Birikim’in 100. sayısına yazı yazmak benim için apayrı bir anlam taşıyor. Birikim adı, sanırım kişisel nedenlerle, işe, kalbimin ve duygularımın karıştığı bir anlam alanı aynı zamanda. Bu yüzden olsa gerek, konuya ilişkin yazı istendiğinde, kasılıp kaldım. Nedense, böyle durumlarda, hep elmas değerinde bir yazı yazamayacaksam eğer, hiç yazmasam daha iyi olur duygusuna kapılırım. Bu sefer de öyle oldu, epey kıvrandıktan sonra sonuçta bu konuda konuşur gibi yazmanın, her şeyi akışına bırakmanın, duygularımı aktarmada en iyi yol olduğuna karar verdim.
Ben, Birikim serüvenini, 12 Eylül 1980 öncesi yayımlanan Birikim’le birlikte düşünürüm hep; kesintisiz bir süreklilik olarak alımlarım. Hattâ, ne zaman Birikim dense, anılarımın şiddeti daha çok ilk Birikim’i düşündürür bana. Belki, benim kuşağımdan diğerlerinde de böyledir ama, bu bende neredeyse kişisel tarihimin bir parçası olarak işler.
O zamanlar, şimdi gibi değildi. Şimdinin okurları için, o zamanın dekorunu, atmosferini yardıma çağırmak gerekiyor. Hani bazı dönem filmleri vardır, dekor yeniden diriltilmezse, zaman yeniden canlandırılmazsa, ne anlatsanız eksik kalacakmış gibi gelir.
Oda, Poster ve Şeylerin Kederi kitabımın sonunda yeralan bir uzun metin-şiirde, bir jenerikte akar gibi, bir yığın dergi adı geçer. O zamanlar öyleydi; düşünce dünyamızı aydınlatmada, yönlendirmede dergilerin büyük payı ve önemi vardı. Dergiler, başlı başına bir coşku ve esin kaynağıydı. Neredeyse bir okul işlevi görürlerdi.
Benim üniversitede öğrenci olduğum yıllardı. Devletin çok baskıcı, faşistlerin çok saldırgan, solun kendi içinde çok çeşitli fraksiyonlara bölünerek parçalanmış olduğu bir dönemdi. Tarihinin belki de potansiyel olarak en güçlü olduğu dönemde, solun, yüz parçaya bölünerek bütün gücünü zayıflattığı; düşünce ve mücadele farklılıklarının, düşmanlığa, saldırganlığa, iç çatışmalara dönüştüğü; bazı siyasî tespitlerin ya da tezlerin bir siyasî yaklaşım farklılığından öte, bir kan davası konusu haline geldiği; birçok konunun konuşulmasının bile tabu olduğu, verimsiz tartışmaların, kısır çekişmelerin, adı açıkça konmamış iktidar oyunlarının heves ve ümit kırıcı ortamında, birçoğumuzun bunalmaya başladığı bir zamanda, Birikim çıktı ortaya; çıkmasıyla birlikte, hepimizin önünde bir ufuk açıldığını sezmiştik. O güne kadar, daha çok Üçüncü Dünyalı bir görünüm sunan taşralı Türkiye soluna, Avrupa düşünce dünyasının kapılarını açan Birikim, kısa zamanda, Türkiye solunun Batı’ya açılan kapısı olmuştur. Frekansları, Moskova, Pekin, Tiran, Latin Amerika merkezlerine ayarlı Türkiye soluna, Avrupa solunun tartışmalarını taşımış; bize yeni ufuklar, yeni yaklaşımlar, yeni ölçüler kazandırmış; taze konular, farklı perspektifler sunmuştur. Bütün bunlardan ötürü, Birikim’in ilk çıkış dönemindeki etkisi ve katkısı büyük olmuş; kendi bir fraksiyon olmadığı halde, Birikimciler denmeye başlanmıştır. Tartışma repertuvarının, beş on konu, beş on slogan çemberine kısıldığı; dünya tartışma gündeminin önemli maddelerinin Türkiye için lüks bulunduğu, feminizmin bir döneklik, çevreciliğin bir burjuva züppeliği, cinselliğin her çeşidinin neredeyse sapıklık olarak görüldüğü; kadınların kurtuluşunun yalnızca Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun sözleriyle sınırlandırıldığı, kültür ve sanatın, yalnızca parti ve fraksiyon politikalarına yedeklendirildiği, ayrıca sosyalizmin sorunlarının dünyada da düğümlenmiş olduğu, kabaca özetlemeye çalıştığım böyle bir dönemde Birikim, daha çok köylü kurtuluşu üzerinde yükselen Üçüncü Dünya sosyalizmine kilitlenmiş, onun müfredatına ve programına sıkışmış kalmış Türkiye solunun gündemini ve programını zorlamış, onun “sol ve devrim anlayışı”na, dünyanın tartıştığı yeni sorunları, yeni yaklaşımları ve ölçüleri taşımıştır.
