Birikim dergisinin 100. sayısına ilişkin “nesnel” bir değerlendirme yapmanın, bu değerlendirme aslında Türkiye gerçekliğine, bu gerçekliğin özellikle sol bir teori ve pratik tarafından algılanmasına, Türk düşüncesinin değişik kamplarındaki teorik mücadelelere ilişkin geniş bir açılım imkânı sunmakla birlikte, kişisel olarak benim “hakkım” olmadığına inanıyorum. Bu hakkın sahibi bu derginin yükünü uzun zamandır çeken insanlardır ve onlara bu bereketsiz topraklarda böylesi nitelikli bir dergiyi ısrarla ve inatla sürdürmelerinden ötürü sadece saygı duyabiliriz. Burada derginin Türkiye’de nerede durduğuna ve ne yaptığına ilişkin “kişisel” fikrimi belirtmek amacıyla, Birikim’in “Türkiye Çözülürken” ve “Marx” özel sayılarında yer alan yazılarımın hangi ruh hâliyle yazıldıklarını anlatmak istiyorum; bu ruh hâlinin, bana ait bir şey olmadığına inanıyorum. Eğer öyle değilse, bu ruh hâli sadece kişisel bir durumsa, o zaman en azından bu biçimde ifade edilmesi gerekiyor ve bu ruh hâlini, bu hâli zedelemeden sadece Birikim’de anlatabilirim diye düşünüyorum.
“Türkiye Çözülürken Özel Sayısı” hatırlanacağı -umarım- üzere Sivas’la ilgiliydi... Sivas’ta 37 insanın yakılmasından sonra, neler hissettiğimi, neler düşündüğümü şimdi tam olarak hatırlamam zor, bir çaresizlik ve yenilmişlik hâlinden başka... Tanıl Bora’ya bir şeyler yazmak istediğimi söylemiştim. O zaman Sivas’la birlikte, Sivas’tan sonra Türkiye’nin içine düştüğü çıkmazın boyutları hakkında, Sivas’taki barbarlığın adını koyarak, soğukkanlı -insan öyle bir olay karşısında ne kadar soğukkanlı olabilirdi ki?- “durum değerlendirmesi” yapmanın zorunlu ve bu zorunluluğun Sivas üzerinden başka şeylerin hesabını görmeye hevesli insanlara terk edilmeyecek kadar da hayatî bir zorunluluk olduğunu duyduğum inancı ifade etmek istemiştim. Onlarca insan yanarken Madımak Oteli’nin önünde tekbir getiren güruhla, bu güruhun, en kabasından, tahrik saikiyle eylemlerini haklı göstermeye, hafifletmeye ya da “minimalize” etmeye çalışan bir entelijansiyanın üzerlerindeki suçluluğu kolaylıkla “karşı tarafa” transfer etmesine katkıda bulunan medyatik, çıldırtıcı ve ebleh bir obskürantizme aynı uzaklıkta durmanın, bu değerlendirmenin önşartı olduğu zamanla daha da açığa çıktı. Türkiye’de herhangi bir kötülüğe karşı çıkmayan, çıkmaya da niyeti olmayan tuzukuru insanların Alevîlerin üzerinden elde etmeye çalıştığı toplumsal ve politik rantın, İslâmî hareketin taşıdığı “tehlikeli” eğilimler hakkında soru sormayı, aynaya bakmayı zul sayan İslâmcı entelijansiyanın soğuk kibriyle özdeşliğini görmek için elbette Sivas’tan daha önce de bir yığın fırsat vardı... Sivas bir “occasio” olarak trajikti belki; ancak Sivas’tan sonra bile devam eden körlük, daha da trajik. Cadı avcılığı, engizisyon, toplama kampları, işkence odaları gibi ancak evrensel, “hesaplı”, “rasyonel” bir hiçlemenin tarihsel bir formu olarak Sivas’ı karşımızda bulmanın Türkiye’de yaşayan insanlar olarak bizleri ne kadar terbiye ettiğini bilmiyorum. Olup bitenleri bakacak olursak, bilmek de istemiyorum. Sadece o sayıda yer almanın, bir durum değerlendirmesinin kuru nesnelliğine bırakılmayacak kadar ahlâkî bir tutum olacağına inanmıştım. Bu tutumun birçok kişi tarafından paylaşıldığını ve bunların Birikim’de sergilendiğine tanık olmak ise... Sonradan bu özel sayıya sağdan ve soldan gelen eleştirilerin mahiyeti, her şeyin yerli yerinde durduğunu merhametsizce kanıtlasa da, en azından, “söyledim ve ruhumu kurtardım” demenin bencil ve korkak cesaretine sığınmanın pek de kötü olmadığının işareti gibi geldi bana.
