100

Yüz, bir geleneği vurgulamak için iyi bir rakamdır genellikle. Kuşkusuz buradaki yüz gerçek bir “100” değil, aslında tam da “geleneği vurgulamak” için seçilmiş bir an. Bir açıdan bakarsak, Birikim aslında 161 sayıdır çıkıyor. Elimize ulaşan gerçek dergi sayılarına bakacak olursak farklı bir rakamla karşılaşacağız, çünkü iki ya da üç sayı birarada yayımlanan durumlar eksik değildir Birikim tarihinde. Ama şu anki maksatlarımız açısından yuvarlak hesap yüz olsun.

Birikim elime ilk kez 1975’te geçti. İlk sayısı. (Yalnızca anılarımı yazıyorum, o yüzden Birikim koleksiyonuma bakıp olguları kontrol etmeye çalışmayacağım.) Aklımda üç isim kaldı o sayıdan: Murat Belge, Ömer Laçiner ve Louis Althusser. Althusser’in bir Birikim yazarı olmadığını kabul etmem bir yıl kadar aldı; benim kuşağımın dilinde genellikle yan yana anılır Birikim ve Althusser adları. Oysa Birikim hiç de “Althusserci” sayılmaz bir “gelenek” olarak. Belki de Murat Belge’nin Althusser’e olan kişisel sempatisi, bizler için ideolojik bir bağ (“epistemolojik kopuş”a bir yakıştırma yaparak, bir “epistemolojik yapıştırma” belki) oluşturmuştur, bilemiyorum.

Derginin ilk sayılarındaki o tafsilatlı ve didaktik yan notlara sinir olduğumu hatırlıyorum. Hani “19 yaşında koskoca adam olmuşum, size mi kaldı bana öğretmek” gibisinden. Bir nevi gençlik küstahlığı belki, ama o notlar gerçekten de didaktikti: Didaktizmin sorunu, hiçbir zaman gerçekten öğretmemesidir. Birikim’i oldukça “snob” bulduğumu da hatırlıyorum. O zamanlar pasaklı dergilere, özensiz, kerameti kendinden menkûl, bizim o zamanki adanmış ama örgütsüz, otoriter ama disiplinsiz yaşam tarzımıza yakışan dergilere alıştık. Çoğumuzda gizli bir anti-entellektüelizm vardı, ama bunu açık edemediğimizden “anti-snobizm” örtüsünü kullanmak işimize geliyordu. Birikim iyi bir günah keçisiydi bu anlamda.

Gene de “ideoloji” kavramıyla ilk hesaplaşmam Birikim sayesinde oldu. Murat Belge’nin ideoloji yazılarını okuyup hafızama yazar, sonra kendi terimlerimle yeniden söylerdim, çünkü o zamanlar Birikim’den alıntı yapmak pek hoş karşılanmazdı “devrimci” çevrelerde. Tamam, kusur etmişim; ama o sıralarda aynı şeyi hem de dergilerinde yapan koca “siyaset”ler olduğunu düşünürseniz, benimki pek masum kalır bunun yanında. Keza meselenin “politik iktisat” yapmak değil de “politik iktisadın eleştirisini” yapmak olduğunu da gene Birikim’den, Sungur Savran’ın bir yazısından öğrendim. Biliyorum, Savran “Birikimci” değil; ama daha sonraları ben de Birikim’de yazdım, ben de “Birikimci” değildim.

Birikim’in “neci” olduğunu bir türlü anlayamamıştık o sıralarda. Troçkist desen değil, ama öyle de tınlıyor. Maocu hiç değil, ama Sovyetler’e de o kadar hayran değil. Sovyetçilerle arası hiç iyi değil, ama... Başka kategorilerimiz olmadığı için akıl yürütmeler burada kesilirdi genellikle. O zaman da “Birikimci” gibi yeni bir kategori uydurmak farz oldu. Bu kavram biraz tuttu, biraz tutmadı; ama bize konuşma ve “hitap etme” kolaylığı, Murat Belge’ye de yıllar sürecek bir başağrısı kazandırdığını biliyorum en azından.

