“Saf algı diye bir şey yoktur ama: yazdığımız sürece yazılırız, algıyı zaten daima gözleyen içimizdeki eyleyici (agency) tarafından...”1
Jacques Derrida
1975 yılındaki ilk sayısından bu yana Birikim dergisi, aralıklı bile olsa, yaklaşık 23 yıllık bir yayın hayatını devirdi. 1970’li yılların ortasının özenli baskılı, ilk sayılarının kenarı resimli, çoğu Türkiye’de ilk defa duyulan yabancı yazarlarla dolu, ağır dergisi bugüne kadar en az iki kuşak yetiştirmekle kalmadı. Türkiye kültürüne ve siyasetine, hangi görüşü savunursa savunsun, bugün aklı başında hiç kimsenin reddedemeyeceği bir düzeyde ve ağırlıkta katkıda bulundu. Birikim’in biriktirdiği bir şey varsa bu belki de basitçe sayfalarında, hattâ basitçe sol hareketin kendi içinde bile aranmaktan önce dışında aranmalıdır: bugüne kadar “sağın veya liberalizmin Birikim’i olmak” arzusuyla kaç dergi yayımlandı...? 20 küsur yıl boyunca sadece öğrencilerin, işçilerin, aydınların veya solcuların değil, sağcıların da, hattâ gitgide siyasal elitin, parlamenterlerin, bürokratların bile okumaya ve ciddiye almaya başladığı bir dergi. Peki nedir şu sağcıları ve liberalleri bile özendiren ve kendi okurlarına ilişkin olarak bir benzerini yaratmaya çalıştıkları etki? Bu “etki”ye, biraz da Birikim’in ilk çıktığı günden beri özen göstermeye çalıştığı bir düşünme biçiminde, bilimde verilen adlara nazire yaparak “Birikim etkisi” diyelim. Bir etki, bir sonuç, tıpkı Faraday etkisi ya da benzeri bir şey gibi... Birikim; ortaya çıkışı ve işleyişi bir önceki hale göre bir değişiklik yaratan bir dergi.
Ama bu yaklaşım bizi pek çok yeni sorularla karşı karşıya bırakacak: öncelikle elimizde “dergi” adı verilen, ilk elde açık seçik bir şey gibi gözüken, ama aslında nasıl yaklaşılacağını pek iyi bilmediğimiz muğlak ve müphem bir “form” var. Örneğin dergi, her ne kadar kitap gibi, para vererek satın aldığımız, elimizde tuttuğumuz bir “şey”, bir nesne ve meta olsa bile gene de bazı biçimsel özellikleriyle “kitap”tan farklı. Bu özellikler hemen, doğrudan içeriği etkileyebilir: örneğin dergiler farklı pek çok makaleleri, yazarları ve görüşleri içerir, vb. Dergi ile kitap arasında kesişmeler de olmaz değil (bir temayı vurgulayan dergi özel sayısı ile derleme kitap gibi). Ama dergi bir özelliği ile kitaptan net biçimde ayrılır: kitap, belirli bir düzeyde ve ister istemez, dergiden farklı bir “bütünlük” taşır. Kitabın kapitalizmden daha eski bir biçim olduğunu, çok uzun süre taşıdığı kutsallığı unutmayalım. Dergi ise, kitap gibi kapitalizm tarafından dönüşüme uğratılmaktan ziyade, zaten kendi modern kapitalizm ile ortaya çıkmış bir biçimdir. Dergi, elbette kendini bir biçimde homojenize eden bir konumu veya alanı olmakla birlikte dizisel bir formata tâbi olduğu için zamanla değişik bir ilişkiye girer. Derginin kitlesel yeniden üretime bağlı olan bu format özelliği onu yineleme ile açıklık arasında belirsiz bir yere yerleştirir. Üstelik dergi basitçe “söyleyen” bir yayın da değildir; belirtilen özellikler onu bir şeylerin söylendiği bir yer olduğu kadar bir şeyin yapıldığı yer haline dönüştürür. Bir başka deyişle, dergi formatı betimleyici (constative) olmaktan ziyade eyleyici (performative) bir söylemsel kipliği imâ eder.
