Birikim üzerine nasıl yazabilirim, ne yazabilirim? Şöyle gerine gerine bir “100. sayı” çıkarma fikrini cân-ı gönülden desteklemişken, oyun bozanlık da edemem artık.
“Değerlendirme” yapamam, tarafsız olamam. “Eleştiri” yapamam, fazla teknik, fazla gündelik kaçar, kendi eksiklerimiz üzerine yakınmaya dönüşür. “Birikim ile ilişkim” üzerine konuşamam, içinde yaşıyorum. Ne söyleyeyim...
1975’in yaz ayları olmalı, Şişli Siyasal’dan (o vakit Şişli İktisat’tı) bir arkadaşım beni Vilayet’in karşısındaki küçük büroya götürüp Ömer’le tanıştırdı. Almancam vardı, çeviri yapabilirdim. Faşizm üzerine bir yazıyı çevirmek için kolları sıvadım. Hayatım kaydı, pek zordu.
Okul, sokaklar, büyüyen, gelişen 12 Mart sonrası sosyalist hareket... Yaşantım değişmişti, haftasonları diskolar, voleybol, futbol, Chicago Transit Authority, Who, Rick Wakeman... bunları paylaştığım arkadaşlarımla birlikte geride kaldılar. İstasyon hızla küçülüyordu. Ormana daldık.
Ömer Laçiner ve Murat Belge’den çok şey öğrendim. Sosyalist formasyonumu büyük ölçüde onlara borçlu olduğumu söyleyebileceğim kadar. Can Yücel’le tanıştım, ruhuma bir ömürlük yakıt depoladım.
Sosyalizmin bir anda elimi atıp tutabildiğimle sınırlı olmadığını, cesaretin, gözüpekliğin yeterli olmadığını, günün koşullarında sosyalist olmanın insanın omuzlarına bizzat o vakte kadarki sosyalizmi sorgulamak gibi devâsâ bir yük bindirdiğini... şüphesiz kolay kolay kabullenmek istemedim. Ne Stalin’den vazgeçmek kolay oldu ne parti saplantısından ne de en uzlaşmaz tavırları alanın her zaman haklı olduğu inanışından.
Ben her zaman sivri önerilerin peşindeki köşeli adamdım. Çok değiştim mi, bilemiyorum, ama en azından belki bir kareyken çokgene dönüşmüşümdür. Birikim benim için onsuz asla sahip olamayacağım bir ufuk genişlemesiydi.
Hâlâ öyledir. Aklım siyasî ve toplumsal sorunlara ermeye başladıktan kısa bir süre sonra Birikim’le temas edişimi, bu temas yüzünden çektiğim acılara rağmen talihin yüzüme gülmesi sayıyorum.
Sanırım “acılar”ı hemen açıklamam gerek. Birikim’le temas bize, 12 Eylül öncesinin her türlü “pratiğine” katılan fakat adı sanı belli sosyalist gruplardan birine katılmayan insanlara epey pahalıya mal oldu. Çünkü herkes ne yapıyorsa yaptığımız halde, üstelik kimse için somut bir siyasî tehdit oluşturmadığımız halde -çünkü siyasî etki “kafa sayısı” ile ölçülüyordu- aynı cepheyi paylaştığımız insanlarca çok itilip kakıldık.
“Kafa karıştırmak”la suçlandık. Sosyalistlerin bir takım hayatî soruları kendilerine sormaktan kaçmaları, kaçıştaki ısrarları şahsen benim çok yalpalamama sebep oldu. Son olarak, “savaşın en yoğun olduğu” bir yöreye kapağı atıp, herhangi bir şey düşünmeden, tartışmadan, kendi istediğim sona doğru kısa bir yolculuğa çıkmaya kafayı takmıştım. Üstelik bunu başkalarına da öneriyordum.
Mâkûl gerekçelerle savunabileceğim bir “doğru tavır” olamazdı bu elbette. “Madem öyle...”ye dayalı tepkilerimi paylaşmayan insanlara hayatımı borçluyum.
12 Eylül’den sonra, Birikim’in darbe öncesinde yayımlanmış 61 sayısından bulunabilenlerin Sahaflar’da büyük paralara satıldığını öğrendiğimde duyduğum, sevinç veya övünç değildi. Hırstı. Hattâ kindi. Kızıyordum. Bize niye o kadar çektirmişlerdi öyleyse?
Sonra günün birinde fark ettim ki, bu süreç bana çok önemli bir başka şeyi öğretmiş: etrafındakilerin, aynı cepheyi paylaştığın insanların ne dediğine de aldırmadan doğru bildiğini söylemeyi.
