Birikim dergisi bununla birlikte tam 100 sayıdır çıkıyor olacak... Sonuç, sadelikle o kadar ortada ki, her söz fazla sanki. Hayat, her şeyi elimizden alan bir hızla akarken, yalnızca “kalabilmek” bile kulağa hoş geliyor.
PRELÜD
Hayat, bu yazının zorunlu girişinden başka bir sürü şeydir elbette. En azından söylenip geçilmeyecek kadar “zehirli” bir sözcük. Sonuçlar kendi nedenlerinin en iyi savunucuları olarak ortada.Ve maalesef suçu üstüne atacak bir tanrı da görünmüyor. Hep birlikte öğrendik ki hayat, insanların yarattığı en büyük tanrıymış meğer... Kutsal kaderin tümüyle bizim marifetimiz olduğu ortaya çıktı. Bugün bizim eserimiz, yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisiyse, gelecek de hepten karanlıkta sayılır.
İşin mizahı bir yana, gerçekten de hayat kendince akıp gidiyor ama, bütün sorun hızda. Durup düşünmemize, hissetmemize fırsat vermeyen ölümcül bir hızla akmasında. Her şey öyle bir değişim içindeki insan kılığında kalarak bu hıza katlanmak imkansız görünüyor. Hayat, “üfleniverse silinecek bir pastele” bu kadar benzememişti hiç. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar eskiyor. “Göz açıp kapamak” deyip geçmeyin; çoğu şey, bu sürenin onda birinde olup bitiyor. Bizim hayat dediğimiz şeyin motiflerini hiç düşünmeden sıralasak neler gelir aklımıza; reality showlar, haber programları daha uzatmadan bütün televizyon programları, polislerin bu kadar çok yolsuzluk yapması, cinayet vs’nin yine bu kadar çok olması, çocukların istismarı, insanların hiçe sayılması hayvanların ona bile sayılmaması, politikacılar, gazeteciler, askerler (Aydınlıkçılar) kadınların “kadınlık”, erkeklerin “erkeklik” durumlarından ortaya çıkan komplikasyonlar, trafik, sinemalarda daha film bitmeden ışıkların yanması, megafonlu satıcılar, her türden farklılığa her türden tahammülsüzlük insanların karı-koca oldukları, sevgili oldukları aynı evde yaşadıkları, aynı işte çalıştıkları, aynı apartmanda oturdukları hattâ aynı otobüse bindikleri için birbirlerine reva gördükleri eziyetler vs. vs.. (Elbet iyi şeyler de var ama, insanın birden aklına gelmiyor.) Bunların bir kısmı, insanlık tarihinin “leit” motifleri olsa da hepsi biraraya gelip böylesine içinden çıkılmaz, çözülmez bir düğüm yaratmamışlardı hiç. Vadideki kasabanın üstüne kirli havanın çöküp kalması gibi hayatımız da, boğucu bir gaz gibi üstümüze sindi... Hemen hepimiz bu durumu; çekirdeğin çatlaması, toplumun teker teker ve hep beraber hiçleşmesi, mutsuzluğun, bezginliğin herkese bulaşan ve tedavi edilemeyen bir salgın hastalık gibi hayatımıza yerleşmesi olarak hissedebiliyoruz. Ve yine hepimiz, farklı yollardan çıkıp, farklı durumları değerlendirerek de olsa, bu toplumu oluşturan insanların (bizlerin) ortaklaşa paylaştıkları hiçbir inancın kalmadığı sonucunu çıkarabiliyoruz. Bir tek şeye hep birlikte ve yürekten inanıyoruz; bütün bunların hiçbir zaman değişmeyeceğine... Sonsuza uzayan çöl, hiç bitmeyecekmiş gibi süren bir “beyaz gece” gibi...
