelikli ögelerin pekâlâ eklemlenebildiğini ve bu iki “parça”dan kimi zaman birinin, kimi zaman ötekinin diğerine kendi boyasını vurarak öne çıktığını görürüz...
Sayı 29, Eylül 1991
“Demokrasi”den iğrendiklerini söyleyenlerin... temel iddiası, demokrasinin artık tümüyle kapitalist sınıf ve kapitalizm lehine işleyen bir siyasal düzen haline geldiği biçiminde özetlenebilir. Buradan çıkan “radikal”, “devrimci” ve “sosyalist” tavır önerisi, kapitalizm ile demokrasinin âdetâ özdeş sayılması ve ikisinin birden “alaşağı edilmesine” çalışmaktır. Bütün varsayımları boşa çıkan, kendisine oynayacak hiçbir olumlu rol kalmadığını içten içe teslim eden bir eğilimin... çaresizliğini ve nihilizmini örten bir retorikten başka bir şey ifade etmemektedir bu tutum...
Her iki kesimin, özellikle aydınlarının ve sözcülerinin kendi “millî” köşelerine çekildikleri, düne kadar her iki kesimin birlikte oluşturup yer aldıkları kurum, örgütlenme ve temas noktalarını ya birbirlerine terk edip “millî”leştirdikleri veya iki milletli yapılar haline getirdikleri şu noktada Türk ve Kürt halkları arasındaki bir sentez sürecini, Önasya’yı çevreleyen geniş bir bölgeye şamil bir pespektifle harekete geçirmeye çalışan sözü edilir bir girişim yoktur. ...
Sayı 32, Aralık 1991
HEP’in veya HEP kökenli milletvekillerinin en ufak bir girişiminde... bu “düşman”a karşı âdetâ içgüdüsel tepki hemen harekete geçmekte... Aralık sonunda Meclis kürsüsüne SHP sözcüsü olarak çıkan Alınak’ın insancıl bir çağrı içeren konuşması, tetikte bekleyen bir kısım DYP’li tarafından... kürsüye hücum edilerek kesildi, hatip, kürsü dokunulmazlığı alenen çiğnenerek yaka paça indirildi. Ne basın ne de “demokratik” partilerimizin sözcüleri tarafından bu rezalet gerektiği gibi kınandı. Kürsüye saldırının hoş olmadığını söyleyenler bile ortada bu fiili mâzur gösteren bir “hassasiyet” olduğunu belirttiler... Bu hassasiyetin, “Kürt sorunu demokrasi içinde çözümlenmelidir” sözünün hemen her partice onaylandığı bir durumda, demokrasinin en üst kurumu olan parlamentonun temel bir kuralının çiğnenmesini haklı kılması, açıklanamaz bir çelişkidir. Kaldı ki, söz konusu hassasiyetin tek yanlılığı da bu çelişki kadar dikkat çekicidir. Çünkü “hassasiyet”in arttığı o bir hafta içinde güvenlik kuvvetleri on kişiyi aşkın bir PKK grubunu yok etmiş, ölenlerin cenazesine giden onbinlerce insan üzerine açılan ateşte üç kişi ölmüş, bunun akabinde PKK’nın karakol baskını ve Bakırköy’deki trajedi yaşanmıştır.
“Demokratik çözüm”den nasıl bir şey anlaşılmaktadır? ...HEP kökenli milletvekillerinin SHP’den dışlanmasına, her an saldırıya muhatap olabilecekleri havası yaratılarak Meclis’te adeta tecritli bir konuma itilmelerine çalışılmaktadır...
Sayı 33, Ocak 1992
Türkiye’de ordu, temsil ettiği ideoloji ve fonksiyonları ile demokratik düzenin öncelikle seçilenler -yönetenler- katına yönelik bir tehdit ve tahdit idi... Ordu bu politikalarla olağan dönemlerde toplumun hayatını da önemli ölçüde etkiliyor, darbe dönemlerinde bu etkisini çok daha doğrudan ve sert biçimde gösteriyor ise de; seçmenler -yönetilenler- katındaki demokrasiye, demokratik haklara tehdit ve tahditin kurumu güvenlik güçleri, polistir... Nasıl Türkiye’de ordu devleti... toplumun üzerinde ve ona her türlü tasarrufta bulunma hakkı olan bir kurum olarak görüyor ve... bir kamu hizmeti yaptığını değil, o “devlet”i temsil ettiğini varsayıyorsa, polis ve güvenlik güçleri de kendilerini o “devlet”in bir parçası addederler... devletin bu algılanış tarzı orgeneralden KİT kapıcısına kadar tüm devlet aygıtında geçerliliğini hâlâ korumaktadır...
Terörist diye niteledikleri kişilerce öldürülen polislerden dolayı “insan hakları”nı düşman ilân etmenin mantığı sadece yukarıda işaret ettiğimiz “devlet”çi anlayış içinde vardır. O anlayış “devlet” iş görmekteyken... “insan hakları” gibi bir sınırlamaya tâbi olmasını kabul edemez...
“Devlet”in ve onu izleyerek büyük basının iki tipik örgüt, Dev-Sol ve PKK tarafından yürütülen eylemlere koydukları “terörizm” teşhis ve tanımını da şaibeli saymak gerekir. Eğer bu ifadeyle... dile getirmek istedikleri sorunlara şiddet... yoluyla çözüm aramaya çalışanlar kastediliyorsa... belirtilmelidir ki, gerek Dev-Sol’un gerekse PKK’nın 1980 sonrasındaki yeniden ortaya çıkışları esnasında, değil mücadelelerini olağan siyasal mücadele zemininde verme imkân ve koşulları, dile getirmek, siyasal varlıklarına gerekçe yapmak istedikleri sorunların var olduğunu kabul eden bir siyasal ortam dahi yoktu. PKK “eğer bugün bir Kürt sorununun varlığı resmen kabul edildiyse bu mücadelemiz sayesindedir” diyebilirken kimse dudak bükemiyor...
Sayı 34, Şubat 1992
Kürt demokrat çevrelerinin de “belini kırmıştır” Newroz operasyonu. Bu çevreler “Kürt realitesini” kabul eden bir hükümetin varlığında kansız, olaysız geçecek bir Newroz’un hem Türk-Kürt halkları arasında yoğunlaştırılan gerilimi gevşeteceğini hem de Kürt halkının kansız bir çözüme olan umudunu güçlendireceğini haklı olarak düşünmekte ve... yaratılan sendroma, yanıbaşlarındaki askerî hazırlıklara rağmen Newroz’un... şenlikli bir gün olarak yaşanması için olanca gayretleriyle çalışmaktaydılar. ’92 Newroz’u-nun kanlı... bilançosu onları Kürt halkı önünde söz edemez bir duruma düşürmüştür.
PKK, 1984’den beri sürdürdüğü gerilla savaşıyla öyle bir gelişme noktasına gelmişti ki, bu noktada hem askerî hem de siyasal strateji açısından eylemlerini bir üst dereceye yükseltmek zorundaydı... Bu aşamanın askerî gereği, pusu, baskın yapıp çekilen gerilla timlerinden, bulunduğu yeri, bölgeyi savunan oraya devleti sokmayan birliklere geçiştir. Düzenli ordunun bir gerilla hareketini yok edip edemeyeceği işte bu safhada belli olur. İlk ve büyük sınav bu noktadadır... Newroz’la birlikte bir ayaklanma çağrısı yapmamış olsa bile, ordu, PKK’nın tam da bu noktanın eşiğinde olduğunu gayet iyi bilmekte ve görmekteydi. Sanırız PKK önderliği de 1992 baharında bu aşamayı geçme sınavını vermesi gerektiğini, eğer erteler ve eylemlerini geçen yıllardaki gibi sürdürmeye devam ederse, dorukta seyreden... halk desteğinin sönükleşeceğini görüyor olmalıydı.
Felâketle baş etme (veya baş edememe) tarzı, iktisadî-toplumsal sistemin ve siyasî rejimin/devletin mahiyeti hakkında uyarıcı oluyor... Zonguldak’taki grizu patlaması ve Erzincan depremi örneklerinde, felaketlerin toplumsal anlamlandırılma... çerçevesini etkilemeye yönelik iki değişik tür tepki gelişti. Grizu patlamasına ilişkin olarak, sosyalist hareketin “Kaza Değil Katliam” sloganıyla yürüttüğü kampanya, bilinçli bir siyasî müdahale gayreti niteliğindeydi. ... Ancak kampanyayı yürütenlerin “dertlerini anlatmak”taki derin zaafı nedeniyle, bu çaba epey anlam kaymasına uğradı...
Sayı 35, Mart 1992
PKK gerillalarını çembere alan güvenlik güçlerinin bombardımanı altında bir kısım köylülerin de öldürüldüğü söylentisi basında yer bulamıyor; evlerde kıstırılan Dev-Sol mensuplarının canlı ele geçirilmeleri pekâlâ mümkünken... “ölü ele geçirilme”leri soru konusu yapılmıyor; ama... bir binanın onbeşinci katında kuşatılan ikisi kadın üç Dev-Sol militanına karşı yürütülen operasyon, civardaki ahalinin bayraklı, marşlı, sloganlı desteğiyle yürütülüyor, üç militanı “ölü ele geçiren” polisler alkışlar ve sevinç gösterileriyle karşılanıyordu. Görünen odur ki: “37 PKK’lı ve yirmiye yakın Dev-Sol militanı sağ olarak yakalandı” haberi böylesi bir zafer ve coşku havasıyla karşılanmayacaktı.
Necdet Menzir, “havayı yakaladık” diye nitelemekte; Başbakan aynı tespiti “toplumsal destek sağlanmıştır” diye yapmakta, “terörle mücadele”de bunun çok önemli bir adım olduğunu belirtmektedir... şiddet kültürü dün ne ölçüde dışımızdaydı tartışılır; ama şimdi toplum olarak onu alkışlarla beynimizin orta yerine oturttuğumuz bir olgudur...
Sayı 36, Nisan 1992
Şimdi biz, Türkler ve Kürtlerin ezici çoğunluğu olarak, Şırnak’taki olayın ne devlet ne de PKK’nın “resmî açıklamaları”nda anlatıldığı gibi olduğunu biliyoruz... Ama... bir şey yapamıyoruz çünkü 1992 Newroz’undan sonra, hepimiz umutsuz çırpınmalar altında sessizce kabullendik ki; Türkiye’deki “Kürt sorununu”nun demokratik, barışçı bir çözüme gidiş yolu kapatılmıştır... Şırnak olayı, sadece kanın çok daha fazla aktığı insanî ve maddî kayıpların artık hiç kaale alınmadığı bir sürece girmiş olduğumuzu bildiren bir kilometre taşı değil; aynı zamanda, kan ve çatışma süreçlerinin ayrılmaz parçası olan, paranoya yatağı bir ruh ve düşünme dünyasına itilmemiz için her şeyin hazır olduğunun da işaretidir... İnsanca ve demokratik bir çözüm umudumuzu neredeyse kaybettirdiler; şimdi de aklımızı, sağduyumuzu kaybettirmeye uğraşıyorlar...
Sayı 41, Eylül 1992
Newroz olayları Kürt halkının kendi ulus kimliğine sahip çıkma kararlılığını gösterdi. Bu durumda Kürtler için “demokratikleşme”, ancak TC devletinin Kürtleri kendi millî kimlikleriyle devletin bir bileşeni olarak kabul etmesi anlamına gelebilirdi. Bu ise statükonun onarımıyla değil, siyasal düzenin ve devletin yeniden kurulması ile karşılanabilir bir talepti... DYP ve SHP, hem kendilerini aşan hem de “üniter devlet” mitiyle belirlenmiş siyasî anlayışlarına sığmayan bu... gerçekliği... “hizaya getirmek” için “Kürt sorunu”nu artık tümüyle ordu ve güvenlik aygıtının eline teslim ettiler...
