Türkiye solunun son otuz yılına ciddi biçimde eğilen herkes bir gerçekle karşılaşacaktır: Bu ülkenin solunda genel kabul gören, neredeyse tartışılmaz sayılan pek çok şey, genellikle en az bilinen şeydir. İki örnek vereceğim. Türkiye solu, Lenin’in “devrimci kuram olmadan devrimci eylem olmaz” sözünü bildiği için kuramın önemini kabul etmeye hazırdır. Ama, kuramın ne olduğu ya da neyin kuram olduğu konusundaki bilgisi inanılmaz ölçüde yüzeyseldir. Benzer biçimde, kendini devrimci, demokrat ve sosyalist sayan hemen herkes için Marksizm neredeyse bir belittir. Sorsanız, “elhamdülillah hepimiz Marksistiz” derler. Ama, bu olumlamanın gerisindeki Marksizm bilgisi yok denecek kadar azdır.
Yalnızca bizde böyle, demiyorum. Dünyanın birçok ülkesinde Marksizm, ülkenin özgül dinamiklerinden türeyen devrimci, anti-emperyalist, halkçı, radikal, demokrat vb. hareketler içinde ciddi bir omurga oluşturamayacak ölçüde sembolik yer tutmuştur. Marksist kuramın temel sorunları ve tartışmaları, böyle hareketlerin gündemine hiç girmemiştir bile. Gene de, devrimci bir düşünce ve eylem olarak Marksizmin kazandığı evrensel prestij sonucunda, dünyanın dört bir yanında “elhamdülillah hepimiz”ci Marksistler görülmüştür. Bu nedenle gündelik basında “Kongo’nun Marksist devlet başkanı” ya da “And Dağları’ndaki yoksul köylülerin Marksist gerilla hareketi” türlü atıflara sık sık rastlanmıştır.
Bütün bunları bir yakınma biçiminde bile getiriyor değilim. Böyle olması doğaldı. Bir ölçüde ve bir süre daha böyle gitmesi de kaçınılmazdır, ama şu da var: Genel profil ne olursa olsun, bu profilin en azından bir çizgisini, kendi iç zenginliğini ve bütünlüğüyle Marksist düşünce ve eylem oluşturacaktır. Bu çizginin genel profilde ne kadar belirleyici olacağı, birçok etmene bağlıdır. Örneğin aydınlanma düşüncesinin ulaştığı birikim düzeyi, aydınların özgün konumu, burjuva devrimin gerçekleşme biçimi, işçi sınıfının nicel ve nitel gelişkinliği gibi. Her ne olursa olsun, ortadaki sorun şu: Genel ilerici, radikal, devrimci, demokrat vb. hareketler içindeki Marksist nüve ne yapacak? Kendini nasıl geliştirecek? Nasıl yetkinleşecek? Sahip olduğu o gerçekten zengin mirası nasıl kullanacak? Hepsinden önemlisi, kendi kuramsal zeminini, çevresindeki hareketliliğe doğru genişletecek pratik siyaset araçlarını nasıl bulacak?
Türkiye solunun son otuz yılında bu sorular ciddi biçimde gündeme gelmiştir. Şu ya da bu özellikleriyle solun içinde görece ayrıksı yere oturan sınırlı kesimler, bu soruların yanıtını aramış, yanıt olduğuna inanılan çıkışlarda bulunmuşlardır. “Teorik dergi”, bu aranışın doğal ürünleri arasındadır. Birikim ise, Türkiye toprağında yetişen bu doğal ürünler arasında gerçekten özgün bir yere sahiptir. Bu özgünlüğü, Birikim’in kimsenin söyleyemediği şeyleri söylemesinde ya da kimsenin açmaya cüret edemediği konuları açmasında bulmuyorum. Birikim’in özgünlüğü, Türkiye’nin kurama ilgi duyan sol aydınının 20 küsur yıllık genel gelişim çizgisini dönemleriyle birlikte en iyi yansıtan dergi olmasından ileri gelmektedir.
Birinci dönemde, görece daha ileri Marksizm bilgisinin aşırı politize edilmiş kullanımı vardır. Daha açığı, Marksizm bilgisi, “devrim stratejisi” eksenli tartışmaların hizmetine sunulmuştur. İkinci dönemin belirleyici özelliği, Marksizmin artık Marx’ın kendisinden çok uluslararası ün sahibi Marksistler dolayımıyla gündeme gelmesidir. Bu dönemde Gramsci, Poulantzas, Laclau ve elbette Althusser’le birlikte, “Eurokomünizm”in ideologları, bir kesim için, Marksizme tarifeli seferler düzenleyen birer şirket durumuna gelmişlerdir. Ama her şeye karşın, bu ikinci dönemde çeşitliliği birarada tutan bir eksen gene vardır. Örneğin Poulantzas tanıtılırken, bu iş öyle salt akademik çerçevede yapılmaz. Poulantzas’ın Avrupa’daki komünist partilerin “ileri demokrasiciliğine” yönelttiği eleştiri okları, “bunların söyledikleri farklı değil” notuyla Türkiye’deki “anti-oligarşik” devrimcilere de çevrilir.
