Bugüne kadar hiçbir yayın organına “protokol yazısı” yazdığımı hatırlamıyorum. Kendimi iyi bir okuyucusu saydığım Birikim dergisi için de bu adetimi bozmak istemem. Buna rağmen 100. sayısında bir yazımın olmasını isterim. Üstelik zaman zaman Birikim’in “şöyle bir görünüp kaybolan yazarı” sayılırım. “Konuk yazar” da diyebilirsiniz; hani bazı filmlerin jeneriğinde “konuk sanatçı” yazar ya, onun gibi bir şey. “Bir mekânda konuk olmak” önemli bir şeydir, buna biraz sonra döneceğim.
Şu halde bu yazıya “protokol” gözüyle bakılmamalı.
Türkiye’de “iletişim kültürü”nün ağı içindeyiz. Her Allah’ın günü çok sayıda gazete, dergi ve televizyon kanalı bizi “haber” ve “bilgi” bombardımanına tâbi tutuyor.
Birikim dergisinin iyi bir okuyucusu olduğumu söylemiştim. Bu gerçekten doğru. Geçenlerde Yeni Şafak gazetesi bana hangi dergileri düzenli olarak takip ettiğimi sormuştu. Üç dergiden biri Birikim’di. Ben Birikim’in ’80 öncesinde de okuruydum.
Okumak yemek yemeye benzer. Nasıl abur cubur yemek mideyi fesada uğratırsa, gelişigüzel okumak da beyni fesada uğratır. Tabiî ki herkes istediği mevkuteyi okuma özgürlüğüne sahiptir ve bu özgürlüğün bir hak olarak kullanılması ve korunması için gerekli duyarlılığın gösterilmesi gerekir. Ancak günlük gazeteleri okumak ve televizyon kanalları arasında zapping yapmakla yetinen çok sayıda insan kendini “kültürlü” ve “kültürleşmiş” sanıp bu “kültürün penceresi”nden dünyaya bakıp hayatı hakkında tercihlerde bulunuyorsa, sizce de burada bir yanlışlık yok mu? Bazen kendime sorarım: Acaba her şeyin zihinsel bir karmaşa içinde olduğu bu dünyada, eğer hiçbir şey yeterince berrak, sarih değilse bunda “toplumsal beyin”in fesada uğratılmış olmasının payı yok mu? “Toplumsal beyin” deyimini, devlete refere edilen “toplumsal akıl” anlamında ele almamak lazım. Devletler bütün iddialarına rağmen hiçbir zaman toplumsal aklı temsil etmezler; tıpkı medyanın ve kitlesel kültür üretimini üstlenmiş bulunan modern kurumların hiçbir zaman “toplumsal beyin”i temsil etmedikleri gibi. Gel gör ki, söz konusu kurumlar, o kendi objektifleşmiş dünyalarında hem “toplumsal beyni” hem ”kamusal vicdanı” temsil ettikleri iddiasında bulunurlar.
Ünlü bir söz var: “Akıl için doğru yol tektir.” Bu, “doğru yol”un akıl tarafından türetildiğini değil, bizatihi doğruluğu kendinde içkin olan “yol”un akıl tarafından fark edildiğini ve teyid edildiğini ifade eder. Akıl bireyseldir, insanların ortak aklı yoktur. Ortak akıl yoksa “evrensel akıl” da yoktur ve dolayısıyla bütün insanların düşünme, inanma ve yaşama biçimlerinin içine döküleceği genelgeçer, evrensel ve standart akıl da yoktur. Bu, kendini “toplumsal akıl” veya “evrensel akıl” temelinde inşâ eden modern devletin meşrûiyetiyle ilgili kuşkuları daha çok ciddiye almamızı gerektirmez mi?
Benzer durumun “din(ler)” için de söz konusu edilebileceğini düşünüyorum. Şu bir gerçek ki, din, bazı doğruların altını çizer, öne çıkarır. Ama bunlar din tarafından tanımı yapılmış doğrular değil, dinden bağımsız ve evrensel düzeylerde bizatihi kendilerinde doğruluk içkin olan değerlerdir. Eğer, sadece doğrular din tarafından tanımlanıp herkese empoze edilseydi, başlangıcından itibaren din totaliter bir öz taşımış olurdu. Halbuki durum aksinedir; yani din, akıl gibi veri halindeki doğruların fark edilmesini ve teyid edilmesini amaçlar. Sözgelimi din, “adaletli davranın” dediği zaman, adaletin ne olduğunu, içeriğini tanımlamaz. Adalet objektif olarak vardır ve bu olay karşısında nasıl adaletli davranılacağı üç aşağı beş yukarı bilinmektedir. Adaletsizliğin ve zulmün olduğu “durumlar”da, insanlar adaletin ne olduğunu bilmediklerinden değil, çeşitli faktörlerin etkisinde adaletli davranmak istemediklerinden adaletsizlik yaparlar. Ahlâk, özgürlük, temel haklar vb.leri de öyledir.
