Birikim üzerine yazmak, birçok anlamlar taşıyabilir. Birikim’den yola çıkılarak, “dünya”, “Türkiye”, “sosyalizm”, “teori”, “tarih”, “siyaset” vs. konuşulabilir. Bunların her birinin değerini kolayca takdir edebilirim ama benim için Birikim daha çok “kendim”le ilgilidir. Kendimle ilgili çünkü kendimin halen süren inşâsında Birikim, kimi zaman ince süslemecilik işlerinde kimi zaman harç olarak kullandığım, kah öyle kah böyle, ama mutlaka var olan bir “hayat malzemesi”dir. Kendimle ilgili çünkü Birikim, benim için tadı damakta kalan dostluklar; bir kasırganın ardından sağa sola, özensizce savrulan, atılan hayatlar; bazen oracıkta, atıldığı yerde kalakalmış, kurumuş, pörsümüş, bazen son bir gayretle dizlerinin üzerinde doğrularak kendini ilerilere (ama nereye?) fırlatabilecek gücü bulabilmiş hayatlar demektir.
Hayatın malzemesi ve hayatın kendisi. Bunları birbirinden kim ayırabilir? Ben yapamam. Kendi maceramı, teoriye bandırarak bir “iç konuşma”dan pasajlar aktarabilirim ancak.
Son sayılarına doğru benim de bir yazımın çıktığı “Birinci Dönem Birikim”i ile çok ender de olsa yazmayı sürdürdüğüm, 100. sayısını idrak eden “İkinci Dönem Birikim”i arasında tarihte neler değişti, buna karşılık “Dergi”deki ve yazarlarındaki değişim neydi? Çok zorlu ve eğlenceli bir tez konusu. Şöyle kuşbakışı baktığımda, kendisi de görünüşte birçok değişim yaşamış eski bir Birikim muhibb-i olarak ben bu soruya iki şekilde cevap veriyorum: Birinci cevap, “neler değişmedi ki!” şeklindedir ve bu türden bir değişimin örnek-olayı olarak Marx’a bugün nasıl baktığımı yazının devamında anlatmakla yetineceğim.
ARAFTAKİLER
İkinci cevabı ise “aslında pek de öyle değişen bir şey yok” diye verebilirim. “Değişen bir şey yok” çünkü insanlığın özgürlük ve dayanışma kutupları arasında salınıp duran macerası, yalnızca yeni bir aşamaya evrildi. Birikim ilk döneminde özgürlük ve dayanışma sarkacında nerede yer alıyorsa, şimdi de aynı konumda bulunuyor. Varsın adından, temel biçiminden ve “aylık sosyalist dergi” logosundan başka değişmeyen bir şey kalmasın...
Birikim ilk döneminde, Althusser’e, reel-sosyalizm, ekonomizm ve Kemalizm eleştirilerine, gündelik hayatın sosyalist örgütlenmesi ve siyasî alana teorik müdahale iddialarına tutunarak özgürlük ve dayanışma sarkacının ortalarında kendine yer bulmaya çalışıyordu; eleştiri ve iddialar bulanıklaşsa bile şimdi de öyle.
Birikim, nasıl dün özgürlük ve dayanışma sarkacının nasıl tam da ortasına yerleşme gayretinin yarattığı gerilim ve başdönmesi nedeniyle bir türlü siyasî mücadelenin pratiğinde ayakları üzerinde durmayı becerememişse, bugün de beceremiyor.
Birikim, insanlığın ortada ve hareketsiz kalan ve yapacak bir şey kalmadığından (ya da açıkça ne yapılacağını hiçbir zaman bilemediğinden) kendisini teorinin “derin” sularına varan tavrıyla, insanlığın bilgelikle meczupluk, çokbilmişlikle narsisistik suskunluk, yüksek entellektüel farkındalıkla “dip” sarhoşluğu arasındaki tanıdık, ama her yerde kolayca rastlanmayan çizgisinin temsilcisidir. Bu yüzden de hep tam bir şey olacakmış sanılırken olamamakta; bu çizgiden hiçbir zaman ahalinin faydalanacağı bir oluşumun çıkmayacağı bir türlü anlaşılamamaktadır. Bu yüzden Birikim, hep kendisini tarif edebilmek için “faşist hareket”, “Aydınlık” gibi bariz persekütörler bulmak zorunda kalmış, toplumun ve siyasetin geri kalan kesimlerine karşı “erken ölen babanın yerini almış, dolayısıyla babacan, kibirli, biraz da sözü dinlensin isteyen büyük ağabey” rolüne yerleşmiştir. Ne babadır ne kendisi. Yerliliğe saygılıdır, ama kendisi, bırakın yerli olmayı dünyalı bile değildir. Sürekli devleti eleştirir ama içindeki minyatür devletimsi aksiyonu göremez. A’raftadır; hep a’raftadır.