Birikim etkisi, kendini bir ölçüde bu dergi formatına borçludur elbette. Türkiye’de cumhuriyet kültürüne (hattâ 19. yüzyıldan başlayarak) damgasını vurmuş olan ilerici edebiyat dergisi denilen tarihsel-söylemsel biçim hâlâ incelenmeyi bekliyor. Buna bir de 1960’ların sonuna doğru aylık sosyalist kuramsal dergi eklendi... Birikim bu anlamda hâlâ kendisiyle ciddi bir kopma yarattığı bu tarihin gene de ayrılmaz bir parçasıdır. Bu kopma nedir o zaman, şu “Birikim etkisi” dediğimiz şey? Tarihsel bir ayrımı kullanarak, ilk, yani 1980 öncesi ve sonrası yani son Birikim’i ayırdetmek bize anlamlı geliyor. Bunun nedeni Birikim’i meşrû ve neredeyse kurumsal bir güç haline getiren kimi temel özelliklerin ilk dönemde kurulmuş olması. Birikim etkisini çoğu zaman, 1980 öncesi Birikim’in “Althusserciliğinde” veya “yapısalcılığında” aramak isteyenler olmuştur. Ama Birikim’in yapısalcı bir konum önermekten ziyade yapısalcı (ve göstergebilimsel) yöntem(ler)i ideolojik analiz için ve belirli sınırlar içinde kullanmayı önermiş olduğu, sözkonusu dönem Birikim yazılarının dikkatli bir okuması ile görülecektir.
Althusser’e gelince, işler elbette biraz daha karmaşıktır. Ama bu konuda da net olan, Birikim’in kendisine özgü bir ekonomizm eleştirisi geliştirmiş olduğudur. Birikim’in Althusser ile yer yer sancılı ilişkisi (ki Murat Belge’nin erken dönemdeki bazı yazılarında bu sancılar belirgindir). Althusser’in Fransa’da söylediklerini Türkiye’de söylemek kaygısından ve bunun zorluğundan kaynaklanmaz; söz konusu olan özdeşleşmeci bir sorunsal değildir. Daha ziyade, burada geliştirilen ekonominin eleştirisi, kendini ulusal sınırlara asla hapsetmemiş Birikim’in uluslararası alanda Althusser okulu ve hiç kuşkusuz başka pek çok Marksizmler ve radikal düşünceler ile buluşmasına yol açmıştır. Birikim’in içinde doğduğu ve aynı anda yaratılmasına katıldığı konjonktür, sol içinde Stalinizm eleştirisinin Troçkizm-sosyal demokrasi ikileminden hızla kurtulduğu demokratik bir dönüşümün konjonktürüdür. Birikim’in bağlı olduğu bir enternasyonal (!) görüşün papağanlığından ziyade dünyaya açık bir rota izlemesinin önemini vurgulamalıyız. Birikim, bu açıklığı sayesinde, solcuların bir konu etrafında birbirlerine “revizyonist”, “oportünist”, vb. küfür sorusu kazanmış boş sıfatlarla hakaret etmeksizin tartışabileceğinin ve birbirinden farklı şeyler söyleyebileceğinin gösterildiği yer olmuştur (şimdilerde unutulan 1970’li yılların ünlü Miliband-Poulantzas veya Hegelcilik tartışmalarının eğitici etkisi küçümsenemez). Böylelikle Birikim, hiç “demokrasi” sözcüğü sarfetmediği yerde bile -ki bu sözcüğü sarfetti de- demokratik bir pratiği gözler önüne sermiş oldu. Daha içeriksel bir düzeyde, Murat Belge’nin yazılarında önemli rol oynayan Gramsci’ye ve hegemonya kavramına dönüş özsel bir rol oynamış, Althusser’in psikoanalizden yapısalcılık-sonrası düşünceye pek çok yeni kuramsal yaklaşımlara açılan felsefî müdahalesi söz konusu dönüşü basit bir historisizmden kurtarmayı vaadetmiştir.