Böyle ifade edince ne kadar çocukça geliyor kulağa, değil mi? Oysa bakın, koca bir İslâmcı hareketin içinde kimse bunu bir türlü öğrenemiyor. Hattâ sınırlı sayıdaki solcu dışında hiç kimse böyle bir erdemin farkında bile değil.
Evet, bununla övünüyorum. Karşımızda hakiki bir “düşman”la elde silah cepheleşildiği bir ortamda, kendi “dost”larımızdan gelen her türlü hakareti, tecrit tehdidini göze aldık ve göğüsledik biz.
Şunu mutlaka belirtmeliyim: bizi buna cemiyet zorladı. Kendimize kalsa bu konumu tercih eder miydik? Herhalde etmezdik. 70-80 bin satan dergilere, mitinglerde onbinlere yön veren sıkı siyasîlerle aynı yerde bulunmayı muhtemelen isterdik.
Ama kafamızda onca soruyla, teslim olamadık. 1936 mahkemelerinin varlığını bile kabul etmeyen arkadaşlarımıza, “devrimin çıkarları”nın öyle gerektirdiğine ikna olarak “ben ajanım” diye itiraflar yapan ve idam edilen has Bolşeviklerin öyküsünü anlatmak zorundaydık. Che’nin macerasının romantik bir devrimcinin kahramanlığından ibaret olmadığını, sosyalizm ile “iktidar”ın ilişkisinin çok ciddi bir sorun olduğunu bir defa fark etmiştik, görmezden gelemezdik. “Reel sosyalizm” adı altında hem kendi halklarına hem dünya halklarına zulmedenlerin sosyalist etiketiyle hayatımıza yön vermeye çalıştığı bir dünyada, faşistlerle çatışmanın bize ait sorunları çözmeye yetmeyeceği düşüncesi zihnimize yerleşmişti bir defa, “kirlenmiş” silah gibi gazete kağıdına sarıp atamazdık.
Dolayısıyla, sosyalizmin “ilke”lerine vurgu yapmaya bizi şartlar zorladı. Biz de, oportünist olmamayı, siyasî çıkar uğruna fikrî manipülasyon yapmamayı sosyalist olmanın gereği saydırmak, bir siyasî ilke haline getirmek için mücadele ettik.
Tamam, “arkadan itmişler” deyin isterseniz, ama sonuç değişmiyor. Üstelik, bizi “ittikleri” yer, ilke mücadelesi yapmak değil, “kendi dükkânımızı açmak”tı.
(Allah’tan, arkadaşlarımın hepsi benim gibi fevrî ve tepkici değildi, bu yanlışa düşmedik. Ben, bu yanlışa kolaylıkla düşebileceklerden biriydim. Yukarıda, başka ne tür yanlışlara kolaylıkla düşebileceğim hakkında fikir verdim sanıyorum.)
İlke mücadelesi yapmamızla ilgili sözlerimi bir şişinme, bir üstünlük iddiası gibi görebilir ve hoşlanmayabilirsiniz. Ama sanırım Birikim’le ilgili olarak aksini ispat etmeniz kolay olmayacaktır.
Bununla övünüyorum, niye saklayayım?
Ve bu yüzden Birikim benim için sadece bir dergi değil.
12 Eylül öncesinin korkunç ortamında beş yılı aşkın bir süre yaşadı Birikim. 1989’dan bu yana da 100. sayıya ulaştık. Bunca senelik yayıncılık hayatımda edindiğim tecrübeye dayanarak düşünüyorum ki, skor böyleyse bir hikmeti vardır. Siyasî ve toplumsal alanların en ücra köşelerine uzanabilen çok boyutlu bir mücadele yürütmek bizim imkânlarımızı aşıyor. Bu dergiyi çıkaranlar olarak, çeşitli yerlerde yazıyor çiziyoruz, konuşuyoruz. Ama yetersiz kalıyoruz. Bazen, dergimizdeki eksikler kabul edilebilirlik sınırlarını zorluyor. Yine de, özgürlükçü, eşitlikçi, direnmeci ve istekli namuslu insanlar için yararlı bir iş yaptığımıza fazlasıyla inanıyorum.
Bütün bunları özetleyebilir miyim acaba? Birikim’i çıkarıyor olmaktan ötürü övünç duyuyorum. Birikim’in çıkabiliyor olmasından ötürü de bir nebze umut... Siz okurlardan, bir kerelik bunları böyle ifade etmemi anlayışla karşılamanızı rica ediyorum. Tamam, benim gibilere her gün bayram, ama böyle fırsatlar da kaç yılda bir çıkar...