Anlaşılabilirlik Üzerine

Açıktır ki, kuruluşunu tamamlamamış ve bütünlüğünü sağlayamamış bir zihinsel ve psikolojik yapıyla başlarız hayata. Zannedildiğinin aksine o yapı o haliyle bile çevremizdeki örüntüleri algılama ve onlar karşısında yanıtlar oluşturma kapasitesine başından itibaren sahiptir. Nitekim o bütünleşmemiş ve eksik zihinsel imkânlarla –ve o oranda kaotik– bir deneyim evrenini oluşturmak, düzenlemek ve uygun kılmak gibi devasa ve aralıksız bir işe koyuluruz. Ondandır biraz da, çocukluğumuzdan başlayarak süregiden; dağınık ve üzerimizde sersemletici ve zihnimizi bulanıklaştırıcı etkilere yol açan şeyler düzene girdiği ve anlaşılır olma potansiyelleri ortaya çıktığında hazla büyülenmemiz.

Kabaca özümseme ve uyum gösterme diye adlandırabileceğimiz birbirini tamamlayan iki süreç o organizasyonu ve bütünleşmeyi mümkün kılar. Bir yandan deneyimlerimizi içerdiğimiz/zaten var olan zihinsel yapımıza denk düşürmek için dönüştürürken, diğer yandan öğrenmeye temel olmak üzere gerçekliğe uyumu gözeterek var olan zihinsel yapıları değiştirmeye çalışırız. Söz konusu süreçler yaşamın erken evrelerinde yan yana gider ve bebek/çocuk bu esnada deneyimlerini karşılık gelen örüntüler biçiminde düzenlerken giderek o örüntülere anlam atfetmeye başlar. Nihayet anlamlandırılmış o örüntüler (şemalar) tekrarlar sonucunda pekişir ve kararlılık kazanır. Oluştuğu ilk zamanlarda bir şema daha global ve belirsiz olma eğilimindeyken, egonun gelişen özerk işlevleri –zekâ, algılama vb.– eşliğinde gerçekliği ayırdetme kapasitemiz geliştikçe daha özgül ve ayrıntılı açılımlar kazanır.

Başka bazı bazı (genelleme gibi örneğin) paralel süreçlerin katılımıyla serpilen ve yetkinleşen bu temel eksenin –anlama etkinliğinin– bütün göstergeleriyle insan varoluşunun temel kipi olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda insan olmak kendi dünyasını kesintisiz bir biçimde anlam uyarınca yapılandırma uğraşına eşdeğerdir. Bir metni, yapıyı, fenomeni anlama kapasitemiz bu yüzden o metin vb. ile sınırlanmış olmaktan ziyade, çok daha temel bir dünyayı yorumlama eylemliliğimizden/etkinliğinden köken alır.

Şunlar da eklenmeli: Bir metni yorumlamaya koyulurken orada anlaşılması gereken bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu varsayarız. Dahası, bize o metinle iletilen şey hakkında bir dizi verili kavrayışa sahibizdir. Anlama etkinliği bu yüzden dünyamızı yapılandırdığımız anlaşılabilir olma çerçevesine ilgili metni uyarlama, bütünleştirme etkinliğidir. Burada resmedilen çerçevenin bir tür döngüsellikle malûl olduğu söylenebilir: Yorumlamaya çalışırken daha başlangıçta ne tür anlamların bulunduğuna dair bir dizi varsayımla anlamaya koyuluruz. Eğer metni kendi anlaşılabilirlik çerçevemize uyarlı kılmakta yetersiz kalırsak, metni anlayamaz, bir anlamsızlık bulutu karşısında kalakalırız.

Diğer yandan ilgili metinde yalnızca okunduğu haliyle anlamlar keşfettiğimiz oranda ise kendi anlama kapasitemizi genişletemez, bir düzeltme işleminin konusu yapmayı beceremez, giderek yapısallaşan bir güdüklüğün kıskacından kurtulamayız. Yorum faaliyetinin deyim yerindeyse kendi üstüne kapanan ve dışarıya sızdırmaz görünen bu özelliğinden ötürü kendi verili kavramlarımızı, varsayımlarımızı ıslah etme sürecinin daima eksikli kalmaya mahkûm olacağını ileri sürebiliriz. Bir metni verili anlam çerçevemize eklemlerken o eksikliğe duçar olma hali, yalnızca o eksiklik sezgi ve duygusu metni anlamakta yetersiz kaldığımızı farketmemizi sağlayacak bir referans noktası gibi işlev görür. Metnin gösterdiği direnç de diyebileceğimiz aynı şeyin mecburi kılmasıyla anlaşılabilir olmayan kısımları da uygun hale getirmek üzere var olan çerçevemizi tashih etmeye çalışırız.