12 Eylül ve en son “Kürt sorunu”ndaki performansı ile ordu sadece “özerkliği”ni kamuoyunda ciddi bir sorgulamanın konusu haline getirmekle kalmamış; ayrıca içine düştüğü pozisyonda bir “siyasî hâmi”nin gölgesine sığınmak zarurî bir ihtiyaç olarak kendini duyurmuştur. En son Şırnak olayında DYP ve Demirel, “halkın babası” gibi değil, “devletin babası” gibi davranarak... orduyu, güvenlik güçlerini verdikleri panik görüntüsüne rağmen “himayesi”ne alarak hâmi konumuna adaylığını koymuştur...
HEP’in “muhatap benim” demek yerine, kendini TC devleti ile PKK arasında bir aracı konumunda sunması anlaşılır gibi değildir... Bir zamanlar ‘PKK ile aynı sorunlara farklı programlarla sahip çıkıyoruz, dolayısıyla farklı iki örgütüz’ diyebilen HEP de, şimdi fiilen kenara çekilmektedir...
Ekim 1992
PKK’yı var eden Türkiye Kürdistanı’ndaki toplumsal değişimin ürünü olan kitle, bölgeselliği aşan ... bir “ulusal kurtuluş” projesini tasavvur edebiliyor ve ... bu anlamda modern bir boyut içeriyor ise de; kendini siyasal eylem planında ifade edişi, kullandığı araç ve yöntemler, motivasyon usûlleri, kısacası siyasal kültür ve yaklaşım bakımından “geçmiş”in mirasından henüz kurtulamamıştır... PKK da önceki Kürt hareketlerinin içinde yer aldığı Ortadoğu’nun o kendine özgü bir Makyavelizmle işleyen siyaset zemininde yer almaktadır. Büyük siyasal amaç ve iddiaları küçük zümre, blok ve bölge çıkar hesaplarını örtmekte kullanmanın alabildiğine yaygın olduğu, kalıcı siyasal ilke ve değerlerin geçerli olmadığı, herkesin herkesle her türden antlaşmalar yapabildiği bu küflü, sinik siyasal ortamda PKK “beceri” ile hareket etmektedir... modern, ilerici nitelik taşıdığını öne sürdüğü silahlı “ulusal kurtuluş mücadelesi”nde kadim aşiret kültürünün savaş yasalarını uygulamakta hiç de çekingen değildir. Bir kişiden dolayı çoluk çocuk tüm aileyi, bir aileden dolayı tüm köyü “cezalandırmak” gibi bir “geleneğe” PKK askerî eylemlerinde ısrarla yer verilmesi onun “geçmiş”in siyaset ve otorite kültürüyle ne denli içiçe olduğunun da göstergesidir...
Sayı 43, Kasım 1992
Tipik Atatürkçü, düne kadar sırtını dayadığı, ancak sayesinde hayat biçimini sürdürebildiği “devlet”i artık koruyucusu gibi görememektedir... Hayat tarzını şu veya bu biçime bürünmekten ibaret saydığı için, birilerinin ve hele devletin, onu başörtü takmaya veya sünnete uygun sakal bırakmaya zorlayabilecek olması, “hayatına kasdetmek”le birdir... vaktiyle başörtülere, sakallara, başlıklara savaş açıp, onların sahiplerinin hayatına kasdetmeyi kurmuş... kelle koparmaktan bile çekinmemiştir. Böylesi bir tarih mirasını kibirle sahiplenmekte beis görmediği için, “öteki”lerin de aynı şekilde davranacaklarını, kendini nasıl biliyorsa öyle bilmektedir...
Geleneksel sosyalistler... devlete ve iktidardaki kadrolara başka nedenlerden duydukları asıl öfkenin yanısıra, bu “din” konusundan ötürü de ek bir öfke duymaktadırlar. Atatürkçülerin bu noktada 12 Eylül rejimine yönelttikleri eleştiriye, sertleştirerek katılmakta, RP’nin ilerleyişinde bunun önemli payı olduğunu vurgulamaktadırlar. Dolayısıyla Atatürkçülerin hayal ettiği gibi “devlet” kendine gelip, gerek bünyesindeki gerekse toplumdaki “irtica odaklarına” hamle etse her şeye rağmen gizli bir ferahlama duyacakları bellidir. “Eskiden” olsa -“devlet” bu arada kendilerine de vurmuş olsa bile- alkışlayabilirlerdi de. ...
Sayı 44, Aralık 1992
“Radyasyon rezaleti” patlak verdiğinden bu yana Türkiye toplumu, bir türlü terk etmediği o mâlûm sorun çözme mantığıyla işe koyulmuş vaziyette. ...Görünen odur ki “suçlular”ı bir bulsak ve cezalandırsak, toplum olarak “sorunu çözmüş” ... addedeceğiz kendimizi. ...Türkiye toplumunun sorunlarının anası galiba işte bu “sorunları kavrama ve çözme” tarzıdır... sorumlu Bakan Cahit Aral, radyasyonlu fındıkları dönemin SSCB halklarına “temizdir” etiketiyle satıp “yüksek çıkarlar”ın dışarıda da zarar görmemesini sağladıklarını iftiharla belirtmiştir... hop oturup hop kalkan kamuoyumuzu en az rahatsız eden nokta bu olmuştur. Kendisine gerçekten saygısı olan bir toplumu utançtan yerin dibine geçirtecek böyle bir rezilliğin nasıl yapılabildiğini soran pek az kişi çıkmıştır... Radyasyon meselesi üzerine tartışma Türkiye toplumunun ne ölçüde “zehirlendiği”ni belki tam olarak ortaya çıkarmayacaktır, ama Türkiye’deki siyasal düzenin, siyasal kültürün ne denli çürümüş, benzemeye çalıştığı şeyden ne denli uzağa düşmüş olduğunu apaçık göstermiştir...
Sayı 45/46, Ocak/Şubat ’93
Gerçi “tepe”den suikasti kimlerin gerçekleştirmiş olabileceğine dair kuvvetli imâlar yapılmamış olsaydı bile, çoğunluğun şüphesinin yine de “birtakım dinci örgütler”e yöneleceği apaçıktı; ama bu şüphenin kitlesel, sesli bir protestoya, gösteri yürüyüşleri halinde eylemli tavır alışlara yönelmesinde, “kamuoyunu oluşturan” devlet, hükümet, merkez partileri ve tüm medya ağının aynı doğrultuda yoğunlaşmaları, herhalde temel etken oldu. Bu etken ve dolayısıyla bu güvence, en azından, yıllardır, hele şu son dönemlerde özellikle “moralsiz” olan “Türkiye solu”nun etkin eylem susuzluğu çeken kesimlerini şevkle harekete geçirdi. Yer yer sitemkâr, kimi durumlarda da... Uğur Mumcu’nun siyasî portresinin ötesine taşan sloganlar... eşliğinde gösterilere katılan sol eğilimlere mensup insanlar, uzun yıllardan beri ilk kez “devlet”in hoşgörüsünü ve toplum çoğunluğunun sempatisini çevrelerinde hissederek yürüdüler...
Sayı 47, Mart 1993
Bizde devlet... her şeyden önce bir güçlülük, fizik kuvvet ve zor bakımından bir erişilemezlik ve dokunulamazlık halini çağrıştırır. Devletin yurttaşlarında uyandırdığı “itaat” ve “saygı” duygularının bu güç faktöründen türediği kabul edildiği için “güçsüz devlet” deyimi... öncelikle devletin bu fizik gücüne karşı konabilmesi halini akla getirir... Devlet kavramını oluşturan öteki ögeler, bu güç ögesinin yanında âdetâ sığıntı gibi dururlar... Devletin özünün baskı, dolaylı ve dolaysız fizikî zor olduğu yolundaki bu ortak tespit ve kabulden ötürü; sağcı ve solcu sıradan bir Türkiyeli vatandaş, fizik şiddete, hele hele silahlı bir saldırıya maruz kalmış bir devlet görevlisinin şahsında “devlet”e meydan okunduğunu, onun “güçlülüğü”nün hiçe sayıldığını düşünür, ilkin. Dolayısıyla devlet... silahlı bir mukavemete hele saldırıya uğradığı zaman “özü”ne yönelmiş bir tehdit karşısında demektir ve saldırganı... yok etmekle her şeyden önce devlet kavramının doğal gereğini yerine getirmiş olur... ülke kamuoyunun çoğunluğu, devlete silah çekmiş birinin devlet güçleri tarafından niçin sağ ele geçirilmesine çalışılmadığı sorusunun mantığını anlamakta güçlük çekmekte, “ölü ele geçirilme”lerini yadırgamamaktadır...
Sayı 48, Nisan 1993
Tansu Çiller’in DYP gibi bir geleneğe sahip partinin başına seçimle gelebilmesi, bu manzaraya bir kat daha Avrupaî bir hava vererek, şu son yıllarda farkında olmadan ne denli ilerlemiş olduğumuzu hayret ve sevinçle bize bildirir gözükmektedir. Ancak... Türkiye’de siyasetin... modern normlara erişmiş sayılabileceği tam da bu evrede; bizatihi siyaset, bir özerk etkinlik alanı olarak, kendine özgü yapı ve kurumların işleyiş ve işlev özellikleri ile taşıyageldiği özel karakteri çok büyük ölçüde yitirmiş ve ... meta ekonomisinin bir dalı haline gelmiştir... Mesut Yılmaz bize “kadim devlet ciddiyetimiz”in verdiği o özel güvenceyi ağırbaşlılık ve dinamizmin nihayet başarılmış bir bileşiminde, kentli bir milliyetçiliği, muhafazakâr bir demokratlığı çağrıştırarak sunuyor; Tansu Çiller, Türkiye’de merkez-sağın temel dayanağını oluşturagelmiş kentli ve kırsal orta sınıf erkeğini, çapraşık “özel” dünyasını alttan alta kaygılandıran feminist akımın “modernci baskısı”na uygun cevap verir konuma “yükselterek”, ona, ANAP’-ın daha kentli görünümüyle avantajlı olduğu “çağı yakalama” yarışmasında iddialı olma fırsatı vaadediyor...
Bingöl olayı ile PKK, onca vurgulamış olduğu “savaş hukuku” talebini bizzat çiğneyip bir yana attığı gibi; “gerilla hareketi”ni haleleyen romantik imajı da -en azından Türk kamuoyu nezdinde- berhava etti. Anlaşıldığı kadarıyla, PKK’nın... verdiği savaşı kimi kurallar ve değerlere uygun yürütme gayreti ya terk edilmiştir ya da PKK güçlerine bu konuda söz geçirmek artık mümkün olamamaktadır...
Sayı 50, Haziran 1993
Devlet bünyesindeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen Sünni topluluğun ibadet faaliyetlerini düzenlemeye tahsis edilmiş bir kuruluş olarak çalışması, yine devletçe finanse edilen İmam Hatip okulları ve Kuran Kursları ile sadece Sünni din adamı değil, kapsamlı bir Sünni dinî eğitim almış gençliğin yetiştirilmesi gibi olguların varlığında... şu “laik devlet” kavramının gerçekte devletin dinle ilişkisizliğini anlatmadığı, yaşayış biçimleri ve kültürel kimlikle ilişkili bir içeriği olup, belli bir toplum tasarımını ifade ettiği görülür...
Türkiye toplumunun bir çöküntü ve dağılma durumuna girdiği şu ortamda “devlet”in “en son çare” olarak vaziyet edip bu süreci önleyebileceğini düşünmek mümkün değildir... Türkiye toplumundaki ayrışmanın en... hayatî tezahürü olan “Kürt sorunu”nda “devlet”, “bölücü”lüğü önlemek için başvuracağı yöntemlerin en sonuncularının sınırında dolaşan bir uygulamayı bizzat üstlenmiştir. Bunun ötesi “otların dahi imha edilmesi”dir - ki bunu teklif eden generaller vardır ve “iş”in başındadırlar....