Eskiden politika bütün bu keşmekeşe bir bakış açısı getirebilirdi. Şimdiyse her sözcük, kim tarafından söylenirse söylensin ağızdan yalan gibi çıkıyor. Politika hangi kimlik altında hangi açılımla olursa olsun manasızlaştı. İnsanların bu tür şeyleri algıladığı kanallarsa çoktan kireçlendi. Bir şey anlatabilmenin ve anlayabilmenin sanat dışında, müzik, resim, edebiyat ve sinema dışında pek az yolu kaldı. Hattâ belki de kalmadı. Hayatın akış hızı politik açıklamaları anlamsız kılıyor. “Toplumsal bir yara” olarak tutuculuğun yükselmesinden söz ediliyor. Hiçbir şeyin elde tutulamadığı bu zamanda tutuculuk değil de “tutunmak” bu belki. Sadece 5 yıl önce geçerli olan ahlâki ve insanî normları hatırlayıp yine de insan kisvesi altında var olabilmek imkânsız. (Münir Özkul’un baba, Adile Naşit’in anne olduğu Türk filmlerindeki, o orta sınıf altı “şerefli” ailelerden kaç tane gösterebilirsiniz.) Bu nedenle marjinalleşmeye en uzak sayılabilecek toplum kesimleri marjinalleşiyor. Bu bilinen tanımıyla tutuculuk değil, aklını başında tutabilmenin yolu daha çok. Belki de Fromm’un anlattığı gibi “Özgürlükten Kaçış”
Bütün bunlar bir yana, hayata “evet” demeyen bir toplum bizimkisi. Acıları acı gibi, aşkı aşk gibi yaşamayı bilmeyen, bunun için de hep olmamış, hep ham bir meyva gibi tatsız tuzsuz... Kendini hayatın en iyi öğretmenine, acıya teslim etmeden ve değmeden yaşamanın (buna ne yüzeysellik ne duyarsızlık kelimelerin yakıştırabiliyorum) yolunu tutmuş; bu nedenle neredeyse var olmayan, acı çekmeyi bilmediği için mizahı da olmayan bir toplum... Bazen insana her şey az sonra yok oluverecek bir görüntüden ibaretmiş gibi geliyor. Ve galiba da öyle. Şu son on yıl araştırılsa (ki araştırılıyordur) her halde en az şiir okunan, en az sevilip, en çok “aşık olunan”; en az nefret edilip, en çok cinayet işlenen on yıl ilân edilecektir. Şiir, hayatımızdan tümüyle çıkıp gitti. Çünkü düşünmek ve derinlemesine duyabilmek için zaman gerekiyor. Oysa hayat çok hızlı akıyor. Durup düşünemeyeceğimiz kadar hızlı.
Kendi hesabıma, bütün bu olan biteni, içinde bulunup da hayat diye adlandırdığımız şeyi, bana en iyi, Leo Malet’in Güneş bize Haram (Kara üçlemenin ikincisi) kitabında betimlenen bir mahalle anlatıyor. Kitapta, bir mahalleden daha doğrusu yoksulların oturduğu bir siteden bahsediliyor; Jeanne-d’Arc... Sefaletin, hastalığın, şiddetin, kol gezdiği; annelerin oğullarıyla, kızkardeşlerin ağabeyleriyle yatıp kalktığı tam bir lağım çukuru bu mahalle. Ama burada insanlar, bütün bunları hayatlarına sindirerek yaşayıp gidiyorlar. İnsan leşlerinin üstüne basmamaya çalışarak yürüyor ve kafalarına bir şey çarpsa, bunun kendini asan bir adam olup olmadığını kontrol ediyorlar. Duygu ve düşünce standartları bu yaşam koşullarına göre değişmiş durumda İşte hayatımız, kocaman bir Jeanne d’Arc Sitesi’nden ibaret ve cesetlerin üstünden atlamayı öğrendik bizler de...
Bunun duyarsızlık kelimesiyle ifade edilebilmesi zor. Bir kısmı elimizde olan, bir kısmı da elimizde olmayan nedenlerle dünyanın ekseni değişti; gök, ay, yıldızlar ve güneş artık eski yerlerinde değiller, ne var ki bütün bunların farkında değiliz biz... Yaşayabilmek için o mahallenin sakinlerinden biri haline geldik. Ve hepimiz aynı dünyadan konuştuğumuz için, farklı olduğumuzu düşündüğümüz hallerimiz ve sözlerimizle birbirimizin tıpatıp aynıyız. Bu durum ve benzeri şeyler hiçbir sözle açıklanamıyor. Çünkü eksen değişmişse yeni bir dil gerekir, şimdiye kadar hiç kullanılmamış sözcüklerden oluşan bir dil... Belki bu bile yetmez.