Uyku esnasında süren zihinsel etkinlik olarak düşler psikanalize göre psikolojik bir anlama sahiptir ve bu anlam bir yorum faaliyeti ile ortaya konabilir. “Düşler herhangi bir başka ruhsal eylem kadar önemli ruhsal eylemlerdir; her durumda itici güçleri doyum arayan arzudur”. (S. Freud, Düşlerin Yorumu II. Payel Yay. çev. Emre Kapkın, s. 256)

Freud’un düşlere ilişkin teorik çalışması (“Düşlerin Yorumu”) düşlerin yorumuna hasredilmiş bir çabadan çok, düşlerin kanıtlarından birisini oluşturduğu bilinçdışının ileri sürülmesi ve incelenmesi çabasıdır. Bu yüzden düş bilinçdışının bir belirtisi (semptom) gibi görülmelidir. Nevrotiğin düşleri bir belirti olarak aynı psişik kaynaktan neşet eder ve düşlerin yorumu belirli yorumu faaliyetini (nevrotik bir belirti daha yoğun ve daha karmaşık biçimlerde kurulduğu ölçüde onun izini sürmeye imkân vererek) bir hayli kolaylaştırır. Freud düş yorumunun birisi aşikâr, diğeri gizli iki farklı metin üzerinden yürüdüğünü ileri sürer. Düşleri birinci metin yani aşikâr metin ya da rüya içeriği üzerinden yorumlamak mümkün değildir ve o aşikâr içeriği ikinci metne yani düş düşüncelerine tercüme etmek gerekir. Bu haliyle aşikâr ve gizli metinler açıktır ki, bilinçdışı kavramının ileri sürüldüğü bir bağlama kavramının ileri sürüldüğü bir bağlama göndermede bulunur. Gizli metin düşün bilinçdışıdır. Öyleyse aşikâr metinden gizli olanın ele geçirilmesi, bilinçli düşünmek ve etkinliklerden bilinçdışı olanın ele geçirilmesi aynı biçimde vuku bulur.

Düş içinde ise; aşikâr ve gizli metinler arasındaki ilişki burada anlatılan yorum faaliyetinin kurulması ve yürütülmesi ile karşılaştırıldığında tersi bir ilişkidir. Düş-işlemi adı verilen ve düşün hammaddeleri –bedensel uyarımları, günün artıklarını ve düş düşüncelerini (gizli metin)– dönüştüren işlemlerle aşikâr düş üretilir. “Bir düşün oluşumu sırasında zihinsel etkinlikte iki ayrı işlev ayrımsanabilir: Düş düşüncelerinin üretimi ve onların (aşikâr) düş içeriğine dönüştürülmelerinin” (a.g.e.: s: 231). Sözü edilen ikinci işlem hakiki düş-işlemini oluşturur ve Freud’un analiz ettiği dört düzeneğe sahiptir. Yoğunlaştırma, yer-değiştirme, temsil edilebilirliği göz önüne alma ve ikincil düzeltme.

Düşün en çarpıcı özelliklerinden birisinin şifreli yapısı olduğundan hareketle Freud, düşün üretilmesini tayin eden faktörün gizlenme ihtiyacı olduğunu ileri sürer. Düş düşünceleri kendilerini gizerler. Freud şunu söyler: ‘düş anlaşılmak niyetiyle yapılmaz’. Düş bastırılmış bir isteğin veya arzunun gerçekleşmesidir. Bütün düşler kılık değiştirilmiş halleriyle arzuları temsil eder. Ya da şöyle; itkileri bir arzudur ve onun doyumunu temsil ederler.

