Sabri'nin Penceresi...

Şehrimizin yegâne gazete satıcısının adı Sabri’ydi. Küçücük kulübesi, iki dükkân arasında –hani küçük yerlerde, kazma sapından elektrikli ev aletlerine kadar her şey satan dükkanlar var ya o dükkanlardan –sıkışıp kalmıştı. Camekanında o ayın, haftanın dergileri, gazete bayilerinde satılan kitaplar vardı. Camın önüne üç sıra ip germiş, dergi ve kitapları, kapakları dışardan görülebilecek şekilde, çamaşır asar gibi mandalla tutuşturup ipe asmıştı. Bazı dergiler sanki yıllardır orada asılıymış gibi eskimiş, bazıları ise çok sık değişiyordu. Hayat mecmuası, Pazar dergisi, Teksas-Tommiks’ler, adı hiç aklımdan çıkmayan bir kitap, Meksika’yı Yıkmak İçin Sovyet Planı... –Bu kitap yıllarca orada durdu ve her gidişimde adını hep “Meksika’yı yıkamak için” için diye okudum; o zamanlar Meksika’yı “yıkanacak” bir şey zannediyorum galiba.– Yine bir başka kitap, Ebu Müslimin-i Horasani ve Nasrı Sayad Savaşı, bulmaca kitapları...

Sabri’nin iki dükkan arasında sıkışıp havasızlıktan can çekişen küçücük kulübesi bizimle, yıllar sonra adına “bir kısım medya” diyecekleri yazılı basın arasında köprü kuran, bizi bambaşka bir dünya ile buluşturan, günler sonra bile olsa haber almamızı sağlayan yegâne yerdi. Dünyaya açılan tek kapımızdı. O kapıdan haberler geliyordu bize, o kapıdan görebiliyorduk başka dünyaları...

Ve Birikim dergisi şehrimize ilk bu kapıdan girdi içeri. Mandalla tutuşturmuştu Sabri onu penceresinin önüne; camekanda asılı duruyordu.

O tarihlerde şehrimizde “Birikimci” yoktu. Dolayısıyla Birikim’i satacak eleman yoktu; bırakın satacak, satın alacak örgüt mensubuna da rastlanmıyordu. Bu Birikim’in örgüt olmamasından mıydı, Birikimcilerin adam tavlamak için özel bir çaba sarfetmemelerinden miydi neydi bilmiyorum, ama bir şey Sabri’yi dürtmüş ve günün birinde şehrimize Birikim’i getirmişti.

Sabri, Birikim’i şehrimize getirdiğinde, Birikim sanırım iki yaşındaydı. Ve biz iki yıl sonra farkına varmıştık onun. Şehrimize her şey geç geliyordu. Örneğin o dönemde pek revaçta olan İspanyol paça şehrimize geldiğinde, başka yerlerde çoktan dar paçaya geçmişlerdi bile. Bizim orası çok uzaktı.

Birikim o ana kadar okuduğumuz sol fraksiyon dergilerine pek benzemiyordu. Bir kere yazıları çok uzundu ve fazlasıyla “teorik”ti. Hemen hemen her konuda yazılar vardı bu “tuhaf” dergide. O tarihlerde solun gündeminde olan hemen hemen her konuya ait “teorik” bir yazı vardı ve bu yazılarda farklı bir bakış açısı sunuluyordu. Klişeler yoktu bu yazılarda ve tartışılan meseleler üzerinde belli ki müellifler uzun uzun düşünmüşlerdi.

O küçük ilde, o yıllarda yeni yeni öğrenmeye başladığımız “sosyalizm”, “devrim”, “ulusal sorun”, “sömürgecilik tezi” gibi kavramların bol kepçe kullanıldığı, her tartışmada “ustalardan alıntıların” yapıldığı, sıkışınca kendi örgütünün çıkardığı, çoğunlukla kötü bir kâğıda özensiz bir yazı karakteriyle dizilmiş yazıların yer aldığı dergilerin referans olarak tartışma masalarına sürüldüğü bir dönemde, belki de o zamana kadar anlamlarını net olarak bilmediğimiz, ama okudukça aklımızda kalan birkaç cümlenin bile “kafa açtığı” bir teorik dergi olan Birikim’in şehrimizde çok müşterisi olmaması doğaldı.