Bütün bunlara bakıp da umutsuzluğa kapılmamak mı lazım? Tam tersine... Bakmayın, umutsuzluk taşımak için hiç de kötü bir bayrak değil. Hayatımıza yeniden trajediyi sokacaksa, bence, hep birlikte açalım bu bayrağı. Trajedi hayatı değiştirebilir çünkü, biz ise acı çekmemek için yaşamamış gibi yapmayı tercih ediyoruz.
Hayatla ilgili iyimser konuşmak kolay olmadığı için, yazının gidişi sizi belki yanıltabilir ama; benim sözünü etmek istediğim kör karanlık değil. Umutsuzluktan doğacak umuttan söz ediyorum. Çamurdan çıkan cevher gibi, geceden doğan gün... İçinden çıkılmazmış gibi görünen çölün gerçekte ne kadar ufak yer tuttuğunu gösteren bir haritaya bakar gibi, geçmişe ve geleceğe bakabilmek... Van Gogh’un (kendi deyimiyle Germinal okumuş Gogh’un) alçakgönüllük ve cesaretle yaptığı gibi, bugüne bakarken öyle renkler kullanabilmeli ki, insanlar bugünün karanlığını değil, yarının aydınlığını görebilsinler. Bence Birikim’in uzun yıllardır yapmakta olduğu da bu. Üstelik kimselerin iltifat etmediği bir keçi yolundan giderek...
Hayatımız ve bununla da kalmayarak zihinlerimiz, mecburi istikamet tabelalarıyla doluyken, gidilecek başka yollar olduğunu, insanın tek başına kaldığı zaman hiç de kibrit çöpü gibi kırılmayacağını öğrendim ben bu varoluştan. Kendi toprağını sulamanın mümkün olabildiğini... Sadece bir tanesinden gitsek de önümüzde gidilecek bir sürü yol olduğunu bilmek güzel. O zaman gerçekten seçebilmek şansımız oluyor...
Ben Birikim’in bu sessiz sedasız duruşunda hep bir sevecenlik sezdim. Ancak, karşılıksız aşkla seven birinin duyabileceği, sabırla taçlanmış bir hoşgörü. Karşılıksızlığımıza çok kızdığımız yılları anımsayıp, inanç biraz da karşılıksızlıkta sınanmamalı mı diye düşündüm.
Bugün 100. sayısını çıkaran Birikim Dergisi hafif bir melodi gibi ömrümüzün mevsimlerine eşlik etti. Ömrümüzün mevsimleri, dünyanın mevsimlerine benziyor. Ve bunun böyle olması yani hayatımızın yalnızca bu yanıyla da olsa doğayla benzeşmesi hoşuma gidiyor. Ama ben, ömrümüzün mevsimlerini bir de şöyle tanımlamak isterdim; beraberlik ve ayrılık mevsimleri...
İLKBAHAR-YAZ
Fırtınadan sonra temiz, diriltici serinliğin kaldığı zamanlar. Hayata, dans eder gibi, parmaklarımızın ucunda akıyoruz. Bir derenin yatağına akması gibi bütün duruluğumuz ve doğallığımızla... Bu kadar derinden ve sahiden inanabilmenin bütün keyfini çıkartıyoruz.
-çünkü zaman geçtikçe bu zorlaşıyor- İnanmamız için ne sözlere ne de kitaplara ihtiyacımız var. Her şey o kadar çıplak ve kendi halimiz o kadar soylu görünüyor ki, bunun dışında bir varoluş düşünemiyoruz. Varoluşumuz giderek bir simbiyosise dönüşüyor. Beraber olmak, yani “hep birlikte, tek bir şey olmak” Sonsuz sayıda siyam ikizleri gibi ortak yaşamımızı çoğaltıyoruz. Bu mutlak beraberlik duygusunun, bir amaç için hayatını birleştirmek ve tek bir hayat olarak ortaya koymanın tadını çıkartıyoruz. Kendi benliğimizi hiçleştirmeye, ortak vücuda katmaya çalışıyoruz. Bu kutsanmışlık duygusu, bütün zorluklara rağmen hayatımızı çok güzel kılıyor. Ve korkuya da iyi geliyor. Hepimizin aynı dalda tomurcuklandığı bu yüzden de meyvelerini fazla geliştiremeyeceği bir ilkbahara benzetiyorum ben bu dönemi. Ama, bütün tazeliğiyle ilkbahar. Yaz sıcak geçiyor, otlar sararmaya başlıyor. Renkler kırmızıya ve bronza dönüyor. Sonbahar yaklaşıyor.