Hukuk ve yasa ile uygulama arasındaki bu boşluk, rüşvet, suistimal ve yolsuzluğu kaçınılmaz olarak davet, hattâ teşvik eder... Değil hukuk bilinci, yasa saygısı dahi gelişmemiş olup, “misyon” taşıyıcılığından ve onun verebileceği ahlâkî, moral kaygılardan da sıyrılmış olan devlet aygıtının, esen para ve çıkar rüzgârına kendinî bırakması ve çok büyük paraların döndüğü “yasa-dışı iş” organizasyonlarıyla “sıkı ilişkiler”e hazır hale gelmesi kaçınılmazdı... Devletin hukuk ve yasayı temsil etme fonksiyonunun ne hale geldiğinin bir diğer önemli göstergesi ünlü “yargısız infaz”lardır. Bu infazları yapan güvenlik güçlerini yargılanmaktan muaf kılan bir yasanın da çıkarılmış olması bu toplumda yasanın kendi kanaatlerimizin, hükümlerimizin üstünde daha kapsamlı ve değerli bir düzeyi temsil ettiği fikrinin bölük pörçük kalıntılarını da silip süpürmüştür... Boyabat ve Kızılcahamam olayları bu gidişatın ilk örnekleridir ve Sivas’taki olaylarda da bu olgu belirgin bir ağırlıkta sözkonusudur. Elbette ki, Kızılcahamam’daki olayın daha farklı bir özelliği vardır ve burada hükümet konağını, emniyet müdürlüğünü basan halk, işlenmiş bir suça elkoyması gereken polislerin, müdürleri kanalıyla o suçu da işlemiş olan bir mafya grubuyla sıkı ilişki ve işbirliği içinde oluşuna tepki göstermiştir...
“12 Eylül öncesi” ile günümüz arasındaki en önemli farklılık bugün yeni tür bir kitlesel hareketin var olmasıdır. Bu olgu, gerçekte tüm dünya ölçeğinde söz konusudur ve Avrupa’daki neo-faşist, neo-Nazi akımlardan Hindistan’daki Müslüman-Hindu çatışmalarına, PKK hareketinden Los Angeles’taki kitle ayaklanmalarına, Mısır ve Cezayir’deki İslâmî hareketlerden Avrupa’da beliren bölgeci akımlara, Bosna’daki olaylardan Dev-Sol türü örgütlere kadar günümüzün şu veya bu derecede “kitlesel”liğe sahip her olayı söz konusu “kitle”nin özelliklerini yansıtmaktadır... En azından 1970’li yılların sonlarına kadar; sosyalist, solcu, devrimci hareketler şöyle dursun, dine, milliyet gibi “doğal özellik”lere seslenen hareketler dahi, katılanlara “edinmeleri gereken görüş ve fikirler, değiştirilmesi gereken davranışlar ve bilinmesi, uyulması gereken kural ve ilkeler”i içeren bir “külliyat”a vakıf olunması gerektiğini, “gerçek” dindar ve milliyetçi olmak için bunun şart olduğunu belirtir ve katılanlar da buna istekli olurdu. ...Oysa günümüzdeki kitlesel hareketlerin çoğu kendiliğindendir... İnsanların doğuştan edinmiş sayıldıkları (din, etnisite, sosyal köken vb. gibi) özelliklerin dıştalayıcı, yıkıcı reaksiyonlarını olumlayacak biçimde “keskin”leştirilmiş bir “ideoloji”... adına davranan... güdüler, sezgiler ve anlık etkilerce yönünü ve hedefini bulan hareketlerdir bunlar... Sivas’ta saatlerce “İslâmî” sloganlar atarak, kâh dağılan, kâh yeniden toplanan, önce bir anıtı parçalarsa teskin olacağı izlenimini verip sonra hiç de çok vahim şeyler yapacakmış gibi görünmeyip, içinde yüzü aşkın insanın bulunduğu bilinen bir otelin yakılmasını -fanatik bir softanın asabiyyetiyle değil- sanki basit bir eğlenceymişçesine teşvik edip, rahat rahat seyreden güruh böyledir...
Sayı 51, Temmuz 1993
SHP kongresinde Aydın Güven Gürkan -solda yer aldığı farz olunan bir parti için hâlâ önemli olduğu zannedilen- ideoloji faktörünü, Yüksel Çakmur ise hem bunu, hem de tarihi, iç çalışmaları ile sadık “partili”liği, “örgütten gelmiş” olmayı öne çıkaran kişilikler olarak sundular kendilerini. Gençliğinde “sağcı” olmak gibi bir “handikap” taşımasına rağmen Karayalçın, Kent-Koop ve Ankara Belediyesi’ndeki parlak yöneticilik kariyeri üstüne o “ideoloji” ve “örgüt” engellerini aşıp genel başkan oldu... artık geçerli olan “partili” tipi, partinin fikriyatını, programını benimsetmek için uğraşan biri değil, özellikle başkanın şahsında yoğunlaştırılan bir “imaj”ın benimsetilmesi, yani “iyi yönetim”in bu imajda tecessüm ettiğinin empoze edilmesi “işi”yle uğraşandır... şimdilerde... bir dizi parti mitingi yapmaktansa televizyonda bir parti veya lider klibi yayınlatmak yeğleniyor...
Sayı 53, Eylül 1993
Hiç de uzak ihtimal sayılmayacak bir RP seçim zaferini bir yana bıraksak bile; 1994 mahallî seçimlerinde Türkiye’deki siyasal düzenin istikrar güvencesi olan “merkez”deki ağırlığın dağıldığına tanık olacağımız kesin gibidir...
1920’lerin Türkiye’sinde İslâm dini -en azından çoğunluk Sünni toplulukların etnik kimliklerinin üzerinde durarak- bir birleşme zemini işlevini görmekteyken bugünün Türkiye’sinde fiilen bu rolü oynayamamakta, örneğin RP, Türk kesim içinde kabaran milliyetçilikle “ters düşmemeye” özen göstermekte, Kürt kitleler içindeki dinî akım, milliyetçiliğin davasını kendisinin daha etkin yürütebileceği iddiasını sürdürerek onunla rekabet etmektedir.
Sayı 55, Kasım 1993
“Memleket işlerinin” idaresinde MGK ve ordunun baskın rolü ve bu yapıların rejim içindeki sorgulanamaz, ‘aşkın’ konumları ayan beyan ortada. Son bir-birbuçuk yılın gelişmeleriyle bu durum iyice belirginleşti. 1980’lerin ortalarından itibaren kamuoyunda yürütülen ve kısmen reel politikada da müşteri bulan, MGK’nın meşrûiyeti ile ve ordunun siyasî otoriteye tâbi kılınması gereği ile ilgili tartışmalar gündemden düştü... Kezâ devlet içindeki gayrınizami harp veya en doğrusu iç savaş örgütlenmelerinin oluşturduğu, “kontrgerilla” adıyla şöhret kazanan ‘resmî illegal’ yapılar, popülaritelerinin doruğundalar...
Polisin... görece özerkliğini arttıran bir gelişme arzettiğine dair göstergeler var... CMUK karşıtı muhalefeti yürüten polis birimleri, müstakil bir ‘parti’ imişçesine davrandılar!.. Emniyet elitinin devlet eliti ve hiyerarşisi içindeki fiilî ağırlığının arttığı, ideoloji ve politika üretimindeki etkinliğinin çoğaldığı, rahatlıkla söylenebilir... Medya, Emniyet elitini popüler-medyatik kişilikler portföyüne kattı... Emniyet müdürlerinin medyatize ve popülarize edilmesinin en çarpıcı örneği kuşkusuz İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’dir...
Sonuç, bir yanda Zaman gazetesinin Emniyet birimlerinde resmî gazete haline gelmesi, diğer yanda “Ya Allah Bismillah Allahüekber”, “Kanımız aksa da zafer İslâmın” gibi ülkücü sloganların polis gösterilerinin repertuvarından eksik olmamasıdır. Bu sürecin, polisi politik-ideolojik etki altına sokan yönüne sıkça değiniliyor; onunla içiçe geçen diğer yönü, sağ uçtaki politik grupların polisin ideolojik etkisi altına girmesidir...
Sayı 57/58, Ocak/Şubat ’94
Eğer önümüzdeki en fazla iki yıl içinde özellikle ülke sanayiinde gözle görülür bir canlanma gerçekleşmez ise görünen odur ki, şimdilik yüzde 20’ler civarında seyreden RP çevresindeki “muhalefet” çok daha iddialı ve radikal bir toplumsal hareket olarak daha yaygın bir biçimde kendini gösterecektir.
Dinî hareket, tüm öteki ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de artık ne geleneksel tez ve tutumunda olan ne de sadece geleneksel tabanından, yani “kırlardan” beslenen bir harekettir. Yeni tezleri ile artık “savunma psikozu” içinde değil, aksine atak, meydan okuyucu ve iddialıdır; yeni katılanları ile geleneksel kır (köy ve kasabalar) tabanının yanısıra büyüyen bir kentli tabana sahip bir harekettir... bu manzara, “çağdaş yaşam tarzı” cephesini soy “devletçi” eğilimden medet uman bir yönelişe itebilecektir. Bu yöneliş bir “askerî müdahale” talebine kadar gitmese bile merkezdeki partileri ve hükümeti RP ve çevresine karşı yeni yasal ve polisiye önlemler alma yoluna itebilir...
Sayı 59, Mart 1994
Provokasyon olduğu belli olan Bosna bahaneli gösterilerde ortalıkta en az RP bayrağı kadar MHP bayrağı sallanıyorken, medya neden acaba tüm hışmıyla RP’ye yüklendi ve MHP’den şöyle bir bahsedilip geçildi?.. hatırlanmalıdır ki; aynı MHP’nin, seçimlere iki ay kala ve RP’nin bir oy patlaması yapabileceğinden çokça sözedildiği o günlerde tertiplenen meşhur Taksim mitinginde DYP ve SHP ile birlikte “laik-Atatürkçü” cephenin bir mensubu olarak... arz-ı endâm etmesi sağlanmıştı...
İslâmi hareketin “yaşam tarzı” konusundaki söylemine egemen olan geleneksel Sünni yaklaşımın nezdinde Erzurum’un Alevi köylülerinden İstanbul’un jet sosyete mensuplarına, Urfa’daki çiğ köfteli içki masalarından İzmir’deki tavernalara kadar ortalama Sünni yaşam biçiminin dışında duran tüm kesimler ve yaşam alışkanlıkları veya mekânlar ya –Alevilerinki gibi– kadim bir sapkınlığın uzantısıdır veya “Batıcı”lığın, “öz kimliğimiz”i terk etmenin, “bozulma”nın, yani halihazırdaki sorunlarımızın kaynağı olan şeyin ta kendisidir...
Sayı 60, Nisan 1994
Türkiye’de de sol hareketin muhtelif unsurlarının ve öncelikle sendikal yapıların, yoksullukla mücadeleye dönük üretim ve tüketim ağlarını örgütlemeleri, ‘uçuk’ bir düşünce sayılmamalıdır. Böyle bir örgütlenme, en azından bir direniş hattı olarak anlam kazanacaktır. Üretim, tüketim, yeniden-üretim faaliyetlerinin sadece ‘bedellerini’ değil içeriklerini de yeniden tanımlamaya dönük bir “alternatif ekonomik şebeke” teşebbüsü, hiç de içe kapanık ve yenilgici olmayan, tersine atak bir direniş politikasının bileşeni olur...
Sayı 61, Mayıs 1994
Ne laikler ve dinî hareket arasındaki gerilimin gevşemesi karşılıklı bir sağduyu ve toleransın eseridir ne de toplumun yoksullaşmayı ve artan işsizliği tepki ve öfke patlamalarına yönelmeksizin kabullenişi -medyanın propaganda ettiği gibi- bir olgunlaşmışlığın alâmetidir. Umut, inanç, özgüven eksikliği ve savunulur gözüken değerlerin verilmiş içeriğinin sağlamlığı konusunda duyulan kuşkuların herkeste ve her kesimde... varlığı...
Bu ülkenin siyasal alanının özellikle son üç yıllık dönemi, sürüyle yarıda kalmış, başlamasıyla bitmesi bir olmuş girişimler mezarlığı gibidir. Sadece dinî hareketin taş üstüne taş koyarak istikrarlı bir inşâ süreci izlediğini, bu bataklığa benzer ortamda onun daha dayanıklı bir zemin bulabilmiş olduğunu söyleyebiliriz...