ÖZGÜRLÜK VE DAYANIŞMA
Özgürlük ve dayanışma insanlığın iki ütopyası. Hep yakalamaya çalışılan, kimi zaman yakalandığı sanılan iki ideal. İnsanın içinde yerleşmiş iki farklı kaynaktan köken alan, aynı anda, aynı şiddette birlikte ifade edilmeleri imkânsız iki töz. Ötekiyle kendi kimliğini yitirmeden bir varlık içinde birlikte olmanın hayalinden titreyen simge. Anneyle çocuk Tanrıyla kul, devletle vatandaş, sınıfla işçi, öncüyle kitle, grupla insan arasındaki eşsiz gerilimlerin yer aldığı mucizevi hat...
Özgürlük ve dayanışma, kendilerini daha on yıl öncesine kadar kapitalizm ve sosyalizm biçiminde iki farklı kutupta ifade ediyordu. Dayanışma cephesinin çökmesiyle birlikte şimdi, ortaya çıkan kaotik durumdan yeni bir görev çıkartılmaya çalışılıyor; özgürlük ve dayanışma biraraya getirilebilinecek, bu sayede kaos aşılacak sanılıyor. Stalinci dayanışmacılar bile özgürlüğe daha birincil yer verirlerken, Rorty gibi pragmacı liberaller dayanışmanın erdemlerine toz kondurmuyorlar. Oysa özgürlük ve dayanışmanın birisi diğerine galebe çalmadan hayat mümkün değildir; kaos, olsa olsa yine kutupsallıkla ya da özgürlük ve dayanışmadan birinin kesin olarak kazanması, diğerinin yenilgiyi kabullenmesiyle (ölmesi, yok olmasıyla değil) aşılabilir.
Birikim, postmodern kaosun ürünü, arızi ve geçici olanın temsilcisidir. Yerini “klasik” olana bırakması kaçınılmazdır. Eski Birikim’in ünlü yazarlarından bugünün Birikim’inin “Ustalara Saygı: “Post”-düşünürlerden seçmeler” bölümüne malzeme üretecek denli klasikler çıkması, bundandır.
MARX’TA EKSİK KALAN YA DA NEDEN “TANRI ARAYICISI”YIM?
Yaşadığımız dünyadaki insan ilişkilerinin toplumsal ve siyasal boyutlarına şöyle bir bakıldığında bile, “bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür” diyen Marx’a hak vermemek mümkün değildir. Gerçekten de bugün evrensel meta olan paranın dünyasında, para, girdiği yerde yalnızca oyunun kurallarını değil, fakat aynı zamanda onu elinde bulunduranların yaşama ufkunu ve dünya görüşlerini belirlemektedir. Ülkemizde özellikle son on yıl içinde, muhtemelen dinsel dayanışma ve güven duygusu ile modern tüketim kültürünün eksikliği gibi etkenlere bağlı olarak biriktirebildikleri sermaye sayesinde ekonomik düzey açısından tırmanışa geçen çevrelerin, yaşama tarzlarındaki ve dünyaya bakışlarındaki ani değişim, Marx’ın bu öngörüsünü tartışmasız biçimde doğrulamaktadır. Sağcı, solcu ve (şimdi de) dindar sermaye sahiplerini, aralarındaki olanca çatışmaya ve çelişkiye rağmen, yaşama ve düşünme tarzlarında yanak yanağa getiren yakıcı gerçek, Marx’ın bir bakışta apaçık görüverdiği gerçektir: Maddi yaşam pratikleri, dünya görüşleri karşısında birincil bir konuma sahiptir; bir başka deyişle insanın sosyal bilinci, sosyal çevresi tarafından belirlenmektedir.
Ama her şey, Marx’ın bir bakışta gördüğü bu gerçekten ibaret değil; zaten böyle olmuş olsaydı, Marksist olmak, dün olduğu gibi bugün de benim için vazgeçilmez bir sorumluluk olurdu. Marx, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin yalnızca bir veçhesini, dolayısıyla gerçeğin ancak bir yanını görüyor. Oysa maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki ilişkinin bir başka yanı daha var ki, Marx, onu yalnızca seziyor ama asla tümüyle kavramıyor. Marx’ın kavrayışından kaçıp kurtulan insan-yaşam ilişkilerinin bu yanını görebilmek sahiden de kolay değil; çünkü bu yan, çok civamsı bir özellik taşıyor; onu ustaca avuçlarına almak yerine parmaklarıyla tutmaya kalkanların ellerinden kolayca kaçıveriyor.
Marx’ın gözden kaçırdığı bu yanı, belli ölçülerde Hegel ve daha çok Nietzsche ve Heidegger, yakalayabilmişlerdir. Bu yan, anlamın insanın yaşam dünyasındaki ilkselliğiyle ilgilidir. İnsan, yalnızca bilinci toplumsal çevresi tarafından belirlenen değil, daha temelde, anlayan bir varlıktır. İnsanın anlaması, gerçeklik üzerinde bir farkındalık kazanması, onu maddi pratiklerin, doğal belirlenimlerin kıskacından kurtarır; özgürleşmesi için fırsat hazırlar, devrimci eylemlere girişerek (ki bireysel alandaki devrimci eylem, toplumsala öncel ve ondan öncedir) yaşama pratiklerini köklü bir biçimde değiştirivermesine yol açar. Eğer öyle olmasaydı, tarihteki bireysel ve toplumsal değişimleri, gerçekten ikna edici biçimde açıklayamazdık. Zaten bu yüzden Marx’ın toplumsal değişimi üretim ilişkileri-üretici güçler arasındaki gerilimle açıklaması, bir türlü gerçek açıklama olamamaktadır.