Şuraya gelmek istiyorum: Dine ve akla daima ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan üçüncü bir şey “fıtrat”tır. Fıtratı doğuştanlığımızdan getirdiğimiz, el’an doğamızda içkin değerlerin fark edilip teyid edildiği ontolojik alan şeklinde tanımlayabiliriz. Din ve akıl gibi, fıtratımız da, doğruluğun, adaletin, hakların ve özgürlüklerin ne olduğunu fark etmemizi sağlar. Fıtrat, insanın ontolojik dünyasında tam olarak “ahlâk”a tekabül eder. Bir başka ifadeyle “selim fıtrat”, yaratılışın üzerinde bulunduğu ahlâkî düzenin bizdeki enfusi izdüşümüdür. “Afaki olanı”, yani eşya dünyasını, objelerin yapısını ve hareket düzenlerini akıl aracılığıyla algılayıp kavrıyoruz; buna karşılık anlam dünyasının ruhumuzun derin tabakalarındaki her karşılığını ve yansımasını “Enfusi evren”de fıtrat sayesinde hissedip yaşıyoruz; böylelikle varoluşa katılıyoruz.
Kur’an-ı Kerim, “Ma’ruf” kavramı aracılığıyla, hangi din, inanış ve felsefi görüşe sahip olursa olsun, bütün insanların üzerinde hareket edebileceği bir alana işaret eder. Klasik müellifler, Ma’ruf olanın ortaklaşa din, akıl ve fıtrat tarafından fark edilip teyit edildiğini söylerler. Bunun derin bir entellektüalizm sayesinde mümkün olabileceğini hatırlatmak lazım. Zira, Ma’ruf, etimolojik anlamının işaret ettiği gibi “Ma’rifet ve irfan”la çok yakından ilgilidir. Buna tanım gereği objektif, evrensel ve genelgeçer doğruların tarihselliği demek olan “örf”ü de eklemek lazım. Çoğu zaman Örf, normatif töreler, adetler, gelenek ve göreneklerle karıştırılırsa dahi, klasik müellifler, Örf’ün tanım gereği ve zorunlu olarak tarihsel beşeri tecrübenin din, akıl ve fıtrat tarafından fark edilip teyid edilen evrensel ve genel doğruların formu olduğunu belirtmişlerdir. Şu halde “kötü örf” olmaz, ancak “kötü adet” veya “çürümüş gelenekler” olabilir. Tabiatıyla örfler hiç değişmeksizin, taşlaşmış olarak nesilden nesile intikal olmaz; onlar da zaman içinde değişirler. Ancak örflerin hep iyi ve doğru yönde değiştikleri varsayılır. Örflerin gelişmesi Hegel’in işaret ettiği gibi tarihin içkin amacında olan mutlak iyilik ve mutlak hayrın tezahür etmesi anlamına gelebilir mi?
Modern kültürün dominant vurgusu ve merkezî uğraşısı olan araç bolluğunun, beşeri tarihin belki de final merhalesinde gerçekleşecek amaçtan en azından şimdilik bizi çok uzağa düşürdüğünü söyleyebiliriz.
Bütün bunların 100. sayısı yayımlanmakta olan Birikim dergisiyle ne ilgisi var?
Birikim, koskoca bir denizde birbirinden kopuk adacıklar arasında ilk vapur seferlerini koyan birkaç dergiden biri. Dilthey’in “Anlayıcı psikolojisi”ni hatırlarsak, iletişim ve anlamanın, “tanımlama”dan daha çok “anlama”yı gerektirdiğini de hatırlarız. Buysa başlı başına ahlâki bir çabadır. 1980’lerin başlarında sefere konulan vapurlara atlayıp “ötekiler”in adasına gitmeyi göze alanlar, “komşu adalar”da “bizim gibi” insanların yaşadığını ilk gördüklerinde çok şaşırmışlardı.