Şüphesiz bu noktada PKK’da temsil edilen Kürt milliyetçiliği ile –şu anda kendini eylem bazında güvenlik güçlerinin temsil ettiğini bilip şimdilik bununla yetinebilen– Türk milliyetçi akımın az yukarıda çizilen manzaraya, yapılan tanıma uymadığı söylenebilir... Fakat... varlık nedenini ötekinde bulan, eylem enerjisi ötekini yok etme isteğinden kaynaklanan bu hareketler... bataklık benzetmesiyle tarif ettiğimiz ortamın dibinde oluşmuş zehirli, patlayıcı gaz yoğunlaşmalarından başka bir şey değildirler. Yüzeyde tüm girişimlerin... kendi ölçülerinde bir yapıcılık kaygısını hâlâ taşıyor olmalarına mukabil bunu gerçekleştirememe aczinden dolayı yaşanan peltemsi hareketler, bu yapıcı... kaygıdan sıyrıldığı oranda –tersine dönmüş bir intihar, kendinden nefret ve kendini imha eğilimi olarak– ‘öteki’ne, hattâ tüm ötekilere yönelik bir yıkıcı enerji -hareket- türüne dönüşürler. Bataklıktaki patlayıcı gaz oluşumu da böyledir. Çürümeden beslenir, çürümenin alternatifi değil, çürümenin nihaî noktasıdır...
DEP’in kapatılması çevresinde cereyan eden olaylar, bu kendini tahrip güdüsüne kapılmış olmanın çok daha çarpıcı bir örneği. DEP’i “öteki”yle özdeşleştirerek imha etme kararlılığının ilk etabında devlet katında bu kararlılığın temsilcisi, açık sözcüsü konumundaki DGM, DEP’li milletvekillerini, TBMM’yi neredeyse basacak bir kuşatma ile derdest ederken Meclis gibi mevcut rejimin kâğıt üzerinde en üst kurumunu alelâde bir bina derekesine düşürmeyi pekâlâ göze almıştı...
Sayı 62, Haziran 1994
MHP’nin “merkez”e dahil edilme operasyonuna ne iktidardaki SHP’nin ne de muhalefetteki öteki merkez-sol etiketli partilerin itiraz ettiklerini, hattâ sessizce onayladıklarını bir kez daha belirtmek gerekecek. Hatırlanmalıdır ki, MHP de bu yeni konumuna uygun hareket etmeye başlamış ve örneğin son 10 Temmuz seçimlerinde taraftarlarını RP karşısında en şanslı merkez-sağ adaya oy vermeye çağırmıştır...
Bir kez daha dinî hareketlerin “gerici” diye nitelenmesi konusuna dönersek; bu nitelemenin olgularla uyuşur gibi göründüğü dönemlerde, dinî hareketler öncelikle modern bilim ve onun uygulamalarına karşı aldıkları olumsuzlayıcı tavırla dikkati çekiyorlardı. Oysa 20. yüzyılın ortalarından beri hem dinî hareketler özellikle fennî bilimlerle pekâlâ uzlaşabilen bir kimlik geliştirebilmişler ve hem de bilimi tüm sonuçlarıyla tartışılamaz bir veri ve referans sayan temel modernist inancın bu katılığını terke mecbur bırakan olguların varlığında dinî dıştalayan tavır alışın gerekçesi bir hayli zayıflamıştır...
“Yeni Demokrasi” hareketi; halen yığınları eyleyici konuma sokan veya sürükleyen ya da sürükleme potansiyeli taşıyan dinî hareket, Türk ve Kürt milliyetçiliği, “laik tepki” vb. oluşumlar karşısında o elitist çerçevesi ile bu ortamda kitlesel bir güç olma imkânını edinemez gözükmektedir...
Sayı 63, Temmuz 1994
Bizzat Kuzey’de neo-liberal hegemonyanın geniş insan yığınları nezdinde içten bir ideolojik benimseme ile değil bir tür ideolojik felç olgusu üzerinden kurulmuş olduğu da su yüzüne çıkmaktaydı. Yığınlar, neo-liberal söylemin başat sloganları olan “birey” ululamasının, “hür teşebbüs”, “özelleştirme” ve “minimum devlet” kavramlarının bir seçkinler zümresinin ve o zümreye dahil olma hırsını taşıyanların eğilimlerini meşrulaştırma işlevini gördüğünü çok geçmeden “anladılar”. Bunun sonucu bir hayal kırıklığı olmadı... Çünkü modern zamanların sanayileşme çarkları içinde “tüketim artışı” tesellisiyle şekillendirilen, gerçekte âdetâ öğütülüp zerrecikler toplamı haline getirilen bu kitlenin bireyleri, bu halleriyle o seçkinler dünyası karşısında kendilerini gerçekten de “aşağı”, değersiz gören bir öz algılama içine sürüklenmişlerdi...
Sayı 64, Ağustos 1994
Türkiye Özal’lı yıllarda bu kabil olaylarla sık sık karşılaştı. Banker Kastelli gibiler hayali ihracat vurguncuları, Horzum türü yağmacılar, Özdağlar gibi bakan düzeyindeki rüşvetçilerden eroin kaçakçısı Malatyalı kulüp başkanlarına; eğlence, fuhuş ve kumar dünyasını yöneten “baba”lara, altın kaçakçılığı ve kara paranın aklanması “iş”leriyle uğraşan malî çevrelerden üst düzey emniyet ve MİT görevlilerine, Cem Ersever gibi ordu mensuplarına kadar, sıkışan, “düşecek” hale gelen herkes “konuşursam kıyamet kopar, TC devleti sarsılır” tehdidini savurdu... Engin Civan olayında açıkça ortaya çıktı ki, günümüz Türkiye’sinde artık o “yeraltı/yerüstü” ayrımı belirsizdir. “Yerüstü”nün doruğu olan Çankaya ile yeraltı dünyası arasında mesafe yok gibidir... iş dünyası gibi, yerüstünün en “güzide” alanının zirvesindeki ihtilaflar... Dündar Kılıç gibi babalar riyasetindeki oturumlarda halledilmekte... daha alt düzeyde ihtilaflara ise çek senet mafyaları bakmaktadır. Ama galiba “yeraltı”, geleneksel uğraş alanları uyuşturucu, kumar, eğlence ve fuhuş “sektörüyle” sınırlı iken koruyabildiği etiğini “yerüstü” ile temasa geçtiğinde koruyamaz olmuş... yerüstündeki ahlâki erozyon... yeraltı dünyasına da sirayet etmiş, onu kendi ahlâkından yoksun hale getirmiştir.
PKK, devletin yaptıklarına mukabele-i bilmisil adına sivil insanları, kadın ve çocukları katlettiğinde, askerî olmayan “hedef”leri vurduğunda orman yakmayı kısasa kısas mantığınca teşvik ettiğinde, ürkütücü bir güçlülük kanıtlaması yapmış olabilir, ama kurulu düzenin daha karmaşık, çok biçimli güç ve çıkar rollerinde yaşayan insanlarda daha ilkel bir çöl imajını pekiştirmekten başka bir şey de yapmış olmaz. İslâmi hareketin Sivas katliamı karşısındaki tutumu ile bu hareket mensuplarının mevcut iktisadî düzene her bakımdan entegre olabilme konusunda gösterdikleri maharetlerin çeşitli vesilelerle -bazen küçük skandallarla- ortaya çıkıyor oluşu da aynı sonuçları doğurur... kurulu düzene en güçlü karşı çıkışları temsil ediyor gözüken iki hareket de, gerçekte onunla aynı iklimi paylaşmakta...
Sayı 65, Eylül 1994
Modernleş(tir)meci devletten kalan mirasın daha az bilinen, daha doğru bir ifadeyle 1960-1990 arasının sol ve sağ eğilimlerinin hemen tümü tarafından ortakça görmezlikten gelinen bir başka yönü var: Bu işletmelerde istihdam edilen, işçi-memur karması bir zihniyete sahip yüzbinlerce kişilik kitledir bu. Bunlar, söz konusu işletmelerin kuruluşundan bugüne kadar Türkiye’nin geçirdiği sosyo-politik... sarsıntılar boyunca, özellikle 1950 sonrasının iktidarları açısından hayli etkili bir siyasal denetim ve “istikrar” aracı olmuş, kitlesel -sola dönük- arayışları massetme, frenleme rolünü üstlenmişlerdi...
Özelleştirme ile başlayan ve birkaç yıl sürecek bu ilk evresi özellikle “taşra”daki devlet işletmeleri üzerinde tam bir yağmalama biçiminde yaşanabilecek olan... bu yeni dönemde, hegemonik görünen liberal anlayış, bu pek muhtemel yağmalama ile sarmalanmış, iç içe geçmiş olduğu oranda karşıtlarını da geleneksel iddia ve önerilerini sorgulamaksızın onunla (liberal zihniyetle) mücadele edebileceğine inandırır. Sol, bu inanca kapıldığı ölçüde sadece dinî hareket lehine çalışmış olur... solun hiç vakit geçirmeksizin devletçilikle, devlet mülkiyeti yandaşlığı ile özdeşleşmiş olma görüntüsünden sıyrılması gerekir...
Özgür Ülke gazetesinin merkezini ve tüm önemli bürolarını aynı anda tahrip etmeyi amaçlayan ve bu yerlerdeki onlarca insanı katletmeyi göze aldığı anlaşılan imha girişimi; gerek bu çapından ve gerekse ilgili devlet kuruluşlarının olay karşısında gösterdiği davranışlardan açıkça belli olduğu üzere “faili meçhul” bir alçaklık değildir. Türkiye için korkunç ve utanç verici olan şey, bu faillerin yakalanmayacağını biliyor olmamızdır. Daha da korkuncu, varlık nedeni ve yasal görevi bu failleri ortaya çıkarmak, bu türden alçakça bir suikasta uğramış insanlara “kamu vicdanı”na uygun davranmak olan devlet kuruluş ve yetkililerinin tavrıdır... en korkuncu da bunu toplumun geniş kesiminin, suskunlukla, en azından “normal” sayan bir duyarsızlıkla karşılar hale gelmiş olmasıdır.
Sayı 67, Kasım 1994
İBDA-C benzeri eğilimlerin “fikriyatı”nın anlatıldığı yayınlarda sergilenen... tam bir topyekûn terör mantığıdır... Şimdiye kadar İslâmi yafta taşıyan her tür saldırıda... ilk tepkisi o saldırganları mâzur gösterebilecek bir “tahrik nedeni”... bulmak olan kimi İslâmî çevreler bu yolda epey mesafe katedip bu “tahrik nedeni” listesini bir hayli genişlettiler ve işi neredeyse tahrik nedeni olmayacak şeyleri bulmakta zorlanacağımız bir noktaya kadar getirdiler. İşte İBDA-C bu “tahrik nedeni keşfedip mazeret bulma, hattâ onaylama” yönteminin... dolambaçlı mantığını bir yana atıp, gayet kestirme bir cevap getirmektedir konuya: Bizden olmayanın bizzat var ve yaşıyor olması -başka herhangi bir gerekçeye ihtiyaç duyulmaksızın- yok edilmeyi gerektiren bir tahrik nedenidir. İBDA-C’nin dünya görüşü elitist ve sosyal-Darwinist tezlerle İslâmi deney ve literatürün bu tezlere uyarlanabilir kısımlarının bileşimi ile oluşturulmuştur....