Ama burada bizce esas olan, tüm bunların gerçekleşip gerçekleşmemesi ya da ne kadar gerçekleştiği değil. Asıl önemli olan şeyin bir doğru analiz ya da doğru tavır değil bir “performans” (eyleyim) ve bir gösterme, gözler önüne serme olduğu üzerinde ısrar edeceğim. Bu nedenle bu yazıda önem kazanacak kavramlar, “müdahale”, “açılım” ve “vaat” kavramlarıdır - belki de hiçbir zaman açık seçik biçimde yazılmamış, ama ortaya konan pratiğe en uygun kavramlar.
Öncelikle müdahale kavramına bakalım: Birikim’in tam bir sosyalizm kavramına müdahale etmiş olduğu, bizzat bu kavramı değiştirmeye, ona yeni bir içerik yüklemeye çalışmış olduğu kesindir. Özellikle Ömer Laçiner’in geliştirdiği özgün bir Marksizm yorumuna dayanan ilk Birikim “reel politika”, “yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırılması” gibi yeni kavramlar ortaya atmakla kalmamış, eski dilin eski kavramları da (ekonomizm, siyaset, teori, demokrasi, üretici güç, vb.) bu yeni kavramların ve esas olarak müdahalenin koşulları altında yeni sesler ve çağrışımlar üretmeye başlamıştır (“yeniden-yazma” olarak adlandırabileceğimiz bir durum). Bir an için, her şey etki üreten, ses veren bu müdahalenin ne yöne gideceğine bağlı kalmıştır... Yön ile ne kastettiğime aşağıda geleceğim, ama öncelikle basitçe geçmişte olup bitmiş bir “an”ı kasdetmediğimi işaret edeyim. Tersine bu “an”ın her an yaşanmakta olduğunu, yaşanan her “an”ın bir parçası olduğunu söyleyeceğim. Öyle ki, bu “an” Birikim’in öncesinin ve sonrasının, geçmişinin, şimdisinin ve geleceğinin koşuludur, bu “an” olmaksızın Birikim diye bir nesneden ve onun tarihinden (yaşından, yarınından, vb.) söz edemezdik. Bu “an” yukarıda değindiğim “açılım” ve “vaat” kavramlarına yakından bağlıdır. Aşağıda bunlara tekrar döneceğim.
Görünüşte müdahale bir ideolojik içeriğin ortadan kaldırılıp yerine başka bir ideolojik içeriğin geçirilmesi olarak ortaya çıkar. Örneğin dogmatik-Stalinist bir ideolojik içeriğin veya eklemlemenin ortadan kaldırılarak yerine eleştirel-demokratik bir içeriğin veya eklemlemenin geçirilmesi. Şimdi ortada yeni bir şey olduğunu söyleyebiliriz... Ama gerçekten de öyle mi? Ne anlamda, ne kadar, nasıl yeni? Böyle bir dergiye kutsal kitap muamelesi yapmak ona ihanet olacaktır. “Kutsal” ile daha başka bir ilişki, onu basitçe devirerek aslında yeniden-ikame etmeyen, ama kutsallığın çalışmasını zora sokan ve böylece başka şeylerin yolunu açan bir ilişki mümkün olabilir mi?
İlk Birikim’in müdahalesinin birbiriyle çelişik üç önermeyi içerdiği kanısındayım: (1) müdahalenin amacı, (Althusser’e benzer biçimde ama ondan göreli farklı sonuçlarla) ekonomizmin bozundurduğu otantik bir Marx’a dönmek ve sosyalizmin otantik, aslî anlamını önermektir; (2) bu otantik anlam, dogma-eleştiri ve Stalinizm-demokrasi ikilemleri içinden geçerek üretilebilir; (3) bu müdahale gene de basitçe Marx’ı tekrarlayamaz, ekonomik indirgemeciliği eleştirerek ideoloji, politika gibi konulardaki kuramsal eksikliklerin yeni çalışmalarla giderilmesi gerekmektedir (dolayısıyla yukarıda değindiğim “yeniden-yazma” basit bir yeniden-tanımlama işlemi değil, yeni bir kuramsal alanın yaratılmasıdır). Buradaki çelişki (ki Avrupa’da Althusser’in müdahalesi için de geçerliydi), bir yandan otantik bir Marx’a dönüş vaadi verilirken öte yandan Marx’taki eksikliklerin kabul edilmesindedir. Ama hangisidir doğrunun son sözü: birincisi, yani sonul bir söz müdür, yoksa ikincisi, yani en son söz mü? Eğer aslî veya otantik bir Marx var ise, “otantik” kavramının gerekleri dolayısıyla Marx’ın tam ve eksiksiz olması gerekir ve eğer Marx’ın eksikleri varsa böyle bir söylem “otantik”, “asıl”, vb. terimleri içinde düşünülemez, çünkü “eksiklik” söz konusu söylemin hakikatini, özünü tanımlayıcı özelliği olan tamlık ve bütünlükten yoksun bırakacaktır...