Örneğin bugün modern dünyada psikoterapi uygulamaları, insanlara maddi yaşam pratiklerine rağmen, belli ölçülerde bireysel değişim imkânı sunmaktadırlar. İnsanın kendi hayat macerasındaki kör noktaların bilincine varması sayesinde, o güne kadar mutsuz ve sıkıntı içinde geçen hayatını değiştirebilmesi mümkün hale gelebilmektedir. Yine örneğin varoluşsal aydınlanma zamanlarında da fark ettiği hayatın hakikatinin yaydığı aydınlık sayesinde insan, sıradan, uyuşturucu, tüketici, kahredici bir hayatın boynuna ilmeği geçiriverir.
Aynı şekilde tarihin devrimci anları vardır. Böyle zamanlarda insanları zulmetten ve cahiliyetten kurtaran bir söz düşer yeryüzüne; ortalık aydınlanır; maddi yaşam pratiklerinin belirleyiciliği altında çürüyüp giden insanlar, toplu bir arınma ve yenilenme fırsatı yakalarlar. Çünkü aydınlanma getiren söz, onların kendilerine ve birbirlerine bakışlarını ve tutumlarını değiştiren yepyeni bir ahlâk da getirmiştir.
Marx, insanın özgürleşmesi ve insanî varoluşun zenginleşmesi gibi katışıksız etik ve devrimci amaçlar için yola çıkmıştı; rasyonelliğin temellerini kollektif çabada görüyordu, ama egosal rasyonelliğin ve bilincin çerçevesi dışına çıkma konusunda çok isteksizdi, derin psikolojiye karşı duyarsızdı. Sözünü ettiği etik ve devrimci amaçlar için bir tinsellik, ahlâkî bir olgunlaşmanın gerektiğini görebiliyordu ama bir yandan “ilahi adalet”, “doğal hukuk” gibi kategorilerin kaynağında yabancılaşmanın bulunduğunu söylüyordu. Ahlâka gerek duymayan bir etik, “Tanrısız bir din peşindeydi” o; bu yüzden dini hem “halkın afyonu” hem de “ruhsuz bir dünyanın ruhu” olarak anlıyordu. Bir yandan topluma hükmeden aşkın bir ahlâk vaaz ettiği için Proudhon’a olmadık sözler söyleyebilen Marx, bir yandan da para hırsına tapılan günlerde bile ahlâkî cesaretleri, bitmeyen enerjileri ve tinsel üstünlükleri nedeniyle İngiliz fabrika müfettişlerine hayranlığını gizleyemiyordu.
Marx, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşleri arasındaki diyalektik ilişkinin ancak bir kısmını anlamış, ama diğer kısmını anlamayı eksik bırakmıştı. Onu izleyen (sosyal demokratlardan komünistlere kadar) hemen tüm tilmizleri ise, gerçekliğe yalnızca onun bir kısmını anladığı yarım bir gözlükle baktılar; diğer kısmı ya da hiç fark etmediler ya bir an önce tasfiye edilmesi gereken bir eski zaman kalıntısı sandılar.
Ne ki E.P. Thompson ve R. Williams gibi tilmizler, Marksistlerin bu kavrayışlarında bir şeylerin yanlış gittiğini ilk önce görenlerdi; bu yüzden kültür ve sınıf kavramlarını tarihsel ve dinsel gelenekteki mücadeleleri katarak yeniden yorumladılar. Marx’a tinsellik katma uğraşı, şimdi oldukça kan kaybetmiş olan özgürlük teolojisi yanlılarınca sürdürüldü. Bugün ise, her ne kadar Marksist olduklarını açıkça söylemeseler de, İngiliz İşçi Partisi ve Tony Blair, bu uğraşı bir başarıya taşımaya hazırlanıyor.
Bir İslâm ülkesi olan Türkiye’de yaşayan aydınlar olarak biz, Marksist olalım olmayalım, maddi yaşam pratikleri ile dünya görüşü arasındaki diyalektik ilişkiyi çok iyi anlamalıyız. Bize ahlâkın devrimci rolünü gerçekten kavratacak, bizi dünya hayatının zorbalıklarından koruyacak; iyilik ve adalet için mücadele azmimizi bilerken, püriten-moralistler olmamızı engelleyecek olan işte bu anlayıştır. Bu anlayış sayesinde, kimden gelirse gelsin zulme karşı siyasî mücadelenin zorunluluğu anlaşılabilecek; siyaset, iktidar, hırs ve çıkar için değil, yeryüzünde adaletin temini için bir araç haline gelebilecektir. Bu anlayış, aynı zamanda bilim ile inancı karşı karşıya getirilmekten kurtararak, teolojiyi mistifikasyon olmaktan çıkaracak ve onu özgürlükle kaynaştıracaktır.