Üçüncü ve son dönemi ise tam bir ideolojik atomizasyon karakterize eder. Atomize olan, kurama meraklı aydın kümesiyle birlikte, ilgi duyulan alanlardır. Bu kaotik dönemde ve ortamda, radikal demokrasiciliğin, post-Marksizmin, post-yapısalcılığın, kimlik politikalarının, sivil toplumculuğun, “gerçek” burjuva demokratlığın, yeni solun “yeni toplumsal hareketler”in, parti olmayan parti ve politika olmayan politika aranışlarının başatlığı göze çarpar. Bu hengâmede özgün Marksist konumlanışı canlandırmaya çalışan çabalara da zaman zaman tanık olunur. Ama ne dersek diyelim, şunu görmek gerekir: Bir dönem, Althusser’in aşırı yapısal belirlenimci, özne olarak insanı ve etkinliğini sisteminden silen, bilim vurgusunu “kuramsal anti-hümanizm”e kadar götüren Marx yorumlarını özellikle tanıtanların, 10 yıl sonra bu kez “yapı çözücü” bir öznelciliği, partikülarizmi ve bütünlük karşıtlığını öne çıkarmaları ilginçtir:
Tarih verecek olursak, birinci dönem, 1970’i önceleyen birkaç yıldır. İkinci dönem 1975-80 arasını kapsar (5 yıl). Üçüncü dönem ise, 1989’dan günümüze kadar uzanmaktadır (8 yıl).
Özel olarak Birikim’den söz edecek olursak, derginin ilk dönemle bir ilişkisi olamaz. Çünkü Birikim 1975 yılında yayımlanmaya başlamıştır. Gelgelelim, Birikim’in bu ilk dönemine damga vuran belli başlı Marksistler açısından, geriye doğru böyle bir projeksiyon yapılması meşrû sayılabilir. Örnek gerekiyorsa, Birikim’in ilk dönemi için çok şey ifade eden Murat Belge’nin, 12 Mart’tan hemen önce dört sayı çıkabilen Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik Birliği adlı dergide yer alan “devrim stratejisi” bağlamlı polemik yazısı anımsanabilir. İkinci dönemde ise Birikim artık cismen vardır. ODTÜ’yü 1970 yılında bitirdiğim için kendim tanık olmadım. Ama, 1970’lerin sonuna doğru ODTÜ’de okuyan genç arkadaşlarımın anlattıklarına göre, özellikle İdari İlimler’de sürekli Birikim okuyan, kurama meraklı gençler varmış. Üstelik bu gençler, çevrelerinde “Althusser Mahmut”, “Poulantzas Kazım” vb. olarak tanınırlarmış. Kendi adıma tanık olduğum ise şu: 1979 yılında Muğla’nın Ortaca ilçesinin Kemaliye köyünde yapılan bir düğünde, İzmir’de okuyan köylü bir gençle tanıştım. Sadık bir Birikim okuruydu ve kendini “Poulantzascı” olarak tanımlıyordu.
Üçüncü ve son dönemin örneklerini vermeye gerek yok. Bu dönemin karakteristik özelliği, örneğin Ayrıntı Yayınları’nın gazetelerdeki kitap tanıtım spotlarını ardarda dizerek “yenilikçi” yazı yazmanın mümkün hale gelmesidir. Fiilen bunu yapan vardır demiyorum; yapan olursa, yayınlanır ve okunur diyorum.
Burada, tek başına Birikim’i anlatmıyorum. Türkiye solunun kuramsal ilgi serüveninin genel bir trendini çıkarıyorum ve bu trendin dergiye belli ölçülerde yansıdığını söylüyorum. Aynı şeyi şöyle söylemek de mümkün: Türkiye solunun kuramsal ilgi serüvenini diğerlerine göre en çok yansıtan yayın, Birikim’dir.
Kuşkusuz, Birikim ideolojik homojenliğe dayalı siyasal bir misyon adına yolu çıkmamıştır. Bu nedenle, son dönemdeki profili de normal ve meşru sayılmalıdır. Üstüne üstlük, bu dergi, Türkiye solunun dar anlamda politize kesimlerinin iyice kısırlaştıkları, oysa siyasal strateji oluşturmada büyük önem taşıyan kimi alanlarda oldukça ciddi ürünler de vermektedir.