Ama bu “çelişki” engelleyici değil, güç verici bir çelişkidir. Eğer basitçe eski bir teoriyi yeni bir teoriyle değiştirmekten fazla bir şey yapılmışsa onu bu çelişkinin verdiği garip güçte aramalıyız - mantıkî materyalistlerden özür dileyerek. İşte bu noktada Birikim, sol ideolojiyi “sol” kılan önemli bir özelliği ifade eder. Modernlikte kazandıkları anlamlarıyla, eğer tutucu, muhafazakâr bir ideoloji zamanı bir sabitlik olarak görüyorsa, sol, ilerici bir ideoloji zamanı sürekli bir değişim olarak görür. Bu gözlemi biraz daha açarak, sol için, “şimdi”nin hep bölünmüş, hareket halinde, bir yere doğru yol alan bir “şimdi” olduğunu söyleyebiliriz; bunun nedeni geleceğin sol için bir başka önem taşımasıdır. Şimdiki anın bölünmüşlüğü ve hareketliliği, “şimdi”nin zaten ve daima gelecek tarafından bozulmasından ve hiçbir zaman kendine özdeş kalamamasından kaynaklanır. Birikim’in pek sık değindiği sorunlardan biri, şu kötü şöhretli “teleolojik tarih kavramı” tam da bu geleceğin ontolojik bir statü kazanması ve böylelikle ortodoks sosyalizmin yani Stalinizmin örgütsel yapılarında cisimleşen bir totalitaryanizm doğurması değil midir? Teleoloji, geleceği bir varlık gibi, bir “şimdi” gibi alır, böylece gelecek “gelme” özelliğinden kurtulur, yani zaman durdurulur. (Marx da aynı sorunu değişik biçimde tecrübe etmemiş miydi? Kapitalizmin nasıl yoksulluk ve yabancılaşma, yani ekonomik ve politik farklar ürettiğini gösterirken, bu garip modern dinamiğin basitçe kamu-özel ayrımı boyunca ters çevrilemeyeceğini bildiği halde, Hegel’in spekülatif tarih felsefesinin içine etiği yazmaya çalışması geleceğin ontolojize olmasına yol açmamış mıydı?)
Ama, ne kadar paradoksal gelirse gelsin, aynı anda, Birikim’in (Marx gibi) bunu bilmediğini söylememiz, hattâ eğer bunu “bilinç” teriminin imâ ettiği anlamda bilseydi Birikim olamayacağını söylememiz gerekiyor. Birikim’in önerdiği “yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırılması otantik hedefini” düşünelim... Ne demektir bu gerçekten de? Birikim’in somut analizleri bir yana, bir politika değil, bir anlamda bambaşka bir şey önermektir bu - her ne kadar sürekli politika ile beslenen bir şey olsa bile.
Çünkü politika, en azından modern anlamıyla bir yönetme sanatıdır. Basitçe insanların yönetilmesi değil, ama örneğin bir derginin yönetilmesi de insanların yönetilmesi, yönlendirilmesidir ve Birikim, kendi söylemini ve icraatını denetlemeye, sınırlamaya, yönlendirmeye, yani yönetmeye çalışmamış mıdır? Yöneten-yönetilen ayrımının kaldırılmasını ilke kılmak, paradoksal biçimde bunun böyle olmamasının, minimal bir düzeyde olsa, saklanmasına yol açmaz mı? Çünkü eğer bir yönetim söz konusuysa ve sosyalizmin özü, aslı, otantik hakikati, yöneten-yönetilen ayrımının ortadan kaldırılmasıysa, sosyalizm daha şimdiden, bizzat Birikim sayesinde (yani tam da böyle bir müdahalenin yapılması gerekliliği ve bu gerekliliğin geçirdiği başka gereklilikler sayesinde) ertelenmiştir.