Çünkü “önceliklerimiz” farklıydı. Birikim’in tartışmaya açtığı sorunlar daha çok “elzem” kabul edilmeyen, devrim sürecine kısa vadede bir katkı yapmayacak, belki uzun vadede üzerinde düşünülmesi, tartışılması gereken meselelerdi. O adamlar o dergide sadece “teorisyenlik” yapıyorlardı ve bizim “teorisyenlik” yapmaya hiç vaktimiz yoktu. Devrim kapıdan baktırıyordu, dergi kitap yaktırıyordu; teoriye zaman yoktu, hele hele bazı şeyleri “biriktirmeye” hiç vaktimiz yoktu.

Küçük şehrimizdeki Kürt devrimcilerinin birinci gündem maddesini “sömürgecilik tezi” oluşturuyordu. Yaşadıkları coğrafyayı, egemen bir devletin sömürgesi olarak görüyor, dolayısıyla onun kurtuluşu için de “ayrı örgütlenip örgütlenmeme” gibi bir sorun, tartışmaların odak noktasını oluşturuyordu. “Ayrı veya birlikte örgütlenme” tartışması beraberinde henüz ayrıntılı analizi hiçbiri tarafından yapılmamış, bu konudaki bilgileri Stalin’in yazdığı birkaç yazıdan alan, dolayısıyla derinlikten yoksun, sığ bir “ezen ulus, ezilen ulus milliyetçiliği” formülü etrafında uzayıp gidiyordu. Bu kavramlara bir de “şovenizm” ve “sosyal şovenizm” gibileri eklenip üstüne, “asimilasyon”, “jenosit” gibi soslar döküldü mü karşımıza hiçbirimizin içinden kolay kolay çıkamayacağı muazzam bir “kavram kargaşası çıkıyordu.

İdeolojik-politik siyasetlerin görüşlerini “geniş kitlelere benimsetme amacıyla” çıkan dergiler, bu kaotik ortam içinde, sözü edilen kavramları açıklamak veya yine başlı başına bir sorun olan “ülkemizin sosyo-ekonomik yapısını” (bazıları ülkemiz kapitalizme geçmiş, bazıları ise hayır henüz geçmedi, yarı feodal bir düzen hüküm sürmektedir diyordu) tahlil etmek yerine, daha hayatî mevzulara el atıyorlardı. Dönemin en popüler tartışma konularından biri olan, o dönemde Sovyetler Birliği’nde yaşanan sürecin “halkın devleti” olup olmadığı tartışması, sözünü ettiğimiz dergilerin en çok ilgilendiği konulardan biriydi. Genel sorunlar, birkaç tezle halledilmiş, genelden özele inilmişti. Bu genellemelere göre, “sömürgecilik” üzerine tartışılacak çok fazla şey yoktu. Bu konuda herkes hemfikirdi. Bir tek halledilmeyen şeylerden biri, hâlâ devam eden “örgütlenme” tartışmasıydı. Bu tartışma da fikri platformdan çok, silahlı platformda sürüyordu.

Kürt devrimcileri cenahında bütün bu karmaşa sürerken, aslında büyük kentlerdeki sol siyasal örgütler arasında süren tartışma da bundan farklı değildi. Aynı kaotik ortam oralarda da sürüyordu. Herkesin gelecek tasavvuru neredeyse farklıydı, herkes sömürüsüz bir dünya özlerken, o dünyanın nasıl kurulacağı konusunda bir türlü anlaşamıyordu.