Sayı 70, Şubat 1995
Gaziosmanpaşa ve Ümraniye olayları... ilk patlak verdiğinde bir Sünni-Alevi çatışması mı diye endişelenen toplum çoğunluğu, naklen yayınlarda gördükleri ve onca kurban vermiş Alevilerin de bizzat belirttikleri gibi olayın bir Alevi-Sünni çatışması olarak nitelenemeyeceğine inanıp bir parça yatıştı. Fakat televizyonlar sayesinde gördükleri öyle şeylerdi ki; bunları ne hükümetin aklına geleni kattığı “tahrikçi”ler dizisi, ne de Alevi kitlelerin sonuna kadar haklı tepkilerinden kendilerince yararlanmak isteyen “devrimci” grupçukların pankartları örtebiliyordu... apaçık ortadaydı ki, Gaziosmanpaşa da -yöre polisiyle zımni bir “koordinasyon” içinde oldukları kuvvetle muhtemel- bir ekibin alçakça suikastine uğrayan Gazi Mahallesi halkının son derece meşrû tepkisi, adına layık bir güvenlik gücü tarafından pekâlâ yatıştırılabilir iken, polis tarafından âdetâ ufak çapta bir imha provasının malzemesi haline getirilmiştir... Alevi toplumu içinde, Gaziosmanpaşa ve Ümraniye’de yaşadıklarından sonra, en azından bu güvenlik aygıtının indinde, artık ulus-dışı bir topluluk gibi görüldükleri kanısı güçlü biçimde yerleşmiştir. Çünkü... polisin niçin kendilerine karşı, üstelik ölü ve yaralılar vermiş oldukları bir saldırının şokunu yaşıyorlarken Cumhuriyet tarihinin -polisçe icra edilen- en kanlı kıyımını reva gördüğü sorusunu başka türlü cevaplamaları mümkün değildir... bu cevap verilirken, 1980’den itibaren polis kadroları içinden Alevilerin “ayıklanıp”, ülkücü ve “Fethullah Hocacı”ların yığınla yerleştirildiği de dikkate alınacaktır. TC devlet aygıtının tamamına hâkim kılındığı pek söylenemeyecek olan “Türk-İslâm sentezi” zihniyetinin Milli Eğitim’de ve özellikle de güvenlik aygıtında neredeyse tamamen geçerli kılındığı olgusu da gözden ırak tutulmayacaktır...
Sayı 71/72, Mart/Nisan ’95
Bu partiler, asıl temsilcisi olmak için rekabet ettikleri o çoğunluğun, özellikle 1990’ların olayları içinde şekillenen düşünüş tarzıyla, daha ileri bir demokrasi istemek şöyle dursun, mevcut düzeyi dahi gönülsüzce kabullenme noktasında olduklarını bilmekte ve partiler olarak da aynı kanıyı esasta paylaşmaktadırlar. Örneğin Kürt sorununun daha fazla demokrasi ile barışçıl bir çözüm mecrasına gireceği yolundaki tezler, bu çoğunluğun ve merkez-sağ partilerin indinde yenilgi, başedememeyi kabullenme çağrısı gibi algılanmaktadır. Bu ruh hali içinde “daha fazla demokrasi” ile öncelikle Kürtlerin ve sırasıyla Alevilerin... edineceği hak ve garantiler -hiç de somut bir dayanağı olmadığı halde- âdetâ kendilerinden alınıp “öteki”lere verilen, dolayısıyla “biz”i zayıflatan şeyler olarak görülebilmektedir. Şüphesiz bu, özellikle 12 Eylül rejiminin devleti Türk-İslâm sentezinin mantığınca yeniden tanziminin büyük etkisiyle Sünni-Türk çoğunluğa empoze edilmiş bir “egemenlik” duygusu ile doğrudan ilişkili bir “rahatsızlık”tır...
Sayı 73, Mayıs 1995
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak operasyonu”nun Kürt meselesiyle ilgili... önemli bir sonucu; kalıcı olup olmayacağı bilinmez ama bir ‘galip kibiri’nin belirtilerinin görülmesidir... erişildiğine inanılmak istenen başarı, “terörü ezme”nin ötesinde, Kürtlere karşı kazanılmış bir üstünlük gibi hissediliyor. Son haftalarda Kürtler... hakkında alaycı/horlayıcı bir dile meyleden ülkücü basın uç bir örnek -ama tek örnek değil... modern görünümlü şehirli askerlerimizin Kuzey Irak’ın ilkel ve geri beşeri coğrafyasına medeniyet götüren misyonerler gibi tasviri; Talabani ile Barzani’nin himayemize muhtaç kabile şefleri olarak tavsifi... Neticede, ‘yerli Kürtlerimiz’le birlikte cümle Kürtleri, haline bakmadan “devlet olma” vaadiyle kandırılmış, reşit olmaktan uzak, iptidai bir halkçık olarak gören bakış kuvvetleniyor...
Sayı 73, Mayıs 1995
Bizim bir çözülüş ve çöküş sürecinden söz eden teşhisimiz bu ülkede, artık deyimin aslî anlamıyla herhangi bir düzenden bahsedilemeyeceği tesbitine dayanmaktaydı... var sayılan düzenin kurum ve ilişkilerine daha yakından bakıldığında, aslî içeriklerine aykırı ögelerle sarmaşmış bir işleyiş halinin... her tarafta egemen olduğunu görmek zor değildir... kendisine oy veren çoğunluğu ücretli kesimlerin mi, yoksa yönetimine egemen irili ufaklı müteahhitlerin mi partisi olduğu anlaşılamayan sosyal-demokrat partiler, gelirinin garantili ve giderek büyüyen bölümü “rant ekonomisi”nden gelen “sanayiciler”, yargısız infazların olmadığını söyleyemeyen, ama bunları afişe etmenin “polisin elini soğuttuğunu” söyleyebilen ve bunu derken karakollara “insan hakları bildirgesi”ni çerçeveletip asmakta da bir beis görmeyen bir “emniyet teşkilatı”, aynı el soğutmama öğüdünü şeffaf karakol vaadiyle yapabilen bir politikacı, alacağını mahkeme yoluyla mı, yoksa çek-senet mafyasıyla mı tahsil ettirme konusunda düşünen, bu iki kuruluşun hangisinde “adalet”in temsil ve tecelli ettiğini araştıran sıradan “vatandaş”lar ortalığı kapladı... din ve Atatürkçü modernizmin tarihî bir zıtlaşmanın tarafları oldukları Türkiye’de şimdi, “Elhamdülillah Müslümanım” diyerek Atatürkçü modernizmin sözcüsü olabilmek de mümkündür... Modernizmin yapı ve kurumlarını kendi renklerine boyamaktan öte bir “fetih” ideali olmayanlarca yönetilen bir İslâmi hareketin, modernizmin içten fethetmiş olduğu bu içeriği ile elhamdülillah Müslüman olan laikler arasındaki ayrımın büyük olduğunu sanmak da ancak bu dönemde ciddiye alınabilir bir tiraji-komikliktir.
Önerdiğimiz çözüm herhangi bir... düzen değil, doğrudan doğruya bizzat “toplumun yeniden kuruluşu” idi... Kendimizi ve çevremizi -toplumu- yeniden inşâ etmenin arınma, sıyrılma duygusu ve açıklıkla yüklü taze havasında, buna karar verebilmiş olmanın moraliyle hem her türden sınırlarımızı, içeriksel zenginliğimizin nasıl ve neredenini, hem de birlikteliğimizin mahiyet ve doğrultusunu düşünüp tartışarak şekillendirmeye yönelmek gibi... benzetmek gerekirse doğuşun -bu durumda küllerinden doğuşun- ilk aşamasıdır önerilen. Bu öneri kime yapılıyordu? Galiba anlaşılması, benimsenmesi ve özümsenmesi en zor kısım buradaydı. Eğer çözüm olarak, bildik bir -“sosyalist”, “liberal” veya “İslâmcı”- düzenden söz ediyor olsaydık, sözümüzün o düzeni benimsemiş veya benimsemesi mümkün, beklenen kesimlere yönelik olduğu kendiliğinden belli olmuş olacaktı. Bu haliyle daha farklı bir düzenden yana olanları, dolayısıyla “bize” karşı olanları karşısına alan, onları yok etmeyi, ya da irademize baş eğdirmeyi zorunlu sayan bir özneyi tarif etmiş olmak demektir. Oysa bizim önerimizden böylesi bir özne tanımı çıkmıyordu. Örneğin radikal bir kurucu iradeden söz ediyor ama, beklendiği üzre onun “adı”nı koymuyor, meselâ bunun “sosyalist” olması gerektiğini... söylemiyor, aksine onun kendine has bir moral ve bilince -dolayısıyla içeriğe- sahip olması gerektiğine işaret ediyorduk... her defasında özellikle belirttik ki, yaptığımız öneri ve çağrı, ne kendimizin ne de başkalarının gücü dikkate alınarak oluşturulmuştur... konusu “toplumun yeniden kurulması” olan ve bunun “radikal” bir tarzda olmasını öngören bir çağrıda, nicelikler değil, nitelik, yani o kuruluşun kurgusuna has bilincin dereceleridir belirleyici olan. İşte bu noktada biz, sosyalist sıfatımızla -hiçbir geleneksel sosyalistin sahip olmadığı ve olamayacağı ölçüde bir- özgüvenle “iddialı” olduğumuza, olabileceğimize inanıyoruz.
Sayı 74, Haziran 1995
Tüm güvenlik kuvvetlerinin “duygu ve düşüncelerine tercüman” olduğu, bizzat Emniyet Genel Müdürü tarafından da belirtilen Necdet Menzir, devlet aygıtının iç işleyişini, bürokratik işlevin içeriğini düzenleyen yasa, kural ve gelenekler olarak devletin artık var sayılamayacağının kanıtını vermiştir... Bu olay nasıl devletin çözülmüşlüğü olgusu ile ilişkili ise Bay Ayvaz Gökdemir de çürümenin hangi düzeylere “yükseldiği”nin kanıtıdır. Onu hâlâ kendisini temsil eden bir bakan olarak yerinde tutan devlet, böylece maganda üslûbuyla ve mantığıyla konuşmayı da kendine yakıştırabildiğini, bundan pek de rahatsız olmadığını tescil ettirmiş oldu...
Devletimiz güçlü değil, “çok” güçlüdür artık. Güçlerinin bu çokluğu karşısında “halkımız”ın siyasal tercihleri de “güçlerden güç beğenme” kıstasına göre oluşabilir bundan böyle. Gerçek anlamıyla siyasetin bitişi demektir bu...
Bizzat “kamu çalışanları hareketi”nin kendisi, öncelikle kabul etmelidir ki, bu hareket özellikle geniş halk kitlesinin nezdinde her şeye rağmen yine de devlette görevli olanların hareketidir. Şüphesiz bu hareketin gerçekten bilinçli mensupları, kendilerinin “devlet görevi” ile aynı şey olmayan bir “kamu görevi” alanında, bu niteliğe özgü hizmet alanlarında iş yaptıklarını, dolayısıyla devlete mensup insanlarmış gibi addedilmelerinin doğru sayılamayacağını söyleyebilirler. Fakat yine onlar farkındadırlar ki; kendine özgü kuruluşu, gelişimi ve yapısıyla TC Devleti, devlet zoruyla, kamu alanını, dolayısıyla kamusal hizmetleri de “zaptetmiş”, bunları birer devlet görevi bile değil, birer devlet yetki türüne dönüştürerek, “yönetilen yığınlar”ın nezdinde onları birer hizmet değil, bir egemenlik aracı, bir mecburi ilişki kanalı haline getirmiştir... Kamu çalışanları... “devlet”le ister istemez ilişkili halihazır konumlarıyla tarihsel bir handikapla eylemlerine başlamışlardır. Bu handikap, eylem, talep ve önerilerin muhtevası ile geri plandaki o kadim “devlet”ten tarihsel bir kopuş izlenimi verebildiği oranda tarihsel bir imkâna dönüştürülebilir...
Sayı 75, Temmuz 1995
Erkene alınsa da tam vaktinde yapılsa da seçime birinci parti olma umuduyla girecek dört partinin -DYP, ANAP, DSP, RP- de aşağı yukarı eş şansa sahip oldukları kabul edilebilir. Dördü birden yüzde 70 civarında bir oy oranı sağlayabilen bu partilerin her birinin ulaşabileceği en üst oy oranının ancak yüzde 25 civarında olabileceği de neredeyse bir veri. Anlaşıldığı kadarıyla bir süredir siyasal düzenin merkezinde yapılan hesaplar, bu veriden hareketle geliştiriliyor. Tabanına ve kamuoyuna konuştuğunda aşırı yüksekten atan hesabı ve hesabını gayet iyi bildiği belli olan RP’nin reel politiker mantıklı yönetici kadrosu da bu yüzde 25 barajının farkındadır...