SONBAHAR
Şimdi koca vücudunu avcılardan saklayamayan iri bir av hayvanı gibiyiz. Her okla vuruluyoruz. Her çalının arkasında bir kez daha yakalanıyoruz. Her parçamızla birlikte yeniden ölüyoruz. Teker teker ve beraber ölmemiz uzun sürüyor. Ama o zaman, bunun, en kolayı olduğunu anlayamıyoruz. Çünkü bir süre sonra, sağ kalan parçalarımızı kendi ellerimizle öldürmemiz gerekecek. En uğursuz gecelerde, en karanlık saatlerde yapıyoruz bunu. Hayatımızı elimize alabilmek için kendimizi, sonsuz sayıdaki ikizlerimizdan ayırıyoruz. Canımızın ne kadar yandığını bir biz, bir onlar anlıyor. Ve her şey konuşulmayan diğer şeyler gibi sessizlikte kalıyor.
KIŞ
Kendi yolunda yürümek, hücrelerini onarmak, kesilen koparılan parçalarının yerine yenilerini koymak dünyanın en güç şeyi. Her şeyi yerli yerine koymak ölüm kadar uzun sürüyor. Kendimizi o ortak varlıktan çıkarıp, yeniden dünyaya getiriyoruz. Butün doğumlardan daha zor oluyor. Elimizdeki eciş bücüş şeye bakıp onu asla büyütemeyeceğimizi düşünüyoruz. Sonra, herbirimiz kendi yollarından gidiyor. Herkes en aydınlık ve en karanlık renkleriyle kendi hikayesini yazıyor.
Ve ayrılık mevsimi geliyor. Artık, ne yalnızlıktan ne de ayrılıktan korkma zamanı... Beraberlikten, aynı çatı altında toplaşmayı, aynı sokaklardan yürüyüp, aynı şarkıları söylemeyi anlamamak; ortak yaşamı, herkesin bu anlamda beraber olmasını, tek ve mutlak varoluş gibi görmemek gerek. Tek başına var olmayı, beraberliklere yönelmiş bir meydan okuma gibi algılamamalı. Tek başımıza da kalmayı becerecek kadar kendi toprağımızı suladık biz ve bu varoluşta, ömrümüzün bütün mevsimlerinin çok değerli bir yeri var. Çoktandır, herkesin kendi dalında tomurcuklanması ve meyve vermesi zamanı, bütün güzelliğiyle ayrılık mevsimi.
FİNAL
Mevsimler bu kadar. Birikim’e gelince, elimden çizebilmek gelseydi; sevimli bir saksı çizerdim. Elinde tuttuğu bahçe kovasıyla kendini suluyor olurdu bu saksıcık. İşi çizgiden biraz ileri götürüp Gogh gibi sanatkâr ve inançlı olabilsem, insanlar, bugünün karanlığına bakıp gelecekten umutlarını kesmesinler diye görülmemiş sarılıkta, kırmızılıkta çicekler bulunmadık yeşillikte ağaçlar, kimsenin bugüne kadar karşılaşmadığı mavilikte bir gökyüzü çizerdim. Ve beklenen her neyse, onun, uzun kışın ardından azıcık geç kalmış da olsa bütün güzelliğiyle çıkıp gelebileceğini anlatırdım.
Galiba yaşlandıkça geleceğe daha çok inanıyor insan. İşte, benim kalemim ve boyalarım ancak bu kadarına yetiyor. Bunda da Birikim’in ömrümüzün mevsimlerine eşlik eden müziğinin büyük payı var.