İşte bana göre Birikim tam da bu noktada farklılaşıyordu. Birikim’in de bir gelecek tasavvuru vardı. Hayal ettiği geleceğin fikrî temelini bugünden oluşturma derdine düşmüştü dergi. Kuracağı toplumun temellerini teorik bir zemin üstüne oturtmaya çalışıyordu. Dolayısıyla gelecek projesi uzun soluklu bir projeydi. Ha deyince olmayan, kurmak için çaba gerektiren, insan yaratıcılığının, zekâsının ürünü olabilecek, taşların yerli yerine oturduğu, herkesin başkasının hayat alanına müdahale etmediği, uçların asgari ortaklıklarda buluştuğu bir gelecek... Bu proje ideolojik bir proje olmaktan çok, “kültürel” bir projeydi sanki. Onun için derginin alt başlığı “sosyalist dergi” değil de, “sosyalist kültür dergisi” olarak belirlenmişti. Yukarıda kısaca sözünü ettiğim kaotik ortamın bir nedeni de “adam gibi” tartışma “kültürü”nün eksikliği olsa gerek...

O dönemde sol siyasal örgütler, (Türk-Kürt fark etmez) yeni bir toplum projesini önerirken, o kadar çok şey ıskalıyorlardı ki... Tasarlanan projede sanki insandan başka her şeye yer vardı. Bir tek insana ait şeyler eksikti. Şiir eksikti örneğin, aşk eksikti, felsefe eksikti, edebiyat eksikti, teknolojik yenilikler, dünyadaki değişimler, sanat eksikti. Sol dergilerdeki şiirler illa da kavgayı anlatmalı, içinde kırmızı bayraklar, al kanlar geçmeliydi. Romanlar illa da köyleri anlatmalı, öğretmenlerin direnişini, köylülerin ağalara başkaldırmasını anlatmalıydı. Öyküler mücadelemizi esas almalı, aşklar gelecek mevsimlere, devrimden sonraya ertelenmeliydi. Kimse bir kıyı kasabasında biraz tatil yapmayı düşünmüyor, herkes aşklarını gizli örgüt evlerinde kafasına yorganı çektikten sonra düşünüyordu. Dergilere yansıyan ürünler sadece kavgayı anlatmalı, direniş ruhunu şahlandırmalıydı.

Birikim’in beş kurucu üyesinden biri şair Can Yücel, biri sinemacı Onat Kutlar’dı. Can Yücel’in ilk şiirine bu dergide rastladım, Murathan Mungan’ın ilk şiirini bu dergide okudum. Sabri bu dergiyle tanışmama vesile oldu, bu dergi de hayatıma iki şair soktu.

Zamanla Türkiye’de her şey değişti, evrim geçirdi, Birikim de, ama dergilerin içinde “sözünün eri” bir tek o kaldı bugüne. O zaman ne dediyse, şimdi de anı şeyleri söylüyor. Araya giren 9 yıllık zorunlu bir kesintiden sonra, 1989 yılında yeniden yayın hayatına başladığında, neredeyse mizanpajını bile değiştirmedi, o zaman hangi kâğıdı kullandıysa ondan bile vazgeçmedi. Bir tek bazı yazarları vazgeçtiler ondan, o ise vazgeçenlerin yerine daha hınzır, daha cevval, daha velut yazarlar buldu.

Biz büyüdükçe, yaşlandıkça Birikim de bizimle birlikte büyüdü, yaşlandı ve şimdi 100. sayıya ulaştı. En son doğduğum şehre gittiğimde, ilk gazete, dergi, kitap satın aldığım gazete satıcısı Sabri’nin dükkanına baktım. Çoktan kapanmış. Yerinde şimdi bir parfümeri dükkanı var. Sabri şimdi nerede, ne yapıyor bilmiyorum, ama Birikim hep aynı yerde kaldı.

Onu ilk satın aldığım Sabri’nin camekânında asılıyken durduğu yerde...