Açık olarak söylemem gerekirse, sosyalist değilim – bu kavramın şu ya da bu adla ifade edilen bütün tarihsel pratiklerini, tıpkı kollektif özneleri göreve çağıran diğer bütün tarihsel pratikler gibi, insanın özgürleşimi için aşılması gereken uğraklar olarak görüyorum. Ancak kişisel olarak düşünme biçimimi, gerçeklik algımı, politik tutumumu belirleyen şeyin, muhtevası bana saklı kalmak kaydıyla, Marx olduğunu söyleyebilirim, dolayısıyla fânilerin varoluşlarını anlamlandırmak kaygısıyla giriştikleri bir uğraşı olarak dünyayı yorumlama konusunda Marksistim. Ve yine burada tartışmak istemediğim nedenlerden dolayı Müslümanım. Şüphesiz ne olduğum, olduğum şeye, olduğumu sandığım şeye ilişkin görüşümün elbette bir önemi yok. Bu da, işte, belki görüş toplumunda görüşler içinde bir görüş, o kadar. Bu satırları yazarken, bir “kimlik bildirimi” psikolojisinde bulunmanın kolaycılığı ve ezikliğiyle utandığıma sahiden inanmanızı isterim. Bunları elbette kendimi herhangi bir türün son örneği olarak görüp, özel bir muamele ve koruma istediğimden dolayı da söylemiyorum. Sadece Birikim’in “Marx Özel Sayısı”nda yer alırken hangi saiklerle hareket ettiğimi vurgulamak ihtiyacındayım. Bu ihtiyacı dile getirmenin, o zaman olduğu gibi şimdi de Türkiye’de Birikim’den başka bir zemini maalesef yok; olacağa da benzemiyor.
Adorno, 1968 olayları sırasında kendisine yöneltilen “kenarda durma” suçlamalarına cevap verirken, düşüncenin mutluluğu mutsuzluğun ifade edilmesinde kazandığını ve bu düşüncenin kendisinden alınmasına rıza göstermeyen insanların, kenarda durmadıklarını söyler. Ellerini kirletmeme ve kelaynaklar gibi biyolojik, yahut piyasada bolca karşılaşacağınız türden snob bir entellektüel ayrıcalık isteği boş ve anlamsız bir istektir. Ancak ben’i kollektif bir kimlikte erimeye çağıran, bireyi sınırlarını kendisinin belirlemediği ve zaten belirleyemeyeceği bir bir eylemliliğe davet eden, sürekli “imzanızı” isteyen bir dayatmanın sahici bir gerçeklik algısına sahip olup olmadığı konusunda şüpheci olmak gerekir. Tam da Adorno’nun söylediği nedenden ötürü: “halihazırda, toplumun daha gelişkin bir formu somut olarak ulaşılabilir değildir.” Adorno devamla, bir ütopya kurmak, gerilemenin sadece diğer bir formudur, çünkü, düşüncedeki ütopik itki ne kadar güçlüyse, kendisini bir ütopya olarak daha az nesneleştirir demektedir. Varoluşsal güvenliğini, ancak kollektif kimliklerle aynı şemsiye altında bulunarak geçersiz bir teminata bağlayanlar, bilinçlerini ve akıllarını da gerektiği durumda -ki bu durum bile kendilerine “bildirilir”- bir üst makama devretmeye hazırdırlar. Kollektif eylem, tıpkı kendisine kılavuzluk etmesi beklenen kollektif düşünce gibi, sahte bir gerçeklik algısına dayanır; kendisini sürdürülmesine inkâr edilemez bir katkıda bulunduğu gerçekliğin dışında sayar. Oysa gerçekliğin dışına çıkabilmek, gerçekliği nüfuz edebilecek nitelikte bir düşünce biçimi gerektir. Oysa Türkiye’de istisnaları olmakla birlikte ideolojik bir bütüne yaslanan dergilerin birer eylem kılavuzu olarak var olmaları, düşüncenin kolaylıkla vazgeçilebilir bir şey olduğunu gösteriyor.
Bu toplumda “ellerini temiz tutma” ve “kenarda kalma” gibi bir lüksümüz yok. Böyle bir lüksü talep edenlerin, karşılığında dişe dokunur bir şey yaptıklarına ve ürettiklerine tanık olmadım. Diğer taraftan “bekle ve gör” siyasetine muhalif bir tavır olarak “acilci” bir hareketlenmenin yakın tarihimizde sık sık örneklendiği üzere içinde yaşadığımız kaosu daha da derinleştirmekten başka bir faaliyeti de olmadı. Kantçı Aydınlanma tanımının insana yüklediği özerklik ve sorumluluk kategorileri, birbirlerine tercih edilebilir kategoriler değillerdir. Birine tanıdığınız önceliğin, diğerini ezeceğini a priori söyleyebiliriz. Ne var ki, Türkiye’de bir parçası olduğum üniversite mekanizması özellikle dahil olmak üzere, eli kalem tutan insanları özendiren, yüreklendiren örgütler, yapılar maalesef yok. Ne isteğiniz kadar özerk olabilirsiniz ne de üstlendiğiniz sorumlulukların sizi ve başkalarını şimdikinden daha iyi bir hayata götüreceğinden emin. Burada olmamın nedenini tam da bu noktada gösterebilirim. Birikim hem kendi özerklik istemimi karşılıyor hem de burada durarak bir sorumluluk üstlendiğimi hissediyorum.
Yapıp ettiklerinin sınırlı kalacağını ve tüketici olmadığını bilen bir insan olarak, daha başka neyi talep edebilirim?