Fethullah Hoca ve çevresi de güç dengesinin RP lehine hayli değiştiğinin farkındadır ve... her ne kadar “devlet denince akan sular durur”, “devlete kul köle olurum” yollu sözlerden geçilmiyorsa da gerçekte bu devleti gayet iyi tanımaktadırlar. Görünen odur ki, bu çevre RP’yi açıktan karşısına almayan, ama RP’ye oy verilmesini de salık vermeyen bir politika izleyecektir. Anlaşıldığı kadarıyla “aslında” RP’ye pekâlâ oy verilebileceği, ama eğer RP seçimlerden en büyük parti olarak çıkarsa ülkenin hızla sert bir kamplaşmaya, çatışma ve kaosa sürüklenmesinin kaçınılmaz olacağı, dolayısıyla da bu ihtimali önlemenin bir gereği olarak RP’nin “yeteri kadar” bir güçte kalmasını sağlamaktan başka bir yol olmadığı gibisinden bir diskur tutturulacaktır. Büyük ihtimalle de oylara adres olarak MHP’yle takviyeli DYP gösterilecektir...
RP için siyasetin hedefi iktidardır. Her klasik siyasal parti gibi RP de ne denli kapsamlı bir değişim programı tasarlıyor olursa olsun, bunu iktidarı ele geçirerek kullanma imkânına erişeceği devlet aygıtıyla gerçekleştirilebileceğini düşünmektedir. İslâmî esaslara göre tespit edilmiş bir iktisadî, sosyal ve siyasal düzeni, o düzen içinde mümkün hayat tarzlarını belirleyen yasal kural ve ölçütleri devlet ve iktidarın gücüyle yerleştirme vaadiyle siyaset yapmaktadır. Bu, büyük çoğunluğuyla İslâmi bir hayat tarzını özgür -ve egemen- biçimde yaşamak isteyen ve buna mevcut devlet ve iktidarların engel olduğuna... inanan geniş kesimlerin de paylaştığı bir düşünüş tarzıdır...
Sayı 76, Ağustos 1995
Fethullah Hoca ve çevresi... Türkiye toplumunun üst tabakalarını, iktisadî-siyasî-kültürel elitlerini kazanabilmeyi ummakta, daha ötesi bunun mümkün olduğunu kestirmekte ve epeydir de bunun “hazırlık dönemi” çalışmalarını yürütmektedir. Fethullah Hoca’nın bir yandan güç, etkinlik, emperyal vizyon, Picasso simgesiyle rafine kültür ve sanat temalarıyla, bir yandan da zengin tasavvufî geleneğimizin bir kolunun (geçmişte de toplum ve “devlet”imizin “güçlü”lerince benimsenmiş yorumlarının) metafiziği ile bezenmiş söyleşileri ile “koza” içindeki hazırlıktan hedefe doğru uçuş başlatmış olmaktadır. Hoca’nın diskurundaki ilk grup temalar, o elit zümrelerin -onun deyimiyle “memnunlar kitlesi”nin- varlıklarının önkoşulu saydıkları statülerine, ikinci grup temalar ise -şu geçiş çağında ihtiyacını duydukları- anlam arayışına karşılık düşmektedir. Tam da söz konusu zümreye göre hazırlanmış bir karışımdır bu... İslâm şeriatinin pek açık ve temel hükümleri dışında çevre şartlarına, zaruretlere göre bazı kısımlarının başka türlü de tanzim edilebileceğine cevaz veren bu görüşü doğrultusunda Hoca, örneğin, tesettür... teferruattır, diyebilmekte, böylece de halkın halihazırdaki yaşam tarzını değiştirmeden, hattâ daha da “modern”leştirerek “Müslümanım” demesi mümkün olabilmektir...
Sayı 77, Eylül 1995
DYP-MHP azınlık hükümetinin Meclis’te reddinden sonra Türkiye, en geç 1996 ilkbaharında yapılacak bir seçim sürecine resmen girmiş oldu.
Öyle görünüyor ki, Çiller ilk seçimde tökezlediği anda gidecek, ama galiba DYP’-den de pek bir şey kalmayacaktır...
Sayı 78, Ekim 1995
Şüphesiz bu gelişmenin en fazla dikkati çeken yönü en üst kademedekiler de dahil bir sürü üst ve orta dereceli emniyet görevlisinin... DYP “milletvekili” adayı olmasıydı. “DYP’-nin karakola döndüğü”nü söyletecek kadar spektaküler bir hal alan bu olgu, ilk bakışta DYP’nin kendisini en başarılı addettiği “terörle mücadele” konusundaki kamuoyu desteğini oya tahvil etme hesabına yorumlandı. Bu yorum elbette geçerlidir, ama bu yazının başlangıcında “polis partisi” üzerine söylenenler ışığında değerlendirildiğinde, yapılan hesabın yalnız konjonktürel bir oy sorunu olmadığı, DYP’nin “polis partisi” ile içiçeleşip bir devlet partisi haline gelişi gibi “yapısal bir değişim”in kanıtı olduğu görülebilir...
Sayı 79, Kasım 1995
Bir “ideolojiyi”, bir tarihsel “dava”yı, Türkiye toplumu için farklı bir sosyo-ekonomik yapılanmayı... savunur gözüken... RP’ye hâkim eğilimin de, gerçekte... mevcut sistemin merkezine kabul edilmeyi hedefleyen ve bu hedefe kabul edildiği oranda “farklılıklar”ından arınacak, sıradan Türk milliyetçisi bir düzen partisi olduğu da doğrudur...
Sayı 81, Ocak 1996
DHKP-C’nin üstlenmesine rağmen, Sabancı Center’-daki cinayetin icrasındaki bir dizi karanlık nokta... bu grubun “Kürt sorunu”na ilişkin -ünlü “savaş partisi”nin açık tehdidi ve diş bilemesine yol açan- girişimleri ile birarada düşünüldüğünde... bu “terör eylemi” ile devlet içerisindeki “bir takım güçler”in ilişkisi olabileceği kuşkusu doğuyordu... PKK eylemi olarak ilân edilen Şırnak’taki hunharlığın da aynı güçlerce icra edilmiş olabileceğine dair karineler ortaya çıkınca kuşkular... arttı. Eğer, hapishanedeki mahkûmlara uygulanan... plânlı katliam ile Şırnak’taki vahşet, Sabancı cinayeti ile Göktepe’nin linç edilişi arasında... bağlantılar kurulabiliyorsa, devlete ait güçler bu eşanlı eylemler serisinde... fail olarak görünüyorlarsa, ortada sadece terör örgütü gibi davranan bir güç değil, aynı zamanda şimdi ülkenin kendi özel amaçları doğrultusunda bir sürece girmesi için, yani siyasal bir strateji gereğince eyleme geçmiş bulunan bir güç var demektir...
Yaygın bir deyim olduğu için kullandığımız “savaş partisi” deyimini, burada sadece özel olarak “Kürt sorunu”nu şiddetle “çözmek” isteyen, barışçıl-demokratik yollara kesinkes karşı olan bir takım ordu-güvenlik güçleri, legal ve illegal (kontrgerilla örgütü gibi) istihbarat birimleri ile onların (MHP gibi) “sivil” uzantı ya da destekçilerini içerecek biçimde kullanmamaktayız. Çünkü bu “parti”, bunların dışında, özellikle 1980’lerden bu yana “kamusal” bir aygıt olmanın korunabilmiş tüm moral ve siyasal değerlerinden hızla “arınarak”, elinde tuttuğu devlet yetki ve gücünü “kitabına uydurulmuş” ya da uydurulmamış bir ek çıkar kaynağı haline getirmiş, başta güvenlik aygıtı olmak üzre devlet aygıtının hemen tümüne yayılmış bir şebekeler ağını ve bu... oluşumun varlığında ve çoğu kez onunla sembiyotik ilişki halinde teşekkül etmiş her alandaki “mafya”ları ve son yıllarda özellikle “Kürt sorununun askerî çözümü”nün finansmanı için yapılan devlet borçlanmasının doğrudan ve dolaylı mekanizmaları ile toplumsal pastanın giderek daha büyüyen parçasını kemiren iri, orta boy rantiye zümresini de içermektedir...
Sayı 82, Şubat 1996
Bu zihniyetin bu denli kendini kabul ettirmiş olduğu bir dünyada, “parasız eğitim” talebi, bu zihniyetin mantığında, bundan doğrudan yararlanacak geniş yoksul kesimlerin indinde dahi “meşrû” bir talep gibi benimsenememektedir. Anayasa’nın devleti mecburî, parasız vermekle yükümlü kıldığı ilköğrenim hizmetini dahi fiilen yarı paralı biçime sokmuş ve bundan dolayı toplumdan sözü edilir bir tepki görmemiş olan devlet, Türkiye toplumunun “paralı eğitim”i zaten bir “veri” olarak kabul etmiş olduğunun “bilinci”ndedir. Ana okullarından, bu düzeyde hazırlık kurslarına kadar resmî okullar düzeninin yanında bir ur gibi on yıllardır büyütülen “eğitim sektörü”, çoktandır öğrencilerin ve velilerinin nazarında resmî ilk-orta öğrenim okullarından daha fazla önemsenmekte, daha işlevsel addedilmektedir...
Sayı 83, Mart 1996
Türkiye gibi ülkelerin metropol varoşlarında, “gelişkin” ülkelerin çöken eski büyük kentlerinde veya megapollerinin düşük banliyölerinde kendini niteliksiz emeğiyle veri aldığında geleceğe umutla bakması imkânsız yığınlar yaşamaktadır. Varoşların bu evrensel gerçeği, örneğin Türkiye’de yakılan köylerinden büyük kentlere göçen, sürülen Kürt köylüleri gibi yerel ve aktüel gerçeklerle de örtülü ise de; şimdi ikinci üçüncü kuşak gecekondu gençliğinin nihilizme alesta karamsarlığının, “öfkeyle” sarmalanmış hüznünün gerisinde durmaktadır. Bu dergide, çok önceden beri, hemen her vesile ile 1980’lerle birlikte belirginleşen bu “yeni işsizlik” olgusuna, işsizlik korkusunun yaygınlaşmasına dikkat çekildi... Durumun... “toplum” ile “toplum dışı” ayrımının netleşmesine tekabül ettiği... defalarca vurgulandı...
85, Mayıs 1996
RP’den asıl beklenen, şu anda hiçbir büyükçe partinin muktedir gözükmediği toplumsal tabandaki tepki birikimini “düzen sınırları” içinde tutmayı sürdürmesidir. RP bu alanda hiçbir partinin sahip olmadığı toplumsal yardım/dayanışma ağlarıyla bu işi başarmaya en yakın duran partidir. Yalnızca 1 Mayıs 1996 olayında değil, RP’nin ve çevresindeki İslâmi hareketin düzenlediği kitlesel gösterilerde de “patlamaya hazır” gibi görünen tepki potansiyelinin yoğunluğu egemen sınıf ve zümreler için “2000’lere doğru” Türkiye’sinin en kritik sorunudur. RP dinî hareketi, o tepki potansiyelinin önemli bir kısmını hem sözünü ettiğimiz toplumsal yardım-dayanışma ağıyla; hem de, toplumumuzun son asırlarda içinde dönenip durduğu “Batı”ya karşı aşağılık kompleksine -ve bunun ikizi olan rövanş hasretine- hitap eden “Batı’ya alternatif güçte ve İslâm dünyasının lideri” olma hülyasının çekiciliği ile kendi saflarına kanalize etmeyi başarmıştır.