Kendi adıma konuşayım: Marksist kuramsal çerçevenin içinin, ülke somutluğundaki veriler ve çözümlemelerle doldurulmasını gerektiren birçok yazı çalışmasında, Birikim dergisi ile İletişim Yayınları tarafından çıkartılan diğer periyodiklerin ve kitapların vazgeçilmez kaynak durumunda olması, hiç kuşkusuz rastlantı değildir. Kanımca, bu sahiplenilmesi gereken bir duyarlılığın göstergesidir. Genel Marksist konumlanışın sınırlarının ülke somutluğuna doğru genişletilmesi; akademik içerikli çalışmaların ise, en azından örtük biçimde, Marksist siyasetçiler için ipuçları içerecek sonuçlara ulaşması...
Birikim’in bu duyarlılığı daha ileri noktalara taşıması gerektiğini düşünüyorum. Böylece, örneğin Batı’da Perry Anderson’un çok yakındığı, Türkiye’de ise artık giderek yıkıcı olmaya başlayan bir mesafelenmenin önlenmesine Birikim de kendi konumundan katkıda bulunmuş olacaktır. Mesafelenmeden kastettiğim, kuramsal tartışmalar ve akademik çalışmalarla, örgütlü güncel siyaset arasındaki boşluğun ürkütücü boyutlara ulaşmasıdır.
Açık konuşmak gerekirse, 1961-71 döneminde bu iki kanal birbirine karşılıklı girdi sağlayabilirken, bu iletişim 1970’lerde giderek zayıflamış, son dönemde ise büsbütün kopma noktasına gelmiştir. Marksist birikimli akademisyenlerin apolitikliği; örgütlü sosyalistlerin ise kuramdan ve kapsamlı çözümlemelerden tuhaf bir ürküntü duymaları, bugünkü karşılıklı yabancılaşmanın temelini oluşturmaktadır. Küreselleşme, özelleştirme, siyasal İslâm, neo-liberalizm, post-Fordizm, işçi sınıfının değişimi, vb. vb. konuların, örgütlü sosyalistin bir türlü içselleşemediği, ama “herhalde bunların da bilinmesi gerekiyor” türü bir mecburiyet duygusuyla panallerde ve açık oturumlarda “bir bilen”e sorup öğrenmeye çalıştığı başlıklar haline gelmesi gerçekten tehlikelidir.
Birikim’den gerçekten yararlanan biri olarak, derginin son döneminde beni “irite eden” birkaç yan bulunduğunu söylemeden geçmek samimiyetsizlik olur.
Bunlardan birincisi, Marksizm tartışmalarında “indirgemecilik” eleştirisinin (giderek suçlamasının) biraz savurganca kullanılmasıdır. Hiç film çevirmeyen sinema eleştirmeni, hiç oyun sahneye koymamış tiyatro kritiği olabilir. Ama, “indirgemeci olmayan” tek bir özgün çözümleme örneği vermeyip ikide bir indirgemeciliği eleştiren yazar olamaz.
İkincisi: Marksizmin Marx sonrası düşünür ve eylemcilerle zenginleştirilmesi elbette gereklidir; ama, Marksizmin, yalnızca ve yalnızca Marx sonrası kimi yorumcular kanalıyla tanınmasında gizil (zaman zaman reel de olabiliyor) bir tehlike vardır.
Üçüncüsü: Birçok konuda monolitikliği, dayatmacılığı, “büyük hakikatçılığı” eleştiren Birikim’in, iş solcuların siyasal örgütlenmesine geldiğinde kendi adına bir başka “büyük hakikatçılığa” yönelip neredeyse “şunları şunları yapmazsanız olmaz ha!”ya varan bir üstten söyleme başvurusu (genel olarak) çelişkilidir (özel olarak benim için irite edicidir).
Ve dördüncüsü: Birikim’in, örneğin Hillary Wainwright, Martin Jacques, Vaclav Havel, Cornelius, Castoriadis ve benzeri Batılıların yazılarına yer vermesine kimsenin itirazı olamaz; ne var ki, gene Batılı ve “sofistike” olup bu örneklenenlerden çok başka şeyler savunup yazanlar da vardır. Eğer Birikim’in ilk gruptakilerden yana özel bir tehcihi yoksa, ikinci gruptan olanlara daha çok yer vermesi, Türkiye solundaki kuram meraklılarının dengeli beslenmesine katkıda bulunacak, ideolojik malnutrisyon riskini azaltacaktır.
Birikim’e, bundan sonrası için içtenlikle başarı diliyorum.