Laçiner’i anlamakta güçlük çekerdim (hâlâ çektiğim oluyor). Herhalde Türkiye politik yazınında “uzuncümlecilik” diye bir okul olsa, Laçiner’in adıyla anılır. O zamanlar kısa, kesin, bize açılan yol gösterecek, hazmı kolay cümleler istiyorduk; dolayısıyla Laçiner’in zaman zaman okura çaktırmadan kendi kendisiyle hesaplaşan cümleleri kafamızı karıştırıyordu. Ama zaman zaman da yalnızca kafamızı karıştırıyordu (açıkçası Ömer Laçiner’i yakalayıp “Abi, ne demek istiyorsan açıkça söyle Allahaşkına” demek istediğim zamanlar olmadı desem yalandır). Ama Laçiner bir anlamda maksadına ulaştı. Onun cümlelerini alıp ezberden tekrarlayacak ve hayatını, ilişkilerini ve ideolojik öncüllerini bunlara göre kuracak bir “Birikimci” güruhu hiçbir zaman olamadı. Oysa o günlerde ne kadar kolaydı böyle bir güruh oluşturup başına “Abi” sıfatıyla oturmak.

Belki de bu yüzden, o günlerin “Abi”leri 1980’lerin sonlarına doğru yeniden örgütlenirken yalnızca ideolojik öncüllerini değil, varoluşlarını ve yaşam tarzlarını da esaslı bir revizyondan geçirmek zorunda kalırken, Laçiner ve Belge’nin böyle sorunları olmadı. Bu bir avantaj kuşkusuz; “haklı çıkma”nın dayanılmaz bir hazzı olduğuna da katılırım. Kim istemez ki “ben demiştim” diyebilmeyi. Ama öte yandan bu tür topyekûn revizyonlardan geçmenin de insanlara kattığı şeyler var; orayı da boş geçmeyelim.

Birikim 1989’da yeniden çıktığında ben de oradaydım. “Yeni” Birikim’in ilk sayısında Murat Belge, Ömer Laçiner, Can Yücel ve Ahmet İnsel’le birlikte benim de bir yazım vardı. O sayı benim için “kaybedilmeyecek” dosyasının başında duruyor. Aslında aradan geçen yaklaşık on senede “Birikimci” filan da olmamıştım. Yalnızca geleneğin farkına varmıştım o kadar. Çünkü gelenek sahibi oluşumlarla yan yana durmak mümkündü. Geleneksiz yapılar ise sizi hazmetmek, soğurmak, “siz olarak” ortadan kaldırmak isterler.

Kendine “gelenek” adını yakıştırıp, bir de yüzyıllık Bolşevik geleneğinin arkasına bağlanmaya çalışanların, çok değil on senede geldikleri yere bakılırsa, kendini hiçbir köklü geleneğe bağlama gereği duymadan ortaya çıkıp yirmi iki yıl boyu tutarlı bir biçimde var kalan bir dergiye saygımın ifadesi bu yalnızca.

Tutarlılık en sevdiğim erdem değildir. Süreklilik de. Ama bunlar gene de birer erdemdir. Ayrıca, bu geleneksiz, hafızasız, unutkan ülkede Birikim’in varlığı gene de bir kerteriz noktası oluşturuyor hepimiz için. Bir işaret fişeği belki de. Yoksa, Birikim’in ana hattını oluşturan Murat Belge - Ömer Laçiner çizgisiyle düşünsel ortaklığımın bir bilançosunu çıkarmaya kalkışsam, çakıştığım noktalar anlaşmadıklarımın yanında az kalacaktır mutlaka. Ne yapalım; benim (“eski”) Birikim’den öğrendiğim önemli şeylerden biri de, birarada olabilmek için her noktada anlaşmaya gerek olmadığıydı.

Bugün Birikim hakkında konuştuğum sosyalist, Marksist, devrimci arkadaşlarımın çoğuna Birikim fazlasıyla “liberal” geliyor, yeterince radikal ve “devrimci” gelmiyor. Bu eleştirilerin nereden kaynaklandığını anlıyorum, üstelik ’70’lerdeki gibi önyargılardan kaynaklanmadıklarını da biliyorum. Belki de birileri zahmet edip, ciddi bir “Birikim eleştirisi”ne girişse, hepimiz için hayırlı bir iş yapmış olurdu. Üstelik bu eleştirinin muhataplarının (başta öfkelenseler de) eninde sonunda ciddiye alıp bundan yararlanmanın ve öğrenmenin yolunu bulacaklarından da kuşkum yok. Sonuç olarak, Birikim’den öğrendiğimiz önemli şeylerden biri de bu tolerans değil miydi zaten? Onlar bu tavırda ısrarlı oldukça -ve tabiî didaktik olmadıkça- ben Birikim’den öğrenmeye devam edeceğim.