RP’nin iktidara ortak oluşu, özellikle “alternatif olma” ile ilgili iddianın gerçekliğinin, inanç ve icra kapasitesinin test imkânını verecektir. Sanırız, ilk yükseliş sinyallerinin alındığı 1994 mahalli seçimleri arefesinden itibaren, RP’nin Batılı mihraklarla hemen kurmaya giriştiği yarı örtük ilişki arayışlarında onlara vermek istediği mesaj uyumlu bir partner olacağı yolundadır. RP’nin geleneksel merkez sağ eğilimli iktidarlardan biraz daha geniş bir manevra sahası talep etmesi normaldir ve kabul edilebilir mahiyettedir. RP aynı sınırlı manevra alanı talebini TC Devleti’nin “aslî sahip”lerinden de talep etmiş olmalıdır ve bu talep onlar tarafından da artık kabul edilemez değildir...
Sayı 86/87,
Haziran/Temmuz ’96
Toplumlar da tıpkı insanlar gibi, bir biçimde kurdukları aklî ve moral dengelerini altüst eden, o dengelerin üzerinde durduğu kabulleri kökünden sarsan şoklar karşısında, bir korunma tedbiri olarak, âdetâ içgüdüsel biçimde... şoku yaratan olaydan sanki hiç etkilenmemiş gibi dururlar. Böyle yapmayıp zihninden -elbette ki şuur altına- kovmadıkça, olay verili kabul, bilgi ve değer örgüsü içine oturmayan niteliği ve yönleri ile o örgüyü örseleyip koparmaya devam eder. Kendi kendisiyle ve hayatını üzerine kurduğu olgu ve inanç zeminiyle acılı bir hesaplaşma demektir bu... Ölüm oruçları bağlamında Türkiye toplumu, sonunda ne denli sıradan basit olduğu anlaşılan hakları “taviz olur” diyerek vermemekte direten bir devletin bu gayrı insanî vasfıyla ilk kez bu denli alenî ve herkesi ilgilendiren bir zeminde karşılaştı... Ölüm orucu eylemi belki terörist sıfatını en kolay verebileceği kişinin bu etiketinin gerisinde yine de insan olduğu basit gerçeğini hatırlattı herkese...
Sayı 88, Ağustos 1996
Türkiye’de şu son yıllarda patlak veren hemen tüm mafya, milliyetçi mafya skandallarında... ikinci, üçüncü derecede mafya elemanlarının bile... sık sık “devlet için görevler, hizmetler” yaptıklarını söylediklerine... tanık olduk. Devlet-milliyetçi mafya ilişkilerindeki sınır çizgisinin... bir ara Çankaya zirvesine kadar tırmanmış olduğunu biliyorduk... son Kıbrıs olayları mütemmim cüzü mafya olan milliyetçiliğin... devletler arası ilişkilerin nazik alanına fiilen sokulması gibi bir “aşama”nın da nihayet gerçekleştiğini gösterdi... hem Kıbrıs Rum ve Yunanistan devleti hem de Türk devleti... kendi milliyetçilerinin bir sınır hattında kapışmalarına göz yumdular ise, bu olay her iki tarafta da devletlerin bildik devlet olma vasıflarını çok ciddi ölçülerde kaybettikleri anlamına gelir...
Sayı 89, Eylül 1996
Merkez sağ ve sol muhalefet partileri ile “devletteki -örtülü- iktidara” sahip... güçler yeni ortaklarının bu hesabını sessizce seyretmeyeceklerdi. 1996 Ağustos’undaki Askerî Şura’da generaller belki de beklemedikleri kadar uysal bir Erbakan’la karşılaşmışlardı. Onun ordudaki “şeriatçı subaylar”ın tasfiyesi kararı gibi hayli acı bir ilacı bile sızlanmadan içtiğini görmüş, yani “laiklik tehlikede” diyebilecekleri sözü edilir bir bahane bulamamışlardı. Ama buna rağmen Eylül ayında Genelkurmay destekli devlet televizyonu programları hazırlatılıp, “istek üzerine” yeniden yayımlatılarak ve bizzat Genelkurmay Başkanı’nın “şeriat tehlikesi” temalı mülakatlar vermesiyle... bir kampanya başlatılmıştı. Önce “büyük medya”nın sözcülüğünü yaptığı ordu destekli bu kampanya Eylül ortalarında “darbe ihtimali”nden açık açık söz edilmesiyle zirveye vardı. Bu noktadan itibaren muhalefet partilerinin de harekete geçtiği görüldü. Galiba ekonomik düzenin yerleşik egemenleri olan, ülkenin en güçlü ve eski holdinglerinin de desteği alınmıştı. DYP ve Çiller’i çoktan gözden çıkarmış olan bu çevreler, hükümetin “kaynak paket”lerinden birinde... yerli otomotiv endüstrisine “darbe” niteliğinde kararlar almasını “yeter”li işaret saymış olmalıdırlar. Aralarında epey sayıda “RP’ye yakın” olanların da yer aldığı son 10-15 yılın yükselen, yeni holdingleri, genel ifadeyle dinamik “taşra”lı işadamlarınca hükümetin “yabancı otomobil ithalatını kolaylaştırma” kararları desteklenmişti... yerleşik metropol holdinglerince bu karar ve bu destek, hegemonyalarına karşı bir “sınıf mücadelesi” başlatmak gibi yorumlanmış olmalıdır.
Eğer Türkiye’nin Müslüman halkı, kendi tarihî ve kültürel mirasında yoğurarak şekillendirdiği İslâmî hayat tarzının en olgun halini kendine örnek alırsa, bu özgüvene erişmeyi kendine hedef alırsa, bir Yunus’u, Bedreddin’i ve Mevlana’yı yetiştirip beslemiş bu topraklarda, değil Taleban bağnazlığı, mevcut laiklerimizinkinden çok daha laik bir kamusal hayatın başlıca kurucularından biri olabilecektir...
Refah-Yol hükümeti gensoruyu atlatsa da şimdiden verdiği her an çökebilirmiş izlenimiyle altı ay dahi dayanması pek şüphelidir. Siyasal ve iktisadî düzenimizin merkezini tutanların istediği ANAP-DYP artıkları veya artık hale gelmiş DYP-bir merkez sol parti koalisyonu gerçekleşse bile bununla da uzun süre yol alınamayacaktır. Öne alınmış bir genel seçime bu kör topal gidişle varılsa dahi, bir seçimin istenen o “istikrarlı hükümeti” vereceği de pek kuşkuludur...
Sayı 90, Ekim 1996
Abdullah Çatlı, kendisini herhangi bir güvenlik gücünün yakalamayacağından o kadar emin olmalıdır ki; sahte kimlik ve adreslerini bile değiştirme gereğini duymamıştır. Şüphesiz kendisini deşifre eden o raporun MİT içindeki bir ekip tarafından hazırlandığını, kamuoyuna iletildiğini ve bu ekibin sürekli gözetiminde olduğunu biliyordu. Ama bildiği bir başka şey daha vardı: Kendisinin dahil olduğu “üçgen” ile o ekibin arasındaki “mücadele”de mevcut yasaların işletilmesi söz konusu değildi. Polise yakalattırmak, yargı önüne çıkarmak gibi yasal araçlara müracaat edilmeyen bir “mücadele” zemininde sürüyordu bu iş. Anlaşıldığı kadarıyla birinde polisin, ötekinde MİT’in yer aldığı üçgenler arasında değildi mücadele. Bir kısım polis şefleri ile bazı MİT bölümlerinin bir siyasetçi kadrosu ve mafyalar topluluğu ile kurduğu bir üçgenin, benzer bileşimli bir üçgenle, yer yer kanlı hesaplaşmalarla, geçici uzlaşmalarla ve taraf değiştirmelerle sürdürdüğü bir mücadele söz konusuydu... Malûm, üçgenin -korucu derebeylerini de katarsak dörtgenin- telaffuz edilmeyen, ama olmazsa olmaz bir bileşeni daha vardır. Tüm büyük sermaye değilse bile, özelleştirme vurgunlarının, devlet bankaları soygunlarının, büyük kredi yolsuzluklarının, anaforlarıyla dönen mevcut “iktisadî düzen”imizin bu “nimet”leri ile işlerini çeviren sermaye gruplarının bu üçgenlerin dışında kalması, “eşyanın tabiatına” şüphesiz aykırıdır...
Eğer RP yönetimi, taşıdığı “İslâmî” etikete ve bu sıfatla kullanageldikleri dürüstlük, temizlik çağrıştıran imaja uygun tavır alacak olsaydı, bu her yanı irinli olaydan duyduğu tiksintiyi dile getirmekten çekinmezdi. Ama RP partidir, yani bu İslâmî etiketinden ziyade siyasetin özel mantığı, güç hesaplarının reel politik yaklaşımı egemendir ona... saf Müslüman Refahlı seçmen kitlesi ortalığa yayılan pis koku karşısında RP’li iktidar sahiplerinin yüzünde bir tiksinti ifadesi görmek isterse de... sadece hesaplı bir donukluk görecektir.
DYP kurmayları, Ağar’ın “ben kendimi savunurum” üslûbu ve güveniyle bakanlıktan çekilmesinin DYP ile “polis partisi” arasındaki ittifakın sona erişi olacağından endişelidirler. Yalım Erez’in, Özer Çiller’in de Ağar’a istifasını geri aldırmaktan yana olduğunu, uğraştıklarını, ama Çiller’in böyle yapmayıp en sadık bendesini İçişlerine bakan atamasını kaygıyla karşıladıklarını söylemesi, bunu yansıtmaktadır. Erez’in söyledikleri DYP’nin tepesinde, artık vitrin değeri bile kalmamış birinin canını (malını) kurtarma telâşının başgösterdiği anlamında da yorumlanabilir. Eğer bu doğruysa aralarındaki iplikler zaten dökülen DYP kadroları içinde ilginç savrulmalar, hızlı bir yaprak dökümü eli kulağında demektir...
Sayı 91, Kasım 1996
Deneylerimizle bilmekteyiz ki; eğer büyük medya bu olayın üzerine gittiyse kendi sorumluluk, görev bilincinden ve gücüne güvendiğinden ziyade, “iktidar bloku”ndan, en azından onun ağırlıklı kesiminden ciddi bir destek “teşvik”, gördüğünden dolayıdır... eskilerin tabiriyle “pislik kemâle ermiştir” ve birileri bu pislikten devleti zarar görmeden çıkarmak istemektedirler. Bu söylendiği kadar kolay olmayan, çok büyük bir titizlik ve gayret gerektiren, hayli riskli bir operasyon olmalıdır. Anlaşıldığı kadarıyla bu operasyona karar verenler, her ne kadar “temiz”lik, “dürüstlük”, “hukuk devleti” gibi değer ve kavramları bolca kullanmanın gereğine vakıf iseler de, gerçekte tam bir temizlik, dürüstlük ve hukuk devleti istemedikleri için, daha doğrusu bunların ışığında gidilebilecek yere kadar gidilmesi kendilerine de “dokunduğu için”, “devlet zarar görmesin” çizgisini aşmayacak bir “temizlikçi” adayı veya kadrosu ile işbirliğine girmişlerdir. Bu kadronun önceden tesbit edilmiş, “ayarlanmış” iki unsuru büyük medya ve ANAP’tır...
Sayı 92, Aralık 1996
Öyle ki, medyanın ve dolayısıyla ülkenin “gündemi” Fadime vakasının zengin malzeme ve çağrıştırmalarla yüklü oluşundan da hız alarak tarikat-dergâh sorununu hızla zirveye çıkaracak biçimde değiştirilirken, RP’li Adalet Bakanı’nın âdetâ, “aman dikkatinizi başka yere -meselâ ‘Susurluk vakası’na- çevirmeyin” dercesine konuşması bile, “dur bakalım” dedirtmedi... Şevket Kazan ve partisi, genel dinî harekette kendileri için de “tehlike” sayılan eğilimleri hizaya getirmeye, bastırmaya hizmet edecek medyatik kampanyadan hiç rahatsız değillerdir. Aksine bunun Fadime vakası gibi gayet elverişli çağrıştırmalarla yüklü bir zeminde yapılıyor olmasını bulunmaz bir nimet sayıyorlar...