Ben ilk şaşkınlığımı 1981 yılının son ayında Gayrettepe’de çeşitli fraksiyonlara mensup yedi solcu ile iki metrekarelik küçücük, boğucu bir hücrede günlerce yatarken yaşadım ve kısa zamanda üzerimden attım. Daha önce de, şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım merhum Hasan Selim’le Beyazıt Çınaraltı’nda oturan Murat Belge’nin masasına gidip “Biz İslâmcıyız, sizi ve Birikim’i takip ediyoruz, tanışmak istedik” demekle ilk adımını atmıştım. Belki o doğrudan “tanışma teklifi”ni Murat Belge de hafif bir şaşkınlıkla karşılamıştı. Arkasından biz Kitap Dergisi’nde birarada yaşamanın başkaca yolları yok mu, diye tartışırken, Ahmet İnsel’in Birikim’de çağrısı izledi. Kışkırtıcı, amaçlı bir çağrıydı. Sonra Ömer Laçiner’le tanıştık; bunu Ümit Kıvanç ve Tanıl Bora’yla tartışmalar izledi.
Ahmet İnsel’in Medine Vesikası’nı bize göre “ötekilerin mekânı”nda tartışmaya açması belki de Türkiye için yepyeni bir teşebbüstü. Böylece bizden 500 metre ötedeki “komşunun evi”ni ziyaretler başladı. Evin mekânları bizimkinden çok farklı değildi. Mekân kullanımı, araçlar, konuşulan konular birbirine çok benziyordu. “Yeni keşfettiğimiz komşular”ımız kuşkusuz On Emir’in iki emrindeki hükümler gereği komşu muamelesi görüyordu; ama daha henüz Hz. Muhammed (s.a.)’in “Komşular neredeyse birbirine mirasçı olacak” kadar değillerdi. Hattâ “bizden bazıları” bundan rahatsızdı. Çünkü; “komşularımız dinsiz, ateist veya agnostik”ti, “bunlarla ne ortak sorunumuz olabilirdi?”
Ama zaman geçtikçe aranan şeyin aynı olduğu, doğrunun farklı akıllar ve fıtratlar tarafından fark edilip teyid edildiği anlaşıldı. Kaç kavimden insan farklı kelimelerle üzum salkımına bakıp hep üzüm demişlerdir! Sorun farklı kelimelerin kullanılması değil, Babil Kulesi halkı gibi aynı kelimelerin ortak bir anlamı bir türlü ifade edememesidir. Ortak doğrular, ortak iyiler önümüze “Ma’ruf” denen geniş bir alan açtı.
Doğal olarak “Münker” üzerinde de ortak bir anlayışa gitme yönünde adımlar atıldı. Mesela “ötekini tanımlama”ya kalkışmak, asimilasyon ya da arındırma veya imha yoluyla “bizim kabile”nin haklılığı ve üstünlüğü kendinden menkûl iddialarını pekiştirmek vs. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin girişimiyle, o kahrolası Sivas olayları üzerine İstanbul’un üzerinde uçan bir tayyareden bir milyon bildiri attık. Balkanlara, Kafkasya’ya beraber gidip yüz kızartıcı etnik arındırma ve çatışmalara karşı sıradan, küçük insanlarla konuştuk.
Sonra bir gün (27 Mart 1994) İmam Hatip kökenli, Kasımpaşa’dan büyüme Recep Tayyip Erdoğan İstanbul’a belediye başkanı seçildi. Haydi “beraber gidip Ma’ruf üzere ondan bir takım taleplerde bulunalım, ona bir şehir projesi sunalım” dendiğinde, bu sefer “bir kısım ötekiler”, bunun “gericilerle bir uzlaşma” şeklinde algılanacağını; çünkü bu sırada başlarına Kuvay-ı Milliye kalpağı geçirmiş şahinlerin ellerinde içki kadehleriyle İstiklal Caddesi’nde “eylem halinde” olduklarını söylediler. Durum vahimdi, bir anda en umulmadık insan “hainlikle” suçlanabilirdi.
Kişisel olarak içimde bir şeyler “cızz” etti; ama yine de Birikim’in ne zaman davet edilsem konuğu olmaya, komşu mekânda “karşılıklı ihtiram” içinde komşularla çekişmeden müzakerelerde bulunmaya, Ma’ruf üzere ortak kamusal alanların ve birarada yaşama biçiminin mümkün yollarını konuşmaya devam ettim.
Bir de şunu anladım:
Komşuluk çok güzel ve değerli bir şeydir. Konuşulacak o kadar çok konu var ki, komşular “Sohbet meclisi”ne gelmese, bu konuları kiminle ve nasıl konuşabilir, kendimizden nasıl emin olabiliriz?..