Böylece bir başka çelişki üretmiş olduk; bu kez, “müdahale” olarak söylenen şey ile müdahalenin müdahale olmak zorunluluğu arasında. Bu ikincisinin büyük bir önemi var, çünkü her türlü müdahale başarılı olduğu sürece bir kuruma dönüşecektir. Bir müdahale başarılı olmamayı isteyebilir mi? Ama, ne yönetilmek ne de yönetmek isteniyorsa, tam da başarı aynı anda bizzat başarı olarak yenilgidir. Bu “çelişki” yukarıdakine bağlanabilir: “bir anlık” o belirsizlikte otantik hakikat yani kimlik ve özdeşlik ağır bastığı ölçüde kurumlaşma kaçınılmaz olacak ve bu hakikat henüz tamam kabul edilmediği ölçüde kurumsallık sürekli ertelenecektir. Nedir bu ölçü peki? Buna nasıl karar verebiliriz? Karar, zaten ve daima, biz ona karar vermeye karar vermediğimiz andan biraz önce (yani bir karar verişimizin kararı olarak) verilmiş değil mi? Bu ölçü, bu karar, elden kaçmaya mahkûm değil mi? Elbette bu soru Birikim’in “malı” değil, ama onu formüle etmek -kendine rağmen bir soruyu formüle etmek ve kendini bu soruda sürdürmekle- Birikim özel bir şey yapmış oldu...
Başka türlü söyleyelim: müdahale masum bir şey değildir; müdahale ettiği şeyi bozar, açar, yaralar... Birikim’in oluşumundaki, kuruluşundaki, kurumsallaşmasındaki iktidarı, gücü, şiddeti tanımamak, liberalizmin “haklar” diye yazdığı özgürlük ile iktidar arasındaki ilişkiyi tanımamak ve sonuçta Stalinist oyunu yeniden oynamak olacaktır (Stalinizm “geçmiş”te kalmamıştır). Bu ilişkiyi tanımak bir ters çevirme işlemi değildir! Çünkü şiddete şiddetle cevap vermek, Hegel’in Kant’a yönelttiği diyalektik eleştiri ile aynı kaderi paylaşır, yani haklara şiddetle cevap vermeye dönüşür. Bunun Birikim’in vermediği yanıt olduğunu biliyoruz, ama Birikim bir aidiyet ve sahiplik olduğu sürece, kurumsallığın ve kimliğin özünde yatan bu şiddete bağışıklığı olduğu biçiminde bir yanlış-tanıma üretir. “Bir an için” diye yazdık yukarıda “her şey müdahalenin ne yöne gideceğine bağlı kalmıştı...” Bu “an”, bu “şimdi”, her türlü geçmişi, şimdiyi ve geleceği bölen, “şu an”lığı, “şimdi”liği sürekli hem geçmiş hem gelecek tarafından bölünen ve hiçbir zaman kendine özdeş olmadığı için hep ayrılan, bölünen, kaybolan, kaçan bir andır. Yaşadığımız herhangi bir an, bu “an”dan ayrılamaz. Ayırdığımız sürece (yani geleceği ontolojize ettiğimiz sürece) o “an”a sahip ve özdeş olduğumuzu, kimliğin tamam olduğunu varsayıyor, kavramlarla deneyimleri gene özdeşliyor, yani o “an”ı kaçırıyoruz... Ve kaçırdığını bilmeyen bu kaçırma ile, sadece totaliter oyunu yeniden oynamış oluruz. Bir zaferin değil, bir yararın anıdır çünkü o an. Mantıksal terimler içinde kaldığımız sürece ona “çelişki” demek zorunda kalırız, çünkü hep bir karar verilemezliği ifade eder. Çifte soru, çifte bağ: herhangi bir doğru en azından minimal düzeyde bir aşkınlık taşımıyorsa, yönetmiyorsa yani kurumlaşmıyorsa nasıl doğruluğunu sürdürebilir? Peki ya herhangi bir kurum ilk önce ve ister istemez yöneten-yönetilen ayrımını kurumlaştırıyorsa (kurum bu demektir) ne yönetmek ne yönetilmemek bir doğru, bir hakikat olabilir mi? “Ne yönetmek ne yönetilmek” uygulanacak aşkın bir hakikat değil, imkânsızlığı güç veren kendi ertelemesinde oluşan karardır. Böyle bir karara yapısı itibariyle demokratik bir karar diyeceğiz içeriği ve niyeti istediği kadar demokratik ve eleştirel olsun, ancak ve ancak, tam da bir karar, bir müdahale, vb. olması hasebiyle, kendi şiddetini, kurumsallığını tanıdığı, yani herhangi bir tanımanın (kavramların deneyimlere özdeşliğinin, o “an”ın yakalanmasının) bir yanlış-tanıma olduğu bilgisine dayandığı ölçüde demokratik olabilecek bir karar. “Ne yönetmek ne de yönetilmek” (kurumlaşmama) imkânsızdır. Ama dolayısıyla kurumlaşan kurumlaşmamadır. Bu paradoks, kendini imkânsız kılarak mümkün olma, güçsüzleştirici değil güçlendirici bir paradokstur: Birikim etkisi.