Fadime’nin, tüm diplomalarına, yüksek okullu kimliğine, bilgisayar gibi ince bir meslek edinimi yolunda oluşuna rağmen “Müslüman erkeğin” ortalama tipinden daha rafine sayılabilecek kişiler tarafından nasıl yalnızca “dişi-kadın” olarak muamele gördüğü, dişi bir mal gibi “devredildiği” acı bir biçimde görüldü. Sonradan yapılan ifşaatlar bunun tekil bir olay olmadığını inkâr edilmez biçimde gösterdi. Ancak bu tür olayların miktarı değil, yaşanan bu özel konjonktürde, yeni Müslüman kadın tipinin tam gelişme çağında taşıdığı büyük sembolik anlamdır önemli olan. Özel olarak bu kadın hareketine ergenlik çağında yaşanan bir şok olarak etki yapması kaçınılmaz gözükmektedir.
Sayı 93/94, Ocak-Şubat ’97
RP’nin... Çiller’in aklanması ve Susurluk olayındaki tavrı, İslâmiyetin ahlâkî bir güvence, sağlamlık... veremediğinin bir kez daha tescil edilmesi anlamına da gelmektedir. RP tabanı ve çevresindeki dinî hareket... RP’nin tavrına hak vermiştir. Onun iktidardaki parti olarak gösterdiği gerekçeler ya da RP’nin şahsında kendilerinin iktidarda olduğunu dikkate alarak düşünmeleri... vicdanî ve ahlâkî kaygılarını bastırmalarına yetmiştir. Bu, iktidar mantığının, dinin moral ve ahlâkî vasfına üstün olduğunu kabul etmek demektir...
Türkiye’deki laiklik, “çağdaş” denilen hayat tarzının dinî denilen hayat tarzları karşısında açık imtiyazlılığını, ötekine üstün ve onu aşağı konumda sayma hakkını veren bir anlayış ve uygulamalar serisinin adıdır. Böyle bir uygulamayı, kendisi de o “çağdaş” denilen hayat tarzı içinde yaşıyor olsa da, hiçbir demokratın -güya lehine diye- desteklemesine, hele savunmasına imkân yoktur... Mevcut durumu “Cumhuriyet kanunlarını uygulayarak” korumayı düşleyen “laikler” de, RP merkezinin temsil ettiği eğilim de gerçekten laik bir devleti istiyor değillerdir...
Sayı 95, Mart 1997
Ecevit... DSP’yi “parti içi demokrasi”nin işlediği bir yapı haline getirmesi için istenen tavizleri vermediği takdirde tüm DSP milletvekilleri ve örgüt yöneticileri istifa etse dahi, oy veren seçmenler olarak DSP’lilerin “miktarı”ndan sözü edilir bir eksilme dahi olmaz. Belki 1995’teki oy oranı geriler, ama bu “parti”ye oy veren kitlenin asıl kısmını oluşturan “Ecevitçiler”, Ecevit karizmasının yörüngesindeki yine yüzde 10 civarında bir topluluk olarak kalırlar... DSP’ye bir parti demek bile zordur... DSP’ye yasal zorunluluklar nedeniyle şeklen bir parti görünümü verilmiştir... bir şahsın kişiliğine bağlanma yoluyla teşekkül etmiş bir tarikati andıran özgün oluşumun, sırf bu... görünümünden ve “sol”dan ziyade popülizmi yansıtan siyasî lafızlarından dolayı... “parti içi demokrasi” gibi ölçütlere tâbi tutularak değerlendirilmesinde ısrar edilmesi gariptir. Daha da garip olan... bu nevi şahsına münhasır oluşumun başından beri “sol”da, “demokratik sol hareket platformunda ele alınmasındaki ısrardır. DSP olmadığı bir şey olmadığı için eleştirilmekte... olmadığı şeymişcesine ele alınmaya, öyle muamele görmeye devam etmektedir...
Sayı 96, Nisan 1997
Daha Şubat sonundaki ilk “tarihî MGK toplantısı”ndan itibaren Refahyol hükümetinin fazla sürmeyeceği, “gidici” olduğu belli olmuştu. Ardından yapılan her MGK toplantısında bir çivisi daha yerinden çıkan, giderek dökülen bu hükümet... fiilen bitmiştir. Ama resmen bitiş noktasına bir türlü gelinemiyor. Çünkü bu hükümetin bitiş tarzı, bitiş noktasında -sadece ortak partilerin değil, tümünün- aldığı pozisyonlar, yani normalde herhangi bir hükümetin sona erişinde detay sayılabilecek olgular âdetâ “kader belirleyici” bir öneme bürünüverdi...
sözünü ettiğimiz o kritik oyun sonu satrancının son hamlesi için verilen sürenin dolmasını ifade ediyor. En geç bu tarihte tarafların “Refahyol sonrası”na siyaset zemininin neresinden başlayacaklarını belirleyecek son durum ortaya çıkmış olacaktır.
Ordunun tehdit gücünü olabildiğince göstererek katıldığı, yoğun büyük medya destekli saldırı/kampanya, aslında yerleşik... geleneksel merkez sağın daha da zayıflamasını önlemek için düzenlenen bir “operasyon”dur. Kuşkusuz bu kampanyanın etkili olması oranında, siyasal düzenimizde zaten özerk bir siyasal güç -ve ayrıca daimi iktidar ortağı- olan ordunun konumu daha da pekişmiş, daha da süreklilik, kalıcılık sağlamış olacaktır. Yapılan bütün tantanaya rağmen RP’nin tamamen dışlanması, merkezden tamamen uzaklaştırılması da amaçlanmamaktadır. “Düzen”, RP’ye merkezde “belli” bir yer, bir pay vermeye hazırdır ve aslında mecburdur da buna. RP’nin o payının olabildiği kadar küçük olmasına çalışılmakta, RP ise bu ilk paylaşımda en azla yetinmek istememektedir.
nüfuzu da artacak. Özerkliğini sürdüren gruplar ve “reisler”, seçim veya bir siyasal kriz durumunda ayrı baş çekmeye yahut transfere açık olacaklar...
Sayı 97, Mayıs 1997
Hükümet, “Mayıs sendromu”nu atlattı ve kendini Eylül ayına kadar zaman kazanmış sayıyor şimdi. RP’ye kalsa gerçekten kazanılmış bir zaman sayılabilirdi bu, ama vaziyeti kuşkulu kılan DYP. Gerçi görünüşte DYP, Başbakanlığın Çiller’e devredilmesi şartıyla hükümetin Eylül’den de öteye, meselâ Kasım ya da 1998 Mart’ında yapılabilecek bir erken seçime kadar sürebileceği teklifini getirip, RP’ye de bunu yarı yarıya kabul ettirerek inisiyatifi ele almış gözükmekle birlikte; daha ince bir analiz dizginlerin artık tümüyle RP’nin eline geçmiş olduğunu gösteriyor. Mayıs sendromu atlatıldıktan sonra, DYP ister hükümetten çekilsin, ister istediği tarihte bir DYP-RP hükümetiyle erken seçime girsin, doğrudan ya da dolaylı biçimde RP’nin belirlediği bir kulvarda yürüyecek artık. Bu, orta vadede DYP’yi RP içinde veya çevresinde erimeye mahkûm edecek bir yoldur. DYP’nin orta boy bir parti olarak ayakta kalmasını sağlayacağı yine de şüpheli olmakla birlikte, onun bu yola girmesini engelleyebilecek iki ihtimal vardır. Biri... Tansu Çiller ve ekibinin istifa etmesi ya da ettirilmesi, öteki ise -bu sonucu da vermek üzere- Eylül, Ekim aylarında bir “sınırlı askerî darbe”nin olması... Her iki durumda da şu açıktır ki; Mayıs’tan beri Türkiye siyaset sahnesinin kurtlar sofrasının ortasında DYP bulunmaktadır. Ama aktör olarak değil, nesne ve herhalde “yemek” olarak...
Kimse “demokrasiyi bayrak edinmek RP’ye mi kalmış?” demesin... RP’nin 1946 DP’sinin o ünlü “söz milletindir” sloganıyla bu “cephe”yi inşâya hazırlanması ve adını da “demokrasi cephe”si koymayı düşünmesi hiç de basite alınacak bir girişim değildir. RP’nin, siyasal bilincine hitap ettiği milliyetçi, muhafazakâr ve dindar kesimlerin zihninde “demokrasi” her zaman “demokratik haklar” boyutu gayet silik, seçim, partiler ve sivil yönetimden ibaret bir kavram olagelmiştir. Hukuk ve temel haklar nosyonu, duyarlılığı zayıf, işlerine gelen yasaya hukuk diyebilen, başkalarının daha fazla kullandığını düşündükleri “hak”ları haktan saymamaya teşne bu kesim, kendisinin oy vermediği partileri de “gayrımeşrû” saymaya hazırdır...
Eğer RP erken bir seçim arefesinde... orduyla... itişmiş, ama yeni geri adımlar atmadan... direnebilmiş bir parti imajını verecek durumda olursa... şu ana kadar DYP’yi desteklemiş milliyetçi-muhafazakâr kesim ve odakların çoğu RP saflarında yeralacaklardır. DYP’nin dağılmasına, parçalarının ANAP veya MHP’nin çekim alanlarına girmesine yolaçacak... böyle bir gelişme, ANAP’ı da bir hayli zorlayacaktır. Bu partinin... kimliğini -i-majını demek daha doğru olacak galiba- yeni baştan düzenlemesi... gerekecektir. Tabanında ve yönetiminde önemli ölçüde bir milliyetçi-muhafazakâr kesim barındıran ANAP, RP’nin seçim ortamına egemen kılmaya çalışacağı muhafazakâr/sivil “cephe” ile solcu/monden/asker “cephe”si geriliminin ortasında kalabilecektir. Böyle bir cepheleşmede taraf olmak istemeyenlerin kabarık sayıda olacağı, dolayısıyla ANAP’ın hayli yüksek bir oy yüzdesi tutturabileceği tahmin edilebilir...
Bu dergide birçok defa... ortaya konduğu üzre; Türkiye’de “politik sınıf”ın, ordu da dahil politik güçlerin -bir ölçüde RP hariç- tümü, gerçekte kaygan bir zemin üzerinde “oynamaktadırlar.” Çözülmüş ve gitgide kuralsızlaşan bir ortamda, ardarda yaşanmış umut kırıklıklarının ve yüzyılı aşkındır pençesinde kıvranılan kendine güvensizliğin büzdüğü toplumsal hayalgücü ve cesaretsizlik, kudret sahipleri tarafından empoze edilen gündemlerin dışına çıkaracak inisiyatiflere... hayat hakkı... tanımıyor... empoze edilmiş gündemlere teslim olmamak, bu fasit daireyi kırmak amacıyla yola çıkanlar, bir süre sonra “gündem”in içinden konuşmak, orada taraf olmaktan başka çare göremez hale geliyorlar.
Sayı 98, Haziran 1997
27 Şubat’taki o ünlü MGK toplantısından sonra kamuoyunun bir darbe beklentisine kapıldığı günlerde, bir süre gelişmelerin seyrini izledikten sonra, bildik biçimiyle bir darbenin beklenmemesi gerektiğini ve ardından da darbenin zaten gerçekleşmiş veya gerçekleşmekte olduğunu belirtmiştik. Postmodern zamanlara uygun bir darbe biçimiydi bu...
Bu itiraz sahipleri, yaşadığımız postmodern darbenin “laikliği kurtarmak”, “irtica tehlikesini yok etmek” vb. gerekçelerle yapılmış olduğuna inanmayı hâlâ sürdürenlerdir. Oysa bunlar, -bu dergide başından beri vurguladığımız üzre- asıl yapılmak istenen şeye bulunan bahaneler, giydirilen “ideolojik” kılıflardı... darbeyi gerçekleştiren ordu istediğini büyük ölçüde almış, temin etmiş sayılmalıdır...
Sayı 99, Temmuz 1997