Birikim

Günümüzde bir şeyleri biriktirebilmek ne kadar olanaklı?

Hele söz konusu olan bilgiyse?

Babam “Siz siz olun çocuklar” derdi. “Zamanla geçerliliğini yitiren bilgileri biriktirmeyin. Yıllarca mahkemelerde bilirkişilik yaptım. Bir sürü kanunu ezbere bilirim. Ama onların hepsi şimdi değişti. Yeni çıkanları da ben bilmiyorum.” Bugün onu daha çok anlıyorum. Geçenlerde bir arkadaş partisine katıldım.

Partide çok yakın zamana kadar bir bilgisayar dehası olarak bildiğim bir arkadaşımla karşılaştım. Hiçbirimizin evinde bilgisayar yokken o, bu işlere başlamış, yıllarca uğraşarak evine son derece gelişmiş bir bilgisayar sistemi kurmuştu. Parti veren arkadaşım ise, on altı yaşındaki oğluna ikibinbeşyüz dolara yeni bir bilgisayar almıştı. Oğlanın makinasını kurcalarken bilgisayar dehası olan arkadaşım bağırdı “Vay bee, süper. Ben de mutlaka para biriktirip bunlardan almalıyım.”

Şaşırmıştım.

“Sendeki sistemin daha gelişmiş bir sistem olduğunu sanıyordum” dedim.

“Yok canım nerde benimkisi 75 megahertz, bu ise 200 megahertz.”

“Nasıl olur? Senin makinan onbin dolara malolmuş bir makina değil mi?”

“Sorma” dedi, “Ben aldığımda 75 megahertz büyük hızdı. Makinaya beşbin dolar saydım. Üzerine yaptığım eklemelerle makina bana yedibin dolara maloldu. Ama şimdi satsam en fazla beşyüz dolar eder.”

Biraz konuşunca kullandığı programların da eski kaldığını artık yeni işlemcilerin o programları okumadığını anladım. Neredeyse, on altı yaşındaki oğlan bizim kırk yaşındaki bilgisayar dehasından daha iyi bir bilgisayarcı sayılabilirdi. Bir kere daha iyi bir makinaya sahipti ve yeni programları kullanmasını çok daha iyi biliyordu.

Arkadaşım makinasıyla birlikte yaşlanmıştı.

“Ben dinozorum” dedi iç geçirerek. Konu politik bir konu olmadığı için de sesinde dinozor olmayı sanki özellikle seçmiş gibi duran insanlarınkine has bir gurur tınısı yoktu. “Hem de pahalı bir dinozor. Ama piyasa değerim sıfır.” Partiye katılanlardan birisi atıldı. “Bilgiye yatırım yapmayacaksın arkadaş. Bilgiler zamanlar değer kaybediyor. Ben hep arsa aldım. O hiç beni yanıltmamıştır. Arsa hep değer kazanır.”

Bir diğeri:

“Artık eskisi gibi yenilikler kırk yılda bir olmuyor ki. Bir şeyin ömrü en fazla iki yıl.”

Gerçekten de artık yenilikler arasındaki süre kısalmıştı. Bu da her şeyin hızlı bir şekilde eskimesi demekti. Gerçekten de her şey eskiyordu. Çamaşır makinaları, buzdolapları, film makinaları her şey, her şey süratle eskiyordu. Yeni olmak ise en yüce değerdi.

Birinin ipini çekmek istiyorsan onun için “amaan o eskidi” demen yeterliydi. İnsanlar kendilerini yeni göstermenin stresiyle hayatlarını heba edip duruyorlardı. Bıyıklar kesiliyor, keçi sakallar bırakılıyor, çerçevesiz gözlükler takılıyor, gittikçe küçülen cep telefonları almak için adeta yarış ediliyordu.

Olduğunuz yerde direndiğiniz zaman ise, kullandığınız aletlerle birlikte yaşlanıyordunuz. Birdenbire iletişim dışında kalıyor, tıpkı bazı ilkel kabilelerdeki yaşlanınca sosyal ortamdan uzaklaştırılan yaşlılar gibi yalnızlığa terk ediliyordunuz.