Bu karar bilindiği, sahiplenildiği ölçüde kaybedileceği için, her an kaybetme tehlikesi olan bir karardır. Yeniden-üretimi kurumlaşmasına dayandığı ölçüde, kökenindeki karmaşıklığı, kirlenmişliği ve şiddeti unutmaya mahkûmdur, çünkü bir özdeşlik ve kendini-tanıma ya da kendi-bilinçlilik ekonomisini yineler (Birikim = doğru dergi!!!). Birikim, basitçe siyasal-etik doğruyu söylediği için değil, söylemediği yerde, bu söylemi ontolojize edilmeyen bir gelecekten -demokrasi bu noktada anlam kazanıyor- getirdiği ölçüde bir şeyler biriktirmiştir (elbette bu derginin adını da hesaba katmalı). Ama Birikim, aynı güzel nedenle hiçbir şey biriktirmemiştir, imkânsızı kurarak, geleceği hiçbir zaman “var”dırmadığı için. Birikim henüz çıkmamıştır bile, sadece bir açılım ve bir vaattir - olanca belirsizliğiyle. Daha yüzeysel bir tabakada, yukarıda çelişik olarak saptadığımız üç önermenin hepsinin kipliğinin gelecek tarafından belirlendiğini söyleyebiliriz...
Yukarıda Birikim’in siyasetten uzak durması ve onu saklaması derken kastettiğim siyaset elbette basitçe günlük siyaset değil, bizzat Birikim olmanın siyaseti, bir dergi, bir kurum olmanın içeriği şiddete (yöneten-yönetilen, yazan-okuyan, üreten-tüketen) kör kalınmaması gerekliliğiydi. Tüm bunları düşünürken, ekonomik belirlemenin yerini unutmamalıyız. Dergi kapitalizm ile ortaya çıkmış bir formdur. Dergi formatın basitçe bir takım (doğru) fikirlerin aracı olarak almak naif bir tutumdur. Birikim, yani yukarıda anlattığım karmaşık metinsel kuruluş niçin bir dergi? Modern kapitalist bir oluşum olarak dergi formatına ilişkin yineleme ve süreklilik arasındaki belirsizlik yapısı Birikim adı altında gelişen bu kapatılamaz açılımın ve ertelenmeyle kurulan vaadin ayrılmaz bir parçasıdır. Sosyalizmi kuran sadece sosyalist fikirler değil, kapitalizmden ayrılamaz olan bu karmaşık yapılardır.