Galiba en büyük etkisi bu alanda ve bu anlamda olmuştur. Kendi adıma, düşüncelerimi büyük ölçüde besleyecek ve değiştirecek olan Louis Althusser ile tanışmam da, benim gibi birçok Türkiyeli okur için Birikim sayesinde olmuştur. Yalnızca Althusser de değil elbet, Lucio Coletti, Valentino Gerratana gibi yeni bir sol söylem tutturmaya çalışan birçok Avrupalı sol düşünürü bu sayede tanıdık. Nicos Poulantzas, Lucio Magri, Etienne Balibar, Jean Bruhat, Tim Patterson, Maria Antonietta Macciocchi, Ernesto Laclau, Michel Foucault, Roland Barthes, Claude Lévi Strauss, Walter Benjamin imzaları Birikim sayfalarından aklımda kalanlar. Bu arada, Yapısalcılıktan, Doğu Avrupa Komünizmine, Stalinizme varana dek hazırlanmış doyurucu ve kapsamlı özel sayıların bilgi dağarımıza zengin katkılarını anımsıyorum. Başta Murat Belge ve Ömer Laçiner olmak üzere, Mete Tunçay, Doğu Ergil, Asaf Savaş Akat, Kenan Atalay, Çağlar Keyder, Sevan Nişanyan, Zafer Toprak, Arslan Galip de Birikim’in Türkiyeli imzalarıydı. Edebiyat ve kültür sorunları üzerine de geniş çerçeveli yazılar yayımlanırdı. Bu bağlamda, Berna Moran, Atilla Özkırımlı, Ahmet Oktay, Nedim Gürsel gibi imzalara rastlanırdı.
Kişisel tarihimde Birikim’in büyük bir önemi ve yeri olduğundan söz ettim. İlk şiirlerim Birikim’de Mayıs 1978 tarihli 39. sayısında yayımlanmıştır. O zamanki Birikim, aynı zamanda şiir de yayımlardı. Her ay, bir ya da iki şairin birden fazla şiirinin yer aldığı geniş tutulmuş bir şiir dosyası bize bir şair portresi sunardı. Yalnızca benim değil, sanırım Ahmet Güntan, Tarık Günersel’in şiirleri de ilk kez Birikim’de okur karşısına çıkmıştır. Yanısıra Can Yücel’in gürültülerle karşılanan birçok şiiri, başta İzzet Yasar olmak üzere başka birçok şairin yankı uyandıran şiirleri Birikim’de sayfa almıştır.
O zamanlar, Birikim’in her sayısı, coşkuyla beklenir, gerçek bir merak ve sahici bir ilgiyle okunur, tartışılırdı. O yıllarda öğrenci evlerinde Birikim dergisi görmek, yeni bir dünyanın işareti gibiydi. Yolda giderken koltuğunun altında Birikim gördüğünüz birini akraba sayardınız. Genç, hevesli, devingen ve tutkuluyduk. Benim Birikim’deki ilk yazım, Temmuz 1976 tarihli 17. sayısında imzasız olarak yayımlanan “Devrimci Olmak Üzerine”dir. Bu yazı, o zamanlar amacını aşan bir ilgiyle karşılanmış, üzerinde çok konuşulmuş, etkisi sonraki yıllara da dağılmıştır. Hattâ, yıllar sonra yazdığım, ilkin Özgür Gündem gazetesinin 5 Kasım 1994 tarihli sayısında yayımlanan, ardından Murathan ’95’ kitabıma aldığım “Olmak ve Kalmak” başlıklı yazımda, bu yazıdan yeniden söz etmek ve yazının neredeyse benden bağımsız gelişen serüvenine değinmek gereği duydum: “Dili için belki naif denebilir şimdi, ama saptamaları, gözlemleri, kuşattığı sorunları kavrama tarzıyla bugün de altına imzamı atabileceğim bir yazı olduğunu görüyorum. Tuhaftır, onca yıl geçti aradan, hâlâ benden o yazı sorulur. Kaç kez, kaç kişi için fotokopi edilip dağıtılmıştır. Katıldığım kimi söyleşi ya da panellerde, hiç umulmayacak yaşta gençler o yazıyı söz konusu ederler, elimde olmadan heyecanlanırım. Sanki bir çocukluk arkadaşıma rastlamışım. Yıllardır çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarımı kitap yapmaktan kaçındım. Bu yüzden geniş okur kitlesinden saklı kaldılar. O yazıları bir büyük zincirin halkaları olarak düşünüyordum o sıralar, çeşitlenerek sürecekti, zincir kopunca halkalar da zamana dağıldı. Kim bilir, belki de onları toplama zamanı gelmiştir.