Her şey o kadar hızlı bir şekilde eskiyordu ki “yaşayan dinozorların” yaşı bile çok kısa bir süre içinde 60-70’den 30 yaşlarına düşmüştü.

“Yeni ortaçağda yaşıyoruz” dedi birisi, her gün kent meydanında birileri ipe çekiliyor. “ve hep beraber bu infazları seyretmeye gidiyoruz.”

Haklıydı. Fakat bu ipi çekilen şeyler sadece insanlar değil, düşünce biçimleri, ideolojiler, buzdolabı, araba modelleri, bilgisayar işlemcileri ve programları da olabiliyordu. Yeni gelen eskisini tarihin çöp tenekesine yollayıveriyordu.

“Ne” dedi diğeri: “Yeni Ortaçağda mı? Sen hâlâ o demode tezi mi savunuyorsun?”

Demek ki o tezin de ipi çekilmişti.

“Ne ortaçağı? Yeni ilkçağda yaşıyoruz” diye devam etti. “Baksana ortalık dinozordan geçilmiyor. Büyüler, tabular ve totemlerden oluşan bir dünyaya dönüştü dünya. Ortaçağda öbür dünyaya gönderilen bütün ruhlar tekrar dirildi ve dünyaya döndü. Cadılık ve büyücülük artık yasak değil.”

Gerçekten o da haklıydı. Bir gün gazetenin bir kenarında Motzart’ın aşklarıyla ilgili bir haberi okurken, diğer köşesinde Hülya Avşar’ın bir skandalını okuyabiliyorduk. Üstelik Motzart’ın görüntüsü, foto-shop programıyla günümüzdeki fotoğraflardan farksız hale getirilmişti. Abdülhamit’ten, Einstein’a kadar geçmişin bütün ünlüleri dirilmiş, sanki bugün yaşıyormuş gibi magazin sayfalarında boy göstermeye başlamıştı.

Geçenlerde okuduğum bir makale ise olayı bir başka yönden doğrular nitelikteydi. Motzart’ın aslında bu çağın müzisyeni olduğunu söylüyordu makalede:

“Kendi çağında onu dinleyenlerin genel dünya nüfusuna oranlarsak, Motzart’ı çok az insanın dinleyebildiğini anlayabiliriz. Oysa CD romlar, kaset çalarlar, radyo ve televizyon kanallarıyla dolu olan günümüzde Motzart’ı dinlememek neredeyse olanaksız hale geldi.”

Haklıydı. Eskinin starları yeni teknolojiler sayesinde günümüzün starları haline gelmişti. Ama tam tersi de doğruydu.

“Yeni ilkçağ” geçmiş dönemin birçok avangard insanlarını diriltip, dinozor kılığına sokmuştu.

Picasso filmi, Picasso’yu, Camille Cloudel filmi Rodin’i iktidardan indirmişti. Daha doğrusu dinozorlaştırmıştı. Devrimci ressam, büyük dahi Picasso aniden kadın düşmanı, muhteris birisi olup çıkıvermişti.

Tıpkı İenosco’nun “Gergedan” oyunundaki gergedanlar gibi, sokaklarda tanınmış dinozorlar ya da dinozorların ruhları dolaşıyordu. Hiç ummadığınız birisi aniden gergedan veya dinozor oluveriyordu. Sonra,

“Ne o da mı olmuş!” diye bir çığlık yükseliyordu.

Daha da ilginci, kendinizi aynı gün içinde Dinozor avcısı çağdaş bir insan, ya da bir dinozor olarak görebiliyordunuz. Kendilerini böyle ikide bir farklı kişiliklerde görmekten yorulanlar ise hep susuyorlardı. Belli konulara girmekten özellikle çekiniyorlar, yorum yapmaktan kaçınıp, “Bırak bunları da sen işler nasıl ondan bahset” gibi laflarla, hep pratik konuları tartışmaya çalışıyorlardı.

Partiye katılan arkadaşlardan biri çevre mühendisiydi.

“Herkes ve her şey süratle tarihin çöp tenekesine yollanıyor ama” dedi çevre mühendisi olan arkadaşım, “Tarihin bütün bu attıklarınızı barındıracak kadar büyük bir çöp tenekesi yok.”