Dolayısıyla bu durum eğer “sosyalist” dergi açısından kökensel bir bozunmaya işaret ediyorsa, aynı anda bu bozunmanın ya da kirlenmenin basitçe güçsüzleştirici (disabling) değil muktedir kılıcı (enabling) olduğunun altını çizelim. Bu durumun değişen düzeylerde pek çok sol dergi için geçerli olduğu ileri sürülebilir, ama Birikim’in yöneten-yönetilen ayrımına ilişin çelişik ve imkânsız tezi bunun eklemlenmesini sağlamıştır (basitçe demokrasinin eklemlenmesini de diyebiliriz). Gene de bu tez hiçbir otantiklik taşımıyor. Eğer yukarıda icra etmeye çalıştığım mantığın zamansallık açısından yapıbozumu, vülger ya da gündelik zamandan teorik olarak ayrı daha otantik bir zaman kavramını kastediyor olsaydı, iki ayrı zamanı (otantik ve vülger) böyle ayırmak zamanı yeniden mantığa tâbi kılmak ve dolayısıyla yapıbozumdan fiilen vazgeçmek olurdu. Bu vazgeçiş (ister istemez totaliter implikasyonları olan) otantik ve özdeşleşmeci bir politikaya dönüştür.2 Dolayısıyla bir dergi olarak Birikim eleştirdiği kapitalist ve kurumsal koşulların içinde ortaya çıkmıştır ve bu ortaya çıkışı (“an”ı) bir kez olup bitmiş gibi düşünmek demokratik politikayı terk etmektir.
Bu kökensel bozulmanın tanınması, kayıbın tanınması, yani “o an”dan hiç vazgeçilmemesi demokratik bir politikanın önkoşuludur. Ancak bunu tanıyan bir söylem, demokratik ve sol bir söylem olacaktır. Hasımlarına yer ve hak tanıma, hoşgörü, diyalog, reformizm, vb. ilkelerden önce kendindeki başkalığa kapanmadığı, zamanın oyununu tanıyarak açık kaldığı için - iyi ve kötü sürprizleriyle, ama her zaman sürprizleriyle. Sol için, öz olmayan öz demokrasi hep gelecektir, gelmektedir, ama bir gün geleceği, şimdi olacağı için değil, tam da hiçbir zaman varmadığı için. Ancak böyle bir gelecek, varmayan, hep gelecek kalan, hep gelmekte olan bir gelecek, solun hedefi olan toplumsal adaletin ve bireysel özgürlüğün (“imkânsızlığın”) yollarını açık tutar. Demokrasi ancak kendi şiddetini (biçimselliğini, kurumsallığını, dışlamalarını) tanıması koşuluyla demokratik olabilir.
Şimdi sağın böyle bir dergi çıkarıp çıkaramayacağı sorusuna dönebiliriz. Ama sağ ne kadar “başlamaya” çalışırsa zaten başlamış olanı o kadar kaçırmıştır; özdeşleşmeci, taklitçi sorunsalın ta kendidir. Birikim’e gelince, gene de, şu yaşında, biriktirdiği once şey inanılmayacak kadar az, aldığı uzun yol dehşet verici kısalıkta değil mi? İmkânsızlık ile imkân arasındaki o daracık “sınır-geçit”te ... dikkat: geride bıraktığımız hayaletler gelecekten sizi yakalamaya koşuyor... O “an”ı gereğinden fazla büyütmemek için, kutlarken, kutsarken, minimal, ama mutlak bir dikkat: okurken yazıyor, yazarken yazılıyorsunuz.
Writing and Difference, ing. çev. Alan Bass, University of Chicago Press, 1978, 226.
Heidegger’in kısa bir süre için bile olsa Nazizme verdiği desteğin, vülger zaman içinde yabancılaşmış “des Man”ı çare olarak otantik bir varoluşa duyduğu inançla ilgili olduğu eleştirisi için, bkz. Richard Beardsworth: Derrida and the Political, Routledge, 1996, 104-122 (yukarıdaki argüman da büyük bir ölçüde Beardsworth’un Derrida okumasından esinleniyor). Ayrıca bkz. Jacques Derrida: Aponist Dying-Awaiting (One Anocker at) the ‘Limits of Truth, İng. çev. Thomas Dutoit, Somford University Press, 1994, 75-76 ve Of Spirit, İng. çev. G. Bennington ve R. Bowlby, University of Chicago Press, 1989, 39-40. Türkiye’de Heidegger’in otantik felsefesine dayanan sol bir eleştirinin örneği olarak bkz. Hasan Ünal Nalbantoğlu (haz.): Patikalar, İmge, Ankara, 1997.