Şimdiyse bu yazının, neredeyse benden bağımsız kendi başına bir tarih edinmiş olduğunu görüyorum. En son, bu ay başı, Viyana’da biri çıkıp da bu yazıdan söz edince, bunu derin bir biçimde anladım. Ardına düştüğü, kuşattığı, kurcaladığı sorunların bizim için hâlâ temel özellikler taşımasıyla açıklayabiliyorum tazeliğini, güncelliğini korumasını, bu kadar söz konusu edilmesini...”
Sonra birkaç yazım daha yayımlandı Birikim’de: “Tiyatro ve Bir Felsefe Sorunsalı”, “Brecht’le Başlamak”, “Biz ve Ötekiler İdeolojisi ve Söylemleri” başlıklı yazılardı bunlar. Hep bir gün bir kitapta biraraya gelmeyi beklediler, olmadı. Özellikle “Biz ve Ötekiler İdeolojisi ve Söylemleri”nin hâlâ aynı tazeliği barındırdığını görmek beni bugün bile heyecanlandırıyor. Bütün bu yazılar, Birikim’in o zamanki editörü Murat Belge’nin yüreklendirmesi ve desteğiyle kaleme alınmışlardı. Bir editörden öte, bir arkadaş gibi yazdıklarımla yakından ilgilenmiş, yüreklendirmiş, bana mektuplar yazmış, Ankara’ya gelişlerinde uzun uzun konuşmuş, böylelikle de yazılarımda bir süreklilik sağlamıştır. Şimdinin dergilerinde böyle editörlere rastlanıyor mu, bilmiyorum. Belki de o zamanlar öyleydi, belki dönemin “aura”sı herkesi kuşatmış, sarmalamıştı. Yakınlaştırılmaya çalışılan şiddetli bir gelecek duygusu, herkesi daha özverili, daha umutlu, daha yardımsever, daha çalışkan kılıyordu. O dönemin küskünleri çok daha azdı. Bugün ne yazık ki, o dönemden kalmış olup da, öfkesini yitirmemiş çok az insan tanıyorum.
Birikim 12 Eylül darbesiyle birlikte kapanmasından sonra, ikinci çıkışı Türkiye’nin başka bir dönemine rastgeldi.
Bu yeni Birikim, büyük ölçüde kendi içeriğinden ve duruşundan bağımsız nedenlerle eski yankıyı uyandırmadığı gibi, eski ilgiyi de görmedi. Ama usuldan hep aynı düzenlilikte kendini biriktirmeyi sürdürdü. Yavaş yavaş görülen bir serüvendi ikinci Birikim. Bunun çok çeşitli nedenleri olabilir. Hem genel olarak dünyadaki bir sönüşün eğrisine denk geldi; hem de Türkiye’deki genel bir gerileme ve dağılmanın. Bu yazıda daha çok eski Birikim’den söz etmem, salt benim anılarımın şiddetiyle açıklanabilirmiş gibi gelmiyor bana. Doğrusu, yeni Birikim’i, eski Birikim kadar yakından izleyemiyorum ama, bunu da yalnızca benim dikkatimin gevşekliğine veremiyorum. Eski Birikim, o zamanın koşulları içinde, yeni bir sözün, yeni bir duruşun habercisi, dünyaya açılan yeni kanalların taşıyıcısıydı, oysa, şimdiki Birikim, sanki daha çekingen, daha tutuk, daha kenarda duruyor gibi.
Elbette, Türkiye’deki gelişmelerle ilgili zaman zaman çok parlak, kafa açıcı yazılara, siyasî gözlem ve çözümlemelere rastlanıyor, gündelik hayata ilişkin kavrayıcı yaklaşımlar görülüyor ama, gene de dergi serüveninin bütününü kuşatamıyor bu. Yeni sözler, yeni söylemler dünya genelinde de bir tıkanıklığı yaşıyor, yepyeni tartışmalar kolay açılamıyor hanidir; yeni adlar hiçbir yerde kolay çıkmıyor ortaya. Sözler düzlem değiştiriyor. Duruşlar yeni içerikler kazanıyor. Çok hızlı gelişmelerin herkesi farklı yerlere savurduğu, tuhaf, karmaşık, çok katmanlı bir dönemin içinden geçiyoruz. Belli ki, buradan da bir yerlere çıkılacak. Türkiye’nin gündemini yenileyecek olan tartışmalar, ortodoks yaklaşımların ötesinde, köklü kopuşlarla, yeni bileşimler, yeni cesaretlerle değişeceğe benziyor.
Adını çoktan hak etmiş bir dergi olarak Birikim’in 100’le başlayan sayılarında bu ufuklara doğru yepyeni yolculuklar dilerim.