Bir anda gözler ona çevrilmişti. Çöp tenekesinin ufak olması en azından içimizden birkaç tanesini dinozor olmaktan kurtarabilirdi.

“Düşünsenize” diye devam etti. “Yıllarca 1956 model Şevroleler İstanbul’da dolmuş olarak kullanıldı. 96’ya kadar. Kırk yıl falan. Oysa bilgisayarlar öyle mi? elinizdeki eski bilgisayarları herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesine kakalamanız neredeyse imkânsız. Bunları çöpe atmak zorundasınız, eğer çöplükte yer bulamıyorsanız bir gazete kampanyasıyla halka dağıtıp, geçici olarak, evleri çöplük olarak kullanarak bir süre durumu idare edebilirsiniz. Ama eninde sonunda bunlar için çöplüklerde yer açmak zorundasınız. O da çok zor. Çünkü, dünyadaki çöplükler kendini bilgisayar teknolojisi kadar çabuk yenilemiyor maalesef.”

Çevre mühendisi arkadaşın etrafında bir halka oluştu. Ona göre problem şuydu:

“Üzerindeki bilgi eskimediği zaman, kâğıdın korunması normaldir. Eskidiyse, ya da bir değer taşımıyorsa, kâğıdın korunmaması gerekir. Format’ın son teoremi çözülmemiş olduğu için teoremin yazılı olduğu defterin bugüne kadar gelebilmesi normal bir durumdur” dedi ve soğuk bir ifadeyle devam etti: “Müzeciliği bir çevre mühendisi olarak destekliyorum. Çöp tenekesinin yükünü azaltıyor.”

“Ama sanıldığının aksine kâğıdı veya herhangi bir başka şeyi çöpe atmak, korumaktan daha büyük bir problem oluşturur. Korumak her zaman için daha kolaydır. Ama çöpe atmak öyle mi? Çöpe atılan şeyler o kadar fazladır ki, onları barındıracak dev bir çöp tenekesi yapmak imkânsızdır.”

Arkadaşım konuşmasını sıkıcı bir şekilde sürdürdü.

“Artık farklı bir çağda yaşıyoruz. Bilgiler kâğıda yazılmıyor. Yani, bilginin orijinali yok. Böylelikle kâğıt denen beladan yavaş yavaş kurtuluyoruz. Ama hemen öyle sevinmeyin, kâğıdın ortadan kalkması çöp tenekesinin yükünü hafifletmiyor. Tam tersine, o da başımıza şöyle bir problem çıkarıyor. Bilgisayar içine yazdığınız bilgiler eskimeden bilgisayar eskimiş oluyor. Siz bilgilerinizi koruyabilmek için sürekli yatırım yapıp, yeni bir bilgisayar almak zorundasınız. Eğer iki bilgisayar arasında aşılması olanaksız bir sistem farkı varsa, eski bilgisayardaki eskimemiş bilgileriniz de maalesef eski bilgisayarla birlikte çöp tenekesini boyluyor. Çağımızın en büyük devrimi böylelikle gerçekleşiyor. Çöplüklerin elektronik çöplük haline dönüşmesi.”

Söyledikleri çok sıkıcıydı, çünkü aynı şey benim başıma gelmişti. Yazdığım yazıların önemli bir kısmı eski Amiga’mın hard diskinde mahsur kalmıştı. Onları bir türlü yeni Macintosh’uma aktarmayı becerememiştim.

Kitaplığımdaki birçok kitap içindeki bilgi için de aynı şey geçerliydi. Kendimi işletme sistemi değişmiş bir bilgisayar gibi görmeye başlamıştım. Ne olmuşsa olmuş, dünya değişmiş, hayata bakışımda bazı değişiklikler olmuştu. Oysa bilgiler aynı bilgilerdi. Ama eski bildiğim birçok şey beynimin yeni işlemcisi tarafından okunmuyordu. O yüzden kitaplığımdaki yüzlerce kitap bana işe yaramaz gibi görünüyordu. Onları yeni sisteme aktarmam yıllar alabilirdi.

Partiden çıktım. Bilgi biriktirmek korkunç bir şeydi.

“Sadece yaşadığım çağı anlayabilmek istiyorum” diye düşündüm.

İçimdeki ses “o da az şey mi?” dedi.