Başa dönerek söylersek; düşün bir anlamı vardır ve düş örnekleri kelimenin en geniş anlamında klasik metin örnekleridir, ve görünüşe göre, bizim verili anlamlılık nosyonlarımızla bütünleşmeye direnen bir yapıdadırlar. Ancak düşün bir arzu gerçekleşmesi olduğu önermesi, düşün bizim için tanıdık ve anlaşılır bir düzlemi taşınmasıdır da bir bakıma. Arzu edilen bir ilişki durumunun tasarlanması nisbeten anlaşılabilir bir tınıya sahiptir. Düşlerin belirgin yapıları bakımından böylesi bir anlaşılabilirlik çerçevesine kolayca uyarlanamamaları özelliği karşısında Freud; sansür, çocuksu/bastırılmış arzu gibi kavramları geliştirerek düşlerin anlaşılabilir olma imkân ve bağlamını genişletmiştir.

Burada düş-işlemi düzeneklerinden olan ikincil düzeltmeden ayrıca bahsetmek gerekiyor. İkincil düzeltme, bir düşün görece tutarlı ve anlaşılabilir bir senaryo biçiminde sunulmak üzere yeniden düzenlenmesidir. Düşün apaçık saçmalığı ve tutarsızlığının giderilmesi, açıklarının kapatılması, seçme ve eklemeler yoluyla düşün ögelerinin kısmen veya topluca yeniden örgütlenmesi ve düşün kabaca gündüz-düşlerine benzer bir şey yapılması hamlesidir. Böylece ikincil düzeltme düşü aynı zamanda kabul edilebilir kılar. Gerçeklikle bilgi arasına gerilmiş bir perde, derinlerde yatan çatışmaya ulaşmak için deşifre etmemiz ve yapışmamız gereken bir zor gibidir. Bu anlamda ikincil düzeltme düş-işleminin ikinci düzeyini oluşturur ve daha tam olarak düş-işleminin diğer düzeneklerinin (yoğunlaştırma, yer-değiştirme) sonuçları üzerinde çalışır. Bir tür ussallaştırma düzeneğine benzediği söylenebilir. Demek ki ikincil düzeltme düş üretiminin tutarlılık sağlama, düzen getirme ve ussallaştırmayla ilgili olan tek faili olduğu ölçüde, bunu –düş materyalini anlaşılabilir kılma amacını– ancak kendi arzusunu yok ederek gerçekleştirebilir olacaktır.


“Bir kelimenin ‘bir şey belirtmesine’ ya da ‘bir anlam taşımasına’ (yani dilin saymanlığı, apaçıklığı da dahil) neden olan apaçıklar dahil, tüm apaçıklar gibi sizin ve benim birer özne olmamız ‘apaçıklığı da’ –ki bu da hiçbir zorluk çıkarmaz– ideolojik bir etki, temel ideolojik etkidir. Gerçekten de kabul etmekten başka bir şey yapamadığımız, karşılaştığımızda: ‘Apaçık ortada! Bu iyi işte! Gerçekten doğru!’ diyerek kaçınılmaz ve doğal bir tepki ile haykırdığımız (yüksek sesle ya da vicdanın küçük, ince sesiyle) apaçıklıkları apaçıklıklar diye zorla kabul ettirmek (hiç de böyle bir şey yapıyormuş gibi görünmeden, bunlar birer ‘apaçıklıktır’ madem ki) ideolojinin özelliğidir.” (L. Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Yusuf Alp, Mahmut Özışık, Birikim Yay. s. 73)

Yukarıdaki satırlar özne kategorisinin temel apaçıklık olması ile birlikte düşündüğümüzde kendimizi anlamın kuruluşu meselesini öznenin kuruluşuna bağlayan, dahası anlamın apaçıklığını öznenin apaçıklığı üzerinden sürdürülen yorumlara havale eden merkezî ideolojik çağırma/seslenme (interpellation) metaforu içinde buluruz.

İkincil düzeltme düş işleminin ikinci düzeyini oluşturduğu, düş-işleminin diğer düzeneklerinin sonuçları üzerinde çalıştığı, düş bir arzu gerçekleşmesi olduğu ölçüde bir tutarlılık, bütünlük ve aklilik sağlayarak düşü kabul edilebilir kıldığı için temel bir arzu stratejisi olarak yapılanmaktadır. Bu anlamda bir yorum faaliyeti olduğu söylenebilir: Düş materyalini anlaşılır kılarak, böylece gerçek anlamı örten ve engelleyen bir yorum faaliyeti. Temel ideolojik etkinin bir apaçıklık, bütünlük ve süreklilik yanılsaması yaratarak bir anlaşılabilirlik ve kabul edilebilirlik varsayımında bulunmamıza yol açıyor olmasına benzer bir yorum faaliyeti.


Melankoli hakkında yürütülmüş psiko-analitik çalışmanın bir sonucu da epeyi ayrıntılı ele alınmış bir suçluluk duygusu teorisi olmuştur. Süperegonun eleştirel ve suçlayıcı bir organ/fail olarak ego karşısında ayrımlaşması suçluluğu psişik aygıt içinde bir sistemler arası ilişki olarak yerleştirmiştir: Suçluluk duygusu süperegonun eleştirileri ve yargıları karşısında ego içinde vuku bulan bir algılamadır. Süperegonun bir özelliği de katı ve zalim oluşudur. Bu özellik örneğin, psikoterapi süreçlerinde sık olarak ortaya çıkan ve iyileşmeye karşı bir direnç biçimini alan bazı fenomenleri de anlamamıza imkân tanır. O direncin çekilen ızdırabı sürdürerek bir tür kendini cezalandırmaya dönüşüyor olmasının teminatını, bilinçdışı suçluluk duygusunun hastalıkta bir doyum kanalı açabilmesi sağlıyor.

Bazan herhangi bir şey düşünebileceğimiz en utanç verici ve suçluluk doğurucu şey halini alabiliyor. Sanki birden bir şey ortaya çıkacak ve bizi dayanılmaz bir biçimde kabul edilmez kılarak, yalnızlığa gark edecek. Ya da şu: bir açıdan hayat dediğimiz şey, yatışmayan bir utanç ve suçluluk duygusuna sürekli olarak kollektif bazı semboller bulmaya çalıştığımız bir serüven gibi de görülmeli. Utanç ve suçluluk duygusunun yol açtığı gerginliği ifade edebileceğimiz, böylece bir tür anlaşılabilirlik talebine yaslanan ve yatıştırıcı bir etkisinin olmasını umduğumuz semboller.* Çünkü suçluluk duygusu kültürün agresif dürtüye karşı kullandığı bir imkân ve araç gibi görülmeli. Zira kültürün bireyden talep ettiği bizatihi arzunun değil, agresivitenin terkidir. Freud’un sözleriyle: “Uygarlık bireyin agresyona yönelik tehlikeli arzusu üzerinde onu zayıflatıp silahsızlandırarak ve bireyin içinde onu gözetleyen bir ajan kurarak –tıpkı fethedilmiş bir kente garnizon gibi– bir hakimiyet elde eder.” (Civilization and its Discontents, s. 124-24)

Ya da “suçluluk duygusu iki-değerliliğe ilişkin çatışmanın, eros ile yıkım veya ölüm dürtüsü arasındaki ebedi kavganın bir ifadesidir.” (a.g.e., s. 132)

* * *

1978-79’lu yıllarda şimdi hatırlamadığım bir tesadüf (galiba öyle) sonucu Birikim’i ve Althusser’i bulmuş ve kaldığım yurdun çalışma salonunda uzun süre her ikisini de arkadaşlarımdan gizlemeye çalışarak, masa altlarında okuyabilmiştim. 20 yıl sonra geçenlerde o arkadaşlardan birisiyle karşılaştım; “anladım, ÖDP, ben biliyordum zaten döneklerin orada buluşacağını” dedi. İşte, bazı şeyler hiç değişmiyor. Anlaşılabilirlik talebi ve arzusunun bilinçdışının sürekli ve nafile çığlığı oluşu, bizim kendimizi ve çevremizi mutsuz kılmayı hemen hemen hep aynı biçimlerde sürdürüyor oluşumuz vesair. Bakalım.

Suçluluk duygusunun yokluğu zira, ya ancak psikopatik bir yapının varlığında, ya da davranışlarımızda her ne olursa olsun daima ahlaken doğru yaptığımız inanışıyla